22.Bölüm : Başardık mı?
*Başardık...*
Günaydın Türkiye, bugünü yaşamaya hazır mısınız?
Araladığım gözlerimin gördüğü ilk görüntü güneşti. Yağmursuz bir hava haftalardır alışık olmadığım bir durumdu. Yağmur durmuştu, güneş açmıştı. Gözlerimin önünde uçuşan toz taneleri güneşin eseriydi. Toz taneleri de güzeldi. Bazen her şey güzeldi. Bazen bir kutu dolusu çöp bile güzeldi, çünkü gerçekti. Dünyanın her yeri bir manzaraydı aslında. En kötüsünden en güzeline, gözümüzün gördüğü her şey birer manzaraydı. Çünkü inanın bana, en güzel şeyler sahte olmayanlardı.
Koltukta uyumuştum. Efe karşı koltuğumda, Ece ise onunla aynı boydaki berjerlerden birinde uyuyakalmıştı. Geceye dair hatırladığım tek şey birlikte süt içip kurabiye yedikten sonra bu koltuklarda bomboş ve amaçsızca çizgi film izlediğimizdi.
Sanki bir geceliğine üç küçük çocuktuk. Konuşmuş, ağlamış ve gülmüştük. Uyuyakalmadan hemen öncesine dair hatırladığım son şey ise gözlerimin karşı koltukta uzanan Efe’nin duvara yansıyan siluetinin üzerinde dolaşmalarıydı. Hayat bir yansımaydı. Efe’nin yansıması ise benim için hayattan daha gerçekti.
Parçalara bölünmüş gibiydik. Gelgitleri olan, dengesizliklerin sınırlarını zorlayan iki yetişkin bir de çocuktuk. Annesi ve babasının yerine koyduğu teyzesi ve eniştesinin evinden kaçar gibi kaçıp gitmişti Efe benden. Sonra oraya döner gibi dönmüştü bana. Biz ne olacaktık? Ne olmalıydık? Bunların bir önemi var mıydı?
Ne olacağınızın bir önemi yok Mine. Siz zaten oldunuz.
Ne olduk, İç Ses?
Onu da sen söyle Mine. Ne dersin?
Derin bir nefes eşliğinden yattığım koltukta kıpırdandım. Efe benim kıpırdanmam ile birlikte gözlerini açtı. Kafasının içindeki hassas sistemin bu kıpırdanmaya uyanmış olması bile acı vericiydi. Etrafındaki her şeyin farkında olmak zorundaydı. Hayat ona başka seçenek sunmamıştı. Bana da.
“Günaydın Yeşil Küpeli Kız.” dedi sessizce.
Sol gözümün seğirdiğini hissettim o an. Bu ismi onun dudaklarından duymam konusunda nasıl hissedeceğimi bile bilmiyordum. Efe sakin görünüyordu, karışık ama sakin.
“Günaydın Efe Duran.”
“Söylesene, bugünün magazin bombaları ne?” dedi ve sessizce güldü.
Yattığım yerden uzanıp ayak ucumdaki battaniyeyi üzerime çektim. Vakit kazanmaya çalışıyordum çünkü ne tepki vermem gerektiği hakkında ciddi anlamda bir fikrim yoktu. Kızgın mıydı bunu bile bilmiyordum. Bu konuda neredeyse hiç konuşmamıştık.
Belki de sormalısın Mine.
Neyi?
Kızgın olup olmadığını? Aklına gelen düşüncelerin seni yiyip bitirmesinden bıkmadın mı? Sor gitsin.
Sanırım haklısın, İç Ses. Haklı olduğun nadir günlerden biri bu.
Derin bir nefes aldım. Koltukta yattığım yerden başımı tavana çevirdim. Güneş geçirmeyen perdelerim dışarıdaki ılık rüzgarın kıpırdanmalarıyla ileri geri hareket ederken güneşin ışıkları içeri tam girecekken perdenin bir diğer hareketiyle odanın içi kapkaranlık oluyordu. Ruhum gibi. Derin bir nefes aldım ve merak ettiğim soruyu sordum.
“Bana kızmadın mı?” deyiverdim bir anda. Efe bir süreliğine sessiz kaldı.
“Kızdım.” diye yanıtladı, “Yaptığın şey için değil.”
“Ne için?” dedim şaşkınlıkla.
“Sonradan bana anlatmadığın için. Bir anlığına sana olan bütün güvenimi kaybettim.” Kurduğu cümle içimde bağıra çağıra ağlama isteğine sebep olurken sakin kalmaya çalıştım.
“Sonra ne oldu?” diye sordum, “Neden geri geldin? Benim için neden müziği bırakıyorsun?”
“Buradan giderken geri dönme düşüncem yoktu. Sana bir daha güvenemeyeceğimi düşünüyordum. Bana birlikte geçirdiğimiz zaman boyunca yalan söylemiş olman duygularının da yalan olduğunu düşündürttü. Oraya gittiğimde kendime yeni bir hayat kurmaya kararlıydım.” Sustu. Sanki geçirdiği günler gözlerinin önünden geçiyordu.
“Devam etmeyecek misin?” diye sordum.
“Edeceğim.” dedi kısık bir sesle. Kısa bir sessizlik içinde bekleme anından sonra Efe dünyaya döndü ve tekrar konuşmaya başladı.
“Aslında biraz depresyona ihtiyacım varmış...” dedi, “İçip sızmalı, merdivenlerde uyuyakalmalı günler geçirdim. Birkaç kavgaya karıştım. Karmakarışık, berbat günler geçirdim. Sonra bir gün durdum ve kendi kendime bir şey fark ettim. Bunu bana bir şarkı fark ettirdi. Bir başkasının şarkısı...”
“Ne fark ettin?”
“Tüm o bunalımlı günlerimin arasında sadece rüyalarım güzeldi.”
“Rüyaların mı?” dedim şaşkınlıkla, “Ne görüyordun ki?”
“Seni.” dedi.
Dudaklarımın arasına giren nefes bile titriyordu.
“Peki şarkı...” dedim, “Şarkı neydi?”
“Bu.” dedi ve telefonunu eline alıp birkaç saniye içinde bir şarkı açtı, şarkıyı ileri sardı, “Tam burası.” diye ekledi,
“Sanki hevesim hiç kırılmamış gibi yine sana...” diyordu Berkay Altunyay’ın şarkısı,
“Senin ne hakkın var,
tam unuttuğum anda gelmeye,
bir rüyada...”
“Bu sözleri duyduğum an sana çok sinirlendim.” dedi Efe. Kaşlarımı çatıp yüzüne baktım. Şarkı arka planda çalmaya devam ediyordu.
“Neden?” diye sordum merakla.
“Çünkü... Ne hakkın var?” dedi gözlerini gözlerime çevirip.
“Neye?”
“Rüyalarıma girmeye.”
Efe Duran karşı koltuğumda oturmuş bana rüyalarına girdiğim için hesap soruyordu, buna ne hakkım olduğunu soruyordu.
Bu iyi bir şey Mine, öfkesini atıyor.
Suçluluk duygusuyla bir nefes alıp başımı öne eğdim. Onun ardından ben de o haldeydim. Her gece rüyalarımdaydı, uyandığımda ise kafamın içinde olmaya devam ediyordu.
Tam o an şarkıda tam olarak şu cümle geçti, “Kokun her yeri sarmış.” Efe acı içinde güldü.
“Bir de bu cümle var...” dedi şarkıda geçen bu cümleyi işaret ederek. Soyut bir cümleyi eliyle işaret etti.
“Kokun her yeri sarmış...” dedi şarkı bir kez daha.
“Senin Yeşil Küpeli Kız olduğunu öğrendiğim akşam üzerimde olan kıyafetleri hiç yıkamadım. Kokun her yeri sarmıştı. Aynen böyle...”
Bir süre boyunca şarkıyı tekrar tekrar dinledik. Ya da şarkı çalmaya devam etti ve biz sustuk. Sonra Efe şarkının sesini kısıp telefonunu orta sehpaya bıraktı ve konuşmaya devam etti.
“Sonra uzunca bir düşünme dönemi geçirdim. Seni hatırlamaya çalıştım, tanımaya çalıştım. Yeşil Küpeli Kız’ın sayfasını açıp inceledim, yazdıklarını okudum. Bakışlarını düşündüm, üzerine senin kokun sinen kıyafetlerimi kokladım. Ve bambaşka bir şey gördüm...”
“Ne gördün?” diye sordum dolu gözlerle onu izlerken.
“Hayat tarafından yenik düşürülmüş bir çocuğun zirveye çıkma çabasını gördüm. Anne ve babası tarafından görülmeyen bir çocuğun ‘Ben görülmek istemiyorum.’ diye bağırırken aslında bir takma isimle de olsa milyonlarca insan tarafından görülmek istediğini gördüm. Çünkü yaralarının böyle iyileşeceğine inandın, Yeşil Küpeli Kız. Benim gibi... Haksız mıyım?”
Sol gözümden akan bir damla yaşı alelacele sildim.
“Haklısın.” dedim sessizce.
“Ben acılarımı müzikle göstermeye çalıştım. Gerçek annem ve babam beni hiçbir zaman duymadı, görmedi ama milyonlarca insan her gün beni dinliyor, duyuyor, görüyor.” dedi ve sonra ekledi, “Ve seni okuyor.”
Efe’nin söylediği şeyler benim bile bu zamana kadar kendimle ilgili fark edemediğim şeylerdi. Görünmek istemiyorum sanıyordum, duyulmak istemediğimi, parlamak istemediğimi sanıyordum. Öyleyse neden Yeşil Küpeli Kız olmuştum? Neden milyonlarca insanı bir araya toplamıştım? Neden sırf haber yapmak ve magazin dünyasının en bilinen yazarı olmak uğruna yaşadığım yerden ayrılıp buraya taşınmıştım. Ben görünmek istemiştim, bilinmek istemiştim.
“Önemsenmek istemişim...” dedim sessizce.
Bu cümle dudaklarımın arasından fısıltı gibi çıktı, aslında Efe’ye değil kendime söylemiştim bunu. Kendi kendime bir farkındalık yaşamıştım.
“Boşluk doldurmaya çalışmışız, Mine.” dedi Efe, “Sen benim aynaya baktığımda gördüğüm yansımamsın. Kaderimiz aynı, çabamız aynı. Hikayemiz aynı.” dedi.
Başımı Efe’ye çevirdim ve buruk bir gülümsemeyle baktım yüzüne.
“Başardık mı?” dedim buruk bir gülümsemeyle.
“Başardık.” dedi Efe.
Sonra ikimiz de önümüze döndük. Başarmak her zaman mutluluk verici değildi. Görülmek istemiştik, görülmüştük. Sadece bu.
“Yeşil Küpeli Kız başardı.” dedi Efe.
“Ve Efe Duran başardı.” diye ekledim.
“Ama biz bundan daha fazlasıyız. Sen Mine’sin, ben Efe. Bizim önemsenmek için milyonlarca insana ihtiyacımız yok.”
Efe ile tanışmak benim için kocaman bir hayat okuluna dönüşmüştü. Tanıştığımız günden beri kendimi tanımıştım. Sanki tanıştığım kişi Efe değil de kendimdim. Bana kendimi öğretmişti ve ben de ona kendisini öğretmiştim. Biz birbirimize öğretmen olmuştuk, birbirimize ayna olmuştuk. Bir araya gelmemiz kaderdi.
“Ne yapmak istiyorsun?” diye sordum.
“Efe olmak istiyorum.” diye mırıldandı, “Efe Duran değil. Gizlenmekten yoruldum. Dışarıya müthiş bir karakter çizmekten yoruldum. Kavgacı, depresif, ilham dolu, dengesiz, hem zeki hem aptal, çevresindeki herkesten nefret eden adamın tekiyim. Sahte gülümsemelerden yoruldum. Sen?” dedi, “Sen ne yapmak istiyorsun?”
“Mine olmak istiyorum...” dedim sessizce.
“Ne yapman gerektiğini biliyorsun.” dediğinde gözleri gözlerimdeydi.
Ne yapmam gerektiğini biliyordum. Efe’nin neyi kastettiğini çok iyi biliyordum. Bunu yapacak cesaretim var mıydı?
Olmaz mı Mine?
Telefonumu elime aldım. Derin bir nefes alıp telefonumun ekranındaki duvar kağıdına uzun uzun baktım. Duvar kağıdımda beni büyüten cümle yazıyordu, “Hayat sana hediye sunmaz. Bir yaşam istiyorsan git ve çal onu.”
Duvar kağıdımı kaldırdım. Ekrana rengarenk bir gökkuşağı resmi koydum. Yeterince büyümüştüm, daha fazlasına ihtiyaç yoktu.
“Yapacak mısın?” diye sordu Efe. Cevap vermedim. Telefonum ile geçirdiğim iki dakikanın sonunda başımı kaldırdım.
“Yaptım bile.” diye mırıldandım ve karşımda duran esere baktım.
Yeşil Küpeli Kız sayfamın ismini “Mine Uysal” olarak değiştirmiştim. Profil fotoğrafıma kendimin bir fotoğrafını koymuştum. Yeşil Küpeli Kız ismi kullanıcı adımda yazmaya devam ederken hemen üzerinde kendi ismim yazıyordu. Ne Yeşil Küpeli Kız’ı yok etmiştim ne de Mine’yi.
Ben Mine’ydim. Bunu gizlemek için hiçbir sebep yoktu.
Ben profil fotoğrafıma ve ismime uzun uzun bakarken telefonumun üst kısmında bir bildirim belirdi.
“Efe Duran seni takip etti.”
Kaşlarımı kaldırıp şaşkınlıkla Efe’ye baktım. Onun beni takip etmesi magazinde büyük olaylar yaratabilecek bir olaydı. Efe ise gayet sakindi, ben beni takip etmesinin şaşkınlığını atana kadar telefonunda birkaç işlem daha yapıp telefonunu sehpaya geri bıraktı ve üzerinde örtülü olan battaniyeyi katlamaya başladı. Belli ki yapılabilecek hiçbir haber umrunda değildi.
Gelen bildirimin üzerine tıkladım. Efe profil fotoğrafını değiştirmişti. Profil fotoğrafındaki sahne görseli yerine evinde çektiği bir fotoğrafını koymuştu. Profilinde yazan menejerlik bilgilerini kaldırmış ve isim kısmında yazan “Efe Duran – Müzisyen” yerine, “Efe” yazmıştı ve biyografi kısmındaki bilgilerin tamamını silip “Öylesine biri.” Yazmıştı.
“Efe. Öylesine biri.”
Sessizce gülümsedim. Efe’yi takip ettim ve telefonumu onun telefonunun yanına bıraktım. Kalkıp onunla aynı şekilde battaniyemi katladım. Biz bir savaş sahnesinin ardına klasik müzik koyan bol ödüllü bir sanat filmi gibi yavaş yavaş oturma odasını toplarken sehpanın üzerindeki telefonlarımıza bildirim yağıyordu. Telefonlarımız çalıyor, mesajlar akın akın gelmeye devam ediyordu ve biz sadece sessizce oturma odasını topluyorduk.
Bir anlığına Efe koltuğun yastıklarını dizerken ve ben fon perdeleri pencerenin sağ ve sol kenarlarına toplarken durup birbirimize baktık. Gülümsedim.
“Bence asıl şimdi başardık.” dedi Efe. Başımı salladım.
“Yeşil Küpeli Kız ve Efe Duran değil. Bu sefer biz başardık... Efe ve Mine.” dediğimde hayatımda ilk defa kendim ile gurur duyuyordum.
Ve sen... Yıllar boyunca yaşadın, ayakta kaldın, kendin oldun. Hala kendini başarısız hissediyorsun, öyle mi?
Güldürme beni.
İnsanın en büyük zayıflığı kendini başarılı olarak görmekten korkmasıdır. İnsan herkesi över de bir kendini övemez, bu bir zayıflıktır. Bizim zayıf olduğumuz tek yön bu, herkesle dostuz ve kendimize düşmanız.
Öyle dönemler yaşadık, öyle dönemler yaşıyoruz ki ayakta kalabilmemiz bir mucize. Oysa öyle güçlü bir ruhun var ki sen hala ayaktasın. İçinden geçtiğin tüm labirentlerde yolunu bulmuşsun, kaybolduğunda bile kendinle kalmışsın, üzerini kaplayan tüm fırtınaların içinde oturup dinmesini beklemişsin, rengarenk acılarının içinden bir gökkuşağı çıkarmışsın ve o gökkuşağını görmek en çok senin hakkın.
Hadi, itiraf et kendine. Sen başardın.
Tam buraya, bu satırın altına yaz bunu, “Başardım.” de ister büyük ister küçük harflerle.
“.....................................”
Kabullen artık. Sen başardın. Biz başardık.
Kendini kaybolmuş hissettiğin her an bunu hatırla. Buraya kadar geldin. Kayboldun ve yolunu buldun sen. Ağlayıp her seferinde yine güldün, düşüp tekrar ayağa kalktın. Sen başardın. Efe ve Mine gibi. Benim gibi, bizim gibi... Biz başardık.
Belki daha çok kaybolacağız, daha çok düşecek ve daha çok ağlayacağız ama unutma, hepsini aştık. Hepsini geçtik. Yolu biliyoruz, acıyı tanıyoruz.
Tekrar yolumuzu bulacak, tekrar ayağa kalkacak ve tekrar güleceğiz. Dünyaya gelmek başlı başına bir doğal afettir, yaşamak toparlanmaktır, ayakta kalmak başarmaktır. Şimdi derin bir nefes alalım ve devam edelim. Birlikte. Her zaman olduğu gibi.
