21.BÖLÜM : KALBİMİN MUHAFIZI.
.png)
21.Bölüm : Kalbimin Muhafızı.
"En güzel gün sona erdi, sessizce çöktü karanlık gece, bir ışık parladı bir an ve sen dağların ışığında kayboldun."
(Hızlandıkça Azalıyorum - Kjersti Skomsvold)
(İki Ay Sonra)
Bugün büyük halamın evine ulaşalı tam iki ay oldu. Çok şey değişti. Yaralarım geçti, incinen kolum iyileşti, artık ayaklarımın üzerinde durabiliyorum. Her gün kuzenlerimle çocukluğumuza dair sohbetler ediyor, uzun akşam yemekleri yiyor, bahçede çiçek topluyor, kitap okuma saatleri yapıyoruz. Şövalyelere gelince ise, her şey eski saray günlerine dönmüş gibi. Artık onları neredeyse hiç görmüyorum...
Kahvaltılarımız ayrı, yemeklerimiz ayrı yeniyor. Odaları evin arka tarafında kalıyor ve her birinin odasının dışarıdan girilebilen birer kapısı var, bu sebeple evin ana kapısını yemekler hariç hiç kullanmıyorlar. Bahçede birbirimizi gördüğümüzde yanımda hep kuzenlerim oluyor, onlar ise mutlaka bir işle uğraşıyor oluyorlar. Ya dövüş eğitimlerine devam ediyorlar, ya atlarıyla ilgileniyorlar ya da büyük halamın onlardan rica ettiği herhangi bir işi yapıyor oluyorlar. Birbirimizi gördüğümüzde yalnızca selamlaşıyoruz ve hayatlarımıza devam ediyoruz. Yalnızca bir keresinde kısa bir sohbet etmiş, Hazar’la birbirimize aynı anda “Nasılsın?” diye sormuştuk. Daha doğrusu, ben ona “Nasılsın?” derken o bana “Nasılsınız?” demişti. Birbirimize yalnızca iyi olduğumuzu söylemiş ve meşgul olduğumuz şeylere dönmüştük.
Tüm bu değişim beni o kadar çok üzüyor ki bazı akşamlar herkes evin ana salonunda eğlenirken ben odama çekiliyor, yalnız kalma ihtiyacı hissediyorum. Biraz penceremden dışarıyı, küçük tatlı su gölünü izliyor, biraz sonra ise gözlerimi makyaj masasının üzerine yerleştirdiğim kırık at nalının üzerine dikiyor ve öylece düşünüp duruyorum.
Yine o akşamlardan birindeyiz. Hava öyle sıcak ki iki pencerem de açık, cırcır böceklerinin sesi odamı dolduruyor ve herkes ana salonda bir şeyler içip sohbet ederken ben odama çekilmiş yatağımda kitap okuyorum. Kitabın henüz yirmi ikinci sayfasına gelmiştim ki odamın kapısının çalmasıyla başımı kaldırdım. Odayı aydınlatan üç büyük mumun ateşi dışarıdan esen rüzgarla hareket edince duvardaki gölgem titredi.
“Girin!” diye seslendim merakla.
“Kuzen! Yine erkencisin.” Gelen Vera’ydı, halamın ortanca kızı, benden yalnızca üç yaş büyük.
“Biraz yalnız kalmak istedim.” diyerek elimdeki kitabı kapatıp kucağıma koydum.
“Ah, istersen hiç girmeyeyim.” dedi Vera telaşla, “Çok özür dilerim.”
Gülümseyerek ona baktım. O bu evin en telaşlısı ve en duygusalıydı. Her şeyi çok ciddiye alır ve çok önemser, duygularını en yoğun şekilde yaşardı. Uzun turuncu saçlarını annesinden, büyük halamdan almıştı ve büyük yeşil gözleri ise birkaç yıl önce kaybettikleri babasının genlerinden geliyordu.
“Saçmalama Vera,” dedim, “Gir hadi. Ben yalnızca kalabalıkları sevmiyorum, biliyorsun.”
Kapıyı kapatıp içeri girdiğinde elinde çay fincanını gördüm. Yanıma kadar gelip yatağımın kenarına oturdu ve elindeki fincanı bana uzattı.
“Sana getirdim,” dedi, “İçine taze nane de attım. İyi gelir.”
Elindeki çiçek motifli büyük çay fincanını aldım ve önce başımı eğip fincandan gelen güzel kokuyu içime çektim. Sonra bir yudum aldım ve ona döndüm.
“Teşekkür ederim. Neye ihtiyacım olduğunu çok iyi biliyorsun.” deyip durdum ve aklıma gelen bir anıyla yüzümü buruşturup ekledim, “Yine içine işemedin değil mi?”
Vera büyük bir kahkaha attı, yanıt vermeyi deniyordