22.Bölüm: Yüzleşme

Beyza Alkoç

Gözlerimi telefonumun zil sesiyle açtığımda dikkatimi çeken ilk şey Aziz Ata’nın beni izleyen gözleriydi. Koltukta ve hala onun kollarının arasındaydım. Telaşla elimi uzatıp koltuğun geniş koluna bıraktığım telefonuma uzandım ve uykulu gözlerle ekranına baktım.

“Haldun Amca arıyor…” dedim endişeyle, “Saat kaç ki? Baran’a mı bir şey oldu acaba?”

Aziz’e bakmadan doğruldum ve boğazımı temizleyip telefonu açtım. Aylardır kayıp olan oğlunun annemin atölyesinde çıkması, daha sonra annemin anlattığı cinayet hikayesi üzerine karısının tutuklanması… Tüm bunlardan sonra beni araması için gerçekten iyi bir nedeni olmalıydı.

“Alo…” dedim, “Haldun Amca?”

“Derin…” dedi soğuk bir sesle, “Bugün hastaneye gelebilir misin?”

“Gelirim tabi ki Haldun Amca ama bir sorun mu var? Bir şey mi oldu?” dedim sanki daha fazlası olabilirmiş gibi.

“Baran…” dedi, “Yemek yemiyor, su içmiyor. Seni yanına istiyor. Gelmezse yemek yemem dedi…”

Endişeyle duraksadım. Göz ucuyla yanımda uzanan Aziz Ata’ya baktığımda düşünceli gözlerle beni izlemeye devam ettiğini gördüm.

“Tamam,” dedim, “Tamam, birazdan orada olurum…”

Telefonu kapattım ve oturur halde Aziz’e doğru döndüm.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordu endişeyle, “Birine bir şey mi olmuş?”

Stres içinde ağrıyan başımı salladım.

“Baran beni yanında istiyormuş,” dedim, “Ne yemek yiyormuş ne su içiyormuş…”

Bir yandan açıklama yaparken bir yandan da ayaklanmış yere bıraktığım çoraplarımı arıyordum. Aziz Ata huzursuz bir nefes aldı ve oturur halde bana baktı.

“Gitmek istediğine emin misin?” diye sordu, “Dün yaşananlar ve annenin durumu yeterince yormadı mı seni? Biraz da sen mi dinlensen artık?”

“Gideceğim,” dedim, “O benim arkadaşım… Üstelik benim de onunla konuşmak istediğim şeyler var. Bu hikayeyi bir de ondan dinlemek istiyorum.”

Hastaneye gitme isteğim Aziz’i hiç mutlu etmemiş gibiydi. Yine de herhangi bir yorum yapmadı. Telaşla kalkıp banyoya girdim, elimi yüzümü yıkadıktan sonra yatak odasına geçtiğimde Aziz’in üzerine hızlıca bir pantolon tişört geçirdiğini ve açık olan dolabına bakmaya devam ettiğini gördüm.

“Peki ne giyeceğim ben şimdi?” diye sordum yatak odasında duran mavi düğün elbiseme bakarak, “Bunu mu giyip gitsem? Son iki gündür neler yaşadığım ve ne kadar delirdiğim iyice belli olsun.”

Aziz derin bir iç çekti ve dolabından siyah uzun kollu büyük beden bir tişört çıkardı.

“Büyük beden tişörtlerimden biri,” dedi, “Sana elbise gibi olabilir. Bir dene bakalım.”

Başımı sallayıp büyük beden siyah tişörtü üzerime geçirdim ve aynadaki ruhtan farksız halime baktım. Gözlerimin altı kızarmıştı, hayata dair hiçbir umudum kalmamış gibi, bomboş bakıyordum kendi yansımama. Ruhum artık görmezden gelme noktasına ulaşmıştı, kazaya doğru gittiğini fark eden bir tır gibi, şarampole yuvarlanmayı kabul etmiştim.

Aziz Ata üzerimdeki büyük beden tişörtün duruşuna hayranlıkla baktıktan sonra beni neşelendirmek ister gibi konuşmaya başladı.

“İnsanlar modacılara elbiseler çizdirir, terzilere diktirir, provalara gider… Sen büyük beden bir tişört giyersin ve ortaya çıkan sonuç bu.”

Hüzünle gülümsemeye çalıştım.

“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım sadece.

Kaybetmiş son bir bakışla baktım aynadaki yansımama. Kendime tek teşekkürüm kendimi hırpalamıyor oluşumaydı. Ama içten içe biliyordum ki bu böyle sürmeyecekti. İnsanın duruşu yarasının derinliği kadar dikleşir miydi? Bu da benim savunma sistemimdi belki. Sırtıma vuruldukça duruşum dikleşiyordu ama bu böyle sürüp gitmeyecekti elbet, tükenecektim bir gün. Küsecektim aynalara, kızacaktım aptallığıma. Elbet bir gün hırpalayacaktım kendimi. Çünkü artık gölgesinde dinlenecek bir ağacım kalmamıştı ve sırtımda bunca yükle kendi gölgemde nereye kadar dinlenebilecektim hiç yorulmadan?