“Senden bir şey isteyebilir miyim?” dedi Efe tereddüt dolu bir sesle.
“Tabi.”
“Bana sarılır mısın?” dedi bir anda.
Bu soruyu o kadar zor sormuştu ki sanki onu reddedeceğimden korkuyordu. Cevap bile vermedim. O öylece durmuş benim cevabımı beklerken ben ona doğru üç adım attım ve gövdesini kollarımla sarıp onun kollarının altına girdim. Efe beni kollarıyla sıkıca sararken burnu saçlarımda geziniyordu. Arka planda hala aynı şarkı çalıyordu.
“Kokun her yeri sarmış...” diye fısıldadı bana dinlettiği şarkıya ithafen.
Sonra şarkı “Seni kim neden aldı?” diye devam ettiğinde Efe kulağıma doğru eğildi.
“Bu kısım bizim için geçerli değil.” dedi, “Seni kimse alamaz.”
“Alamaz mı?” dedim mest olmuş bir sesle.
“Vermem.” dedi.
Gözlerim Efe’nin gözlerine hayran hayran bakarken karşımda gördüğüm kişi en başından beri tanıdığım Efe Duran’dan bambaşka bir kişiydi. Bu Efe’ydi. Öylesine biri. Gördüğüm en öylesine olmayan ruh. Efe’nin dudakları saçlarımı öpmek için eğildiğinde kalbim deli gibi atıyordu ama bu heyecan dolu anı kapının zili bozdu.
Hay senin kapının ziline sokayım Mine!
Al benden de o kadar İç Ses!
Yakında iç sesimle altın günü yapmaya başlayacaktık. Bu aralar iyi anlaşıyorduk.
“Ben... gidip kapıya bakayım...” diye mırıldandım zar zor ayakta duruyormuşum gibi. Ellerimi Efe’nin geniş sırtından zorla çektim.
“Ben bakarım.” dedi ve kapıya yöneldi.
“Beraber gidelim mi?”
“Kapıya bakmaya mı?” diye sordu Efe gülerek. Başımı salladım.
“Olur.” dedi.
Hiç beklemediğim bir anda elimi tuttu ve biz sanki iki liseli aşıkmışçasına saçma bir anın içinde bulduk kendimizi.
Kapıya bakmaya gidiyorduk. El ele.
Kapıya kadar geldiğimizde Efe kapının deliğinden bakıp kaşlarını çattı.
“Kim?” diye sordum.
“Tanımıyorum. Bir kadın...” dedi.
“Açsana.” dedim merakla. Efe kapıyı araladığında kapının önündeki otuz beş kırk yaşları aralığında olduğunu tahmin ettiğim bu kadını tanımadığımı fark ettim. Kadın saçlarını tek bir saç teli çıkmayacak kadar sıkı toplamıştı. Hafif kilolu, yorgun ve üzgün görünüyordu.
“Buyurun.” dedim.
“Mine?” diye sordu tereddütle.
“Buyurun benim.”
“Ben Nilüfer.” dedi utangaç bir sesle.
“Yani?”
“Ece’nin annesiyim. Kızımı almak için geldim.”
Şok içinde bakakaldığım an gözlerim Efe’nin gözlerine çevrildi. Efe yüzüme dağılmış bir üzüntüyle bakarken tek düşündüğüm şimdi ne yapacağımdı. Ne yapacaktım? Ne yapabilirdim? Annesi haftalardır yanımda olan küçük kız kardeşimi almaya geldiğini söylüyordu. Elimi kalbime götürmüş acı içinde Efe’nin gözlerine bakıyor ve bir umut ışığı arıyordum ama sanırım öyle bir umut yoktu.
O Ece’nin annesiydi. Onu alıp gidecekti.
Ve ben ailemi kaybedecektim, bir kez daha.
Ne olursa olsun kardeşimin beni unutmasına ve bensiz büyümesine izin vermeyecektim. Her şeyi başardığımız gibi bunu da başaracaktık.
Efe’nin eli uzanıp elimi sıkıca tuttu. Sanki “Ben buradayım.” demek istiyordu. Ece’yi annesine vermek zorunda kalırsam bu dünyamı başıma yıkacaktı ama Efe yanımdaydı. O buradaydı ve birlikte başaramayacağımız hiçbir şey yoktu.
Biz Efe ve Mine olmayı başarmıştık. Ötesi yoktu.