21. Bölüm: Kapan

Beyza Alkoç

Yol boyunca ağzını açan olmadı. Keşke sormasaydık, keşke bilmeseydik, keşke öğrenmeseydik dediğimiz bir gerçekle yüzleşmiştik çünkü. İşte şimdi gerçekten de koşmak istiyordum sokak sokak, kapatmak istiyordum kulaklarımı, gözlerimi… Bilmeden, duymadan, görmeden devam etmek istiyordum hayata.

Emniyet müdürlüğüne ulaştığımızda arabadan inmek bile zordu benim için. Adımlarım ilerlemek istemiyordu önümüzde duran o kasvetli binaya doğru. Annemi görmek istiyor muydum onu bile bilmiyordum artık. Konuşsak ne diyebilirdi ki bana? Ne söyleyebilirdi ki gözlerime bakıp? Bir bir bana da anlatabilir miydi gerçekleri?

“Derin, iyi misin?” dediğini duydum Aziz Ata’nın, “İçeri girmek istediğine emin misin?”

Saat sabahın kaçıydı bilmiyordum, kasvetli bir sabah tonunda, hafif çiseleyen yaz yağmurunun altında duruyordum mavi elbisemle. Aziz Ata’nın kayıp ceketi çıkmıştı ortaya, arabasından alıp gelmiş, omuzlarıma bırakmıştı ceketini.

“Arkadaşlarımı yalnız bırakamam.” diye mırıldandım. Başını salladı ve destek olmak istercesine koluma dokundu Aziz.

Birlikte içeri girdiğimizde Berfu ve Dünya çaresiz gözlerle koridorda yürütülen annelerini izliyor, birilerine sorular sormaya çalışıyordu. Babalarının durumu da farklı değildi, herkes birilerinin peşindeydi, hepsinin aklında ise tek bir soru vardı… Ailelerine ne olacaktı?

Zaman öyle kaotik ve öyle hızlı geçti ki yaşamın zaman kapsülünün içinde oradan oraya savrulup durdum sanki. Avukatlar geldi bir bir, ifadeler alındı. Ben Berfu ve Dünya Can’ın yanlarında olmayı sürdürsem de aklım yine de annemdeydi. Onu görmekten hem korkuyor hem de onu görmeyi her şeyden çok istiyordum.

Deha Yener’i ise hiç görmemiştim sahada. Muhtemelen bu davadan uzak tutulacaktı, şüphelilerden biri ne de olsa onun eşiydi artık.

Dünya ve Berfu babaları ve avukatlarıyla konuşurken Aziz Ata’nın elinde bir bardak kahve ile bana yaklaştığını gördüm. Kahveyi bana uzattı ve yanıma oturdu. Bu anı bir yerlerden hatırlıyor gibiydim…

Aylar öncesine gitti zihnim. Aziz Ata ile tanıştığımız ilk gün nasıl karakolluk olduğumuzu hatırladım, Yiğit yüzünden başımıza gelenleri, annemin beni almaya gelişini…

“Eğer,” dedi Aziz Ata yanımda sakince otururken, “Anneni görmek istersen senin için gerekli kişilerle konuştum. Az önce sağlık kontrolünden dönmüş. İstersen onu görebileceksin…”  

“Teşekkür ederim…” diye mırıldandım halsiz bir sesle, “Ama buna artık ihtiyacım yok.”

“Emin misin?” dedi Aziz Ata, “En azından bir kez olsun yüzleşmek istemez misin? Sonra pişman olmaz mısın?”

Omuz silktim.

“Pişman olması gereken çok kişi var buralarda.” dedim, “Onlardan biri de ben olayım, sorun değil.”

Sonra başımı eğdim, Aziz Ata’nın omzuna yasladım ve kahvemden bir yudum alıp hayal kırıklığı içinde düşüncelere daldım. Etrafımdaki konuşmaları duyuyordum. Berfu ve Dünya’nın artık anneleri için değil, babaları için çırpındıklarını fark ettim. Avukatlar bile olayın karmaşıklığının içinden çıkamamış gibilerdi, annemin avukatı hangisiydi onu bile bilmiyordum. Düşmüştüm çünkü bildiğim dünyada, bildiğim ve içinde büyüdüğüm o dünyada değildim artık.

Derin bir yalnızlığın içindeydim.

O kadar korkunç şeyler düşünüyordum ki bir gün kendime bu soruları soracağımı bile düşünmezdim hiçbir zaman. O gün arabayı kullanan kimdi? Annemin bahsettiği o beşinci kişi kimdi? Tanıdığımız biri miydi yoksa yalnızca bir yabancı mıydı? Aklımı kaybetmek üzereydim ve bunları düşünmeyi bile yediremiyordum kendime.

Saatlerdir buradaydık, Aziz Ata arada gidip birilerinden bilgi almaya çalışıyordu, avukatlar müvekklikleriyle görüşüp çıkmış, kendi aralarında ortak bir dosya yürütmek için istişare bile etmişlerdi. Berfu ve Dünya Can artık halsizce birer sandalyeye çöktüğünde onları toparlama sırası babalarındaydı. Artık birbirlerinden başka kimseleri yoktu.

“Hadi,” dedim babasının ısrarlarına yanıt vermeyen Berfu’ya, “Hadi Berfu, git uyu biraz. Dünya sen de! Lütfen. Bir şey olursa Aziz Ata’ya haber gelir, tamam mı? Aklınız burada kalmasın.”  