Hastaneye giden yol boyunca ağzımdan çıt çıkmadı. Aziz Ata’nın bana dair endişeleri ise giderek büyüyordu, bunu bakışlarından anlayabiliyordum. Ona herhangi bir haber olup olmadığını sormaktan da çekiniyordum, çünkü duyacaklarımdan korkuyordum. Aramızda hiç konuşmadığımız ama birbirimizi anlamaya devam ettiğimiz bir iletişim şekli doğdu o gün. Sadece bakıyordu bana ve sadece bakıyordum ona…

Eli hep sırtımdaydı, bunca darbe yemiş omurgama en azından var oluşuyla destekti Aziz Ata.

Hastanenin merdivenleri dünki gibi değildi gözümde. Dün hiçbir şey bilmeden inip çıktığım bu merdivenleri artık annemin kirli geçmişini biraz olsun bilerek çıkıyordum şimdi. Haldun Amca beni odanın kapısının önünde kalan sandalyelerden birinde bekliyordu. Elinde bir telefon, çaresiz bir yüz ifadesiyle bir ileri bir geri sallanarak konuşuyordu karşısındakiyle. Başını kaldırıp önce beni süzdü, sonra Aziz Ata’ya baktı kıpkırmızı olmuş yorgun gözleriyle.

“Bir saniye.” dedi telefona doğru, “Sen gir istersen,” dedi bana soğuk bir sesle, “Seni sorup duruyordu az önce bile.” Başımı salladım ve Aziz Ata’ya döndüm.

“Sen…” dedim, “Beklesen olur mu Aziz? Seni tanımıyor bile…”

Aziz Ata hem bir şeyler söylemek istiyor hem de susmak zorunda hissediyordu, bu her halinden belliydi. Başını salladı ve gergin bir bakışla odanın cam bölmesine çevirdi gözlerini.

“Ben buradayım,” dedi, “Bir şeye ihtiyacın olursa. İstersen birazdan kahve getireyim sana?”

“Olur.” dedim, “Ama birazdan.” Sonra durdum, “Aziz,” dedim, “Her şey için teşekkür ederim.”

O ise yalnızca başını salladı ve hüzünlü gözlerini bir kez daha cam bölmeye çevirdi. Odanın kapısını açıp içeri girerken dolu gözlerle bir kez daha baktım Aziz Ata’ya.

Neden bilmiyorum ama o an ona uzun uzun bakmak gelmişti içimden. O da bana çevirdi gözlerini, ne garip ki onun gözleri de her zamankinden farklı bakıyordu. Her zamankinden daha üzgün, her zamankinden daha yorgun, her zamankinden daha derin…

İçimde hissettiğim büyük huzursuzlukla kapıyı arkamdan kapattım. Baran’a arkam dönük bir halde burnumu çektim ve kendimi toparlamaya çalıştım. Bugün konuşulması gereken çok şey vardı, bugün itibariyle yapbozun kayıp tek bir parçası bile kalmamalıydı…  

“Günaydın.” diyerek Baran’a döndüğümde Baran buruk bir heyecanla bakıyordu yüzüme.

Odasının perdeleri güneşten kaçmak için kapatılmış, televizyonda bir spor kanalı açıktı. Baran’ın serum takviyeleri devam ederken yanında duran servis masasındaki bir tepsi yemeğe ise dokunulmamıştı.

“Günaydın.” dedi, “Ben de seni bekliyordum.”

“Yemek için mi?” diye sordum.

“Yemek için değil,” dedi Baran, “Sohbet için.”

“Ama olmaz öyle,” dedim, “Sen bir yandan ye, bir yandan anlat, öyle daha iyi olmaz mı?”

“E sen yaptın mı ki kahvaltı?” diye sordu bana, “Bana ye diyorsun ama, senin yüzün de bembeyaz…”

“Acıkmadım daha.” diye mırıldandım servis masasını Baran’ın önüne çektiğim sırada, “Ama sen yerken acıkırım belki.”

Baran güldü.

“Hiç değişmeyeceksin değil mi Derin?” diye sordu ve yanında duran kumandanın tuşlarından birine basıp yatağının sırt kısmını kaldırıp kendini oturur hale getirdi.

Ben de yatağın ucuna oturup onu izlemeye başladım. Baran tepsinin kenarında duran çatalı bana uzatıp kaşığı kendisine aldı.

“Makarnayı sen yiyorsun,” dedi, “Çorbayı ben. Anlaştık mı?”

Gözlerimi devirip gülümsemeye zorladım kendimi. Baran’ın elindeki çatalı alırken gözlerim cam bölmede duran ve içeriyi izleyen Aziz Ata’nın gözlerine kaydı. Dalıp gitmiş gibiydi elimdeki çatala. Sonra gözleri gözlerimi buldu, bir süre hüzünle baktı bana, gözlerindeki bakışı en son sabah aynaya bakarken kendi gözlerimde görmüştüm.

“Neden?” diye düşündüm bir anlığına, onu bu kadar dağıtan ne olmuştu dünden bugüne? Ne olduysa bana olmuştu, bana, Dünya’ya, Berfu’ya ve Baran’a. Aziz Ata’nın gözlerindeki hüznün sebebi neydi?

“Berfu ve Dünya Can’ı aradım az önce.” dedi Baran çorbasından bir kaşık alırken.

“Ben daha arayamadım.” Dedim, “Uyanır uyanmaz buraya geldim. Nasıllarmış?”

“Karakoldalardı.” dedi, “Erkenden kalkıp gitmişler. Seni de aramışlar ama açmamışsın.”

“Duymamışımdır,” dedim, “Uyuyordum.”

“Sen hiç…” dedi sessizce, “Görüştün mü annenle? Anlattı mı sana her şeyi?”

“Hayır.” dedim, “Görüşmedim. Görüşebileceğimi de sanmıyorum. Dün karakola giderken Aziz’den öğrendim her şeyi.”

“Aziz…” diye tekrar etti Baran sessizce.

“Aziz Ata,” diyerek açıklamaya başladım, “Annemin evlendiği adamın kardeşi, yani evlilikleri sebebiyle tanışmadık gerçi baya karışık bir mesele hatta senin kaybınla bile ilg-“ derken Baran sözümü kesti.

“Tanışma hikayenizi bilmek istemiyorum.” dedi ve hemen sonra çat diye soruverdi, “Aranızda bir şey var mı?”

Elimdeki çatal ağzıma doğru giden yolda öylece kalakaldı. Boğazımı temizleyip çatalı tabağa geri bıraktım ve ne diyeceğimi bilemeyerek baktım yüzüne.

“Sence şu an…” dedim, “Böyle bir günde bunun bir önemi var mı Baran?”

Öfkelenmeye başlamıştım. Çünkü galiba içimde Baran’a karşı tüm bu olanları öğrendiği an bize anlatmadığı için bir öfke bulutu oluşmuştu.

“Tamam,” dedi, “Kızma. Sadece öğrenmek istedim.”

“Ben de öğrenmek isterdim…” dedim, “Ben de annemle ilgili gerçekleri sen öğrendiğin an öğrenmek isterdim. Tüm hikayeyi bize anlatmanı isterdim Baran. Birilerine bir şeyleri itiraf ettireceksin diye bizi birer piyon gibi kullanmanı değil, gerçekleri bizimle paylaşmanı isterdim. Senin arkandan aptal gibi acı çektik biz. Her yerde seni aradık. O sorduğun çocuk bile, o günlerde daha yeni tanıştığım o çocuk bile seni aradı bizimle birlikte. O bile senden çok umursadı duygularımızı!”

Baran’ın yüzünde tahammülsüz bir gülüş belirdi. Öfkeli bakışları odanın cam bölmesine kaydığında aynı şekilde, ben de oraya döndüm. Aziz Ata artık orada değildi, muhtemelen söylediği gibi bana kahve almaya gitmiş olmalıydı. Şimdi bile benim için çabalıyordu.

“Haklısın.” dedi Baran yenilgi dolu pasif bir öfke ile, “Size anlatmalıydım, en çok da sana…”

“Anlatmalıydın.” dedim.

“Ben yalnızca…” diye mırıldandı, “Size anlatırsam annelerimizin işlediği bu suçun ortaya çıkmasını istemeyeceğinizi düşündüm. Bu yüzden bununla tek başıma mücadele etmeye çalıştım. Ama…” dedi.

“Ama?”

“Ama neyse ki tek değildim.” dedi Baran.

Kaşlarımı çattım. Soran gözlerle baktım yüzüne. Kalbim korkuyla hızlanırken dudaklarımı araladım.

“Tek değildim de ne demek?” diye sordum.

Baran başını salladı.

“Gerçekleri öğrenmek istiyordun…” dedi, “Öğrenmeye hazır mısın Derin?”

Yapbozun tüm parçalarını bulduğumu, geriye yalnızca hepsini birleştirmenin kaldığını düşünürken bu da neydi şimdi? Başka parçalar mı vardı? Bu hikayenin eksik sayfaları ne zaman tamamlanacaktı?

Yüzleşme zamanı gelmişti… Baran’la, geçmişle, gelecekle, gerçeklerle, hikayemizin tüm sayfalarıyla ve tüm parçalarıyla, en önemlisi de kendimle yüzleşme zamanım gelmişti.