23. Bölüm: Kırık

Beyza Alkoç

(SAATLER SONRA)

Sırtıma aldığım bütün gerçeklik yükleriyle hikayenin Baran’daki tüm sayfalarını eksiksizce dinlemiş ve Aziz Ata ile beraber ayrılmıştım hastaneden. Bana aldığı kahveyi yudumlarken pek de iyi değildim. Bu hikaye ile ilgili duyduğum her şey ama her şey ruhumdan alıp götürüyordu adeta. Ellerim buz gibiydi, kalbim de öyle.

Öyle bir boşluğa atılmıştı ki ruhum, düşecek yerim bile yoktu.

Geldiğimiz gibi döndük tüm yolu. Aziz Ata teklif etse de karakola gitmek istemedim. Ne anneme uğramak istedim, ne de Berfu ve Dünya’nın yanına olabilmek için o binaya adım atmak istedim. Eve gitmek istediğimi söyledim ona. Kendi evime değil, onun evine.

Başım ağrıyordu. Baştan aşağı öyle yorulmuştum ki bir merdiven basamağında bile uzanıp uyuyabilirdim halsizlikten. Aziz Ata’nın dairesine döndüğümüzde dışarıda dün olduğu gibi zayıf bir yaz yağmuru çiseliyordu.

Boş gözlerle baktım dairenin balkona çıkan oturma odasına.

“Çay?” dedi Aziz Ata, “İkinci kez kahve?”

“Çay.” diye mırıldandım güçsüz bir sesle.

Dün gece beraber uyuduğumuz koltuğa hüzünle oturdum ve dünden kalan yatak örtüsünü omuzlarıma çektim. Bacaklarımı da kendime çekip bakışlarımı tam karşımda duran kapalı televizyonun siyah ekranından görünen yansımama çevirdim. Gözlerimi gözlerime diktim.

“Üşüdün mü?” diye sorduğunu duydum Aziz Ata’nın çay fincanlarını önümdeki sehpaya bırakırken.

“Hayır.” dedim.

“Acıktın mı?” diye sordu, “Bir şeyler hazırlayayım hemen.”

“Hayır,” dedim donuk bir sesle gözlerimi karşıdaki yansımamdan ayırmadan, “Baran’ın yanında yedim.”

“Peki,” dedi Aziz Ata, “Yağmurun sesini dinlemek istiyorsun anlaşılan.”

Tam yanımda oturuyordu. Arkasına yaslanıp ayaklarını önüne doğru uzattı. Gözlerim sehpada duran iki fincan çaydan çıkan çay buharına kaydı. Yağmurun sesine odakladım kendimi. Bir şeyler duymaya çalıştım, yağmur bana bir şeyler söylesin istedim çünkü omurgam artık dik duramıyordu.

Sabah bu evden çıkan Derin ve az önce bu eve dönen Derin bir değildi. Battaniyelerin ardına sığınmak da korumuyordu beni gerçeklerden.

“Keşke,” diye mırıldandım sessizce, “Yağmur alıp götürse tüm yaşananları.”

“Keşke.” dedi Aziz Ata aynı sessizlik içinde.

“Keşke ardına sığındıklarımız saklayabilse bizi gerçeklerden, ve keşke bazı gerçekler hiç olmasa…” dedim.

Dolu gözlerim televizyondaki yansımamdan uzaklaştı ve dışarıda yağan yağmura döndü. Yağmur hızlanmıştı. Yüzlerce şey canlandı gözümde. Hani derler ya, hayatımın bir film şeridi geçip gitti gözlerimin önünden.

Babamın suratıma fırlattığı bir kaşıkla başlamıştı her şey. O gün hayran kalmıştım annemin gücüne. Dikiş makinaları, ipler, kumaşlar, simler, boncuklar, konfetiler… Atölyenin kapısından içeri girdiğim ilk gün hala aklımda. Dünya, Berfu ve Baran’la gülüşmelerimiz, sohbetlerimiz, bazı geceler annemin dikimlerine sabaha kadar yardım edişlerimiz… Sonra bir bir söküldü o dikişler kafamın içinde, ipler iğnelerden çıktı birer birer. Konfetiler toprak gibi üzerimi örttü. Partiler hep mutsuz bitti, güneş kapanları karanlığı yakaladı yanlışlıkla. Balonlar teker teker patladı. Bütün mutlu anlarımıza alternatif mutsuz sonlar yazdım kafamın içinde, denizlerde boğuldum, koşarken takılıp düştüm hep. Sonra biri geldi, camdan mavi bir bilye tutuşturdu elime, “Bu senin olsun.” dedi, bana kendimin diğer bir yanını, Derin’den ziyade içimde taşıdığım “Mavi”yi hatırlattı.

Sonra o bilye avucumun arasında düştü. Elimi kesti küçük cam kırıkları. Kendi yansımamı gördüm o cam kırıklarında. Belki de parçalara ayrılan bendim aslında.

“Neden?” diye eşlik etti sesim yağmurun güçsüz sesine.

Bir anda, belki de hiç beklenmedik bir anda. Bakışları bana döndü Aziz Ata’nın. Çaylar artık soğumuştu, buharları dindi ama bu hikayeye dahil olan hiçbir ferdin içi kolayca soğumayacaktı.

“Ne neden Derin?” diye sordu Aziz Ata.

Sesinde bir tını vardı. Sorar gibi değildi, hem “Nihayet.” der gibiydi hem de “Şimdi olmasın, lütfen.” der gibiydi. Acı içinde döndüm ona.

Dolu gözlerimle baktım gözlerine. O ise ben döner dönmez kaçırdı gözlerini, gözlerimdeki acı ile yüzleşmek istemedi. Bu sefer televizyonun siyah boşluğuna dönen oydu, kendi yansımasında kaybolan oydu.

“Neden?” diye fısıldadım son gücümle, konuşacak gücüm kalmamıştı artık, “Neden Aziz Ata?” dedim ve hayal kırıklığı içinde ekledim, “Baran bugün bana senin ona yardım ettiğini söyledi. Bunu neden yaptın? Baran’ın ortadan kaybolmasına neden yardım ettin Aziz Ata? Onun nerede olduğunu biliyor olmana rağmen bunu benden neden sakladın?”

Sonra gerçekte sapasağlam duran ama ruhumun derinlerinde paramparça olan o bilyenin kırılma sesini bir kez daha duydum kafamın içinde. Bir kez daha ve bir kez daha. Defalarca kanattı ellerimi bilyenin kırıkları.

Eksik sayfalar kağıt kesikleriyle doldurdu ruhumu…