İkisi de bembeyazdı, ben ise ne halde olduğumu bile bilmiyordum. Yorgunluktan nefes alacak halim bile kalmamıştı. Berfu ve Dünya babalarıyla birlikte ayrılırken geriye sadece Baran’ın babası kalmıştı, o da burada beklemekte ısrarlıydı. Aziz Ata ile hava almak için karakolun kapısına çıktığımızda hava kararmak üzereydi.

Sabahın ilk ışıklarıyla girmiş, günün son ışıklarıyla çıkmıştık.

Yaz yağmuru aynı güçsüzlükle devam ediyordu. Aziz Ata ile karakolun merdivenlerinin en üstünde durmuş, çiseleyen yağmuru izlerken ne halde göründüğümüz umurumuzda bile değildi. İçimdeki acı umursayabileceğim her şeyi elemişti zaten.

“Aziz.” dedim yorgun bir sesle, artık kendimi de duygularımı da bırakmak üzereydim.

“Derin?” Bana döndü, yorgun ve hüzünlü gözlerle baktı halime.

Gözlerim Aziz Ata’nın gözlerini bulur bulmaz birer damla yaş sızdı yanaklarıma. Çok yorgundum, çok üzgündüm. Birine ya da bir şeylere sığınmaya ihtiyacım vardı ve tek sığınağım oydu artık. Ona çaresiz gözlerle baktım ve sessizce konuştum.

“Aziz beni eve götür…”

Beni kollarıyla sardı. Saçlarıma bir öpücük kondurdu ve sanki vedalaşır gibi sarıldı benimle. Sıkı sıkı, özlem dolu…

Yol boyunca hiç konuşmadım. Artık konuşmak istemiyordum bile. Kelimelere ne inancım kalmıştı ne de konuşacak enerjim. O gece Aziz Ata’nın evine girdiğimizde kendimi gerçekten de bir sığınağa gelmiş gibi hissettim. Bu ev bana annemi hatırlatmayacaktı en azından.

“Sana havlu getireyim,” dedi Aziz Ata, “Sıcak bir duş al. Sonra saçlarını kuruturum, olur mu?”

Dolu gözlerle başımı salladım. Ağlaya ağlaya duş aldım. Sıcak su başımdan aşağı akarken hıçkırıklarımı sessiz tutmaya çalıştım. Boğazımda öyle büyük bir düğüm vardı ki bağırsam bile çözülmeyecekti. Zamana ihtiyacı vardı o düğümün, zaman geçtikçe gevşeyecek, kendi kendine çözülecekti…

Aziz Ata saçlarımı kuruturken gözlerim aynadaki gözlerimdeydi. Kıpkırmızı olmuş gözlerimi çerçeveletip asmak isterdim annemin gözlerinin önüne. Hoş, umursar mıydı artık ondan bile emin değildim.

Aziz Ata duş alıp gelene kadar onun kıyafetlerinin içinde, onun balkonunda oturup bir fincan yeşil çay içtim. Suskunluk orucunda gibiydim saatlerdir, konuşmak istemiyordum. Konuşmaktan da öte, varlığım bile rahatsız ediyordu beni.

Ben balkonda oturup çiseleyen yaz yağmurunu izlemeye devam ederken oturma odasındaki televizyonun açıldığını duydum. Başımı çevirip içeriye baktığımda Aziz Ata’nın bir yastık, bir battaniyeyle geldiğini ve televizyon kanalları arasında gezindiğini gördüm. Hüzünle gülümseyerek oturduğum yerden kalktım ve içeriye girip balkonun kapısını kapattım.

“Hala yağıyor mu?” diye sordu Aziz Ata. Başımı salladım.

“Bu gece dinecek gibi değil… Burada mı uyuyacağız?”

“Seni yatakta rahatsız etmeyeyim diye düşündüm, o yüzden buraya taşınıyordum.” dedi Aziz Ata.

Derin bir iç çektim. Koltuğa serdiği koyu mavi battaniyenin altına girip başımı yastığa koydum ve gözlerimi başımda bekleyen Aziz Ata’ya çevirip battaniyeyi onun için araladım.

“Gel,” dedim, “Bu gece beni bekleyen kabuslarımdan kurtar beni.”

Aziz mahcup bir gülümsemeyle girdi battaniyenin altına, beni kollarının arasına aldı ve burnunu burnuna yaslayıp sessizce yanıtladı beni.

“Geldim,” dedi, “Kurtardım seni.”

Yağmur dinmedi o gece. Kabuslarımsa beni ele geçiremedi. Çocukluğumda annemin bana bir kabus kapanı aldığını hatırlıyorum. Yatağımın başına sahte kuş tüylerinden yapılma bir süs asmıştı ve isminin “kabus kapanı” olduğunu söylemişti bana. Kapan yatağımın başında olduğu sürece kabus görmeyecektim güya, bütün kabuslarım kapana takılacaktı. Yatağımın başındaki kapan pek işe yaramamıştı ama gerçek kabus kapanımı bulmuştum sanırım. Aziz Ata benim kabus kapanımdı.

Aziz’in kollarında hiç hissetmediğim kadar güvende hissettim ama içimdeki o huzursuzluk duygusu göğsümün tam ortasında öyle bir yer etmişti ki ondan kurtulabilmem uzun zaman alacaktı. Yarınımız ne olacaktı bilmiyordum ama içimde kalan tek şey tüm bunları bir de Baran’la konuşmaktı ve gün doğar doğmaz yapacaktım bunu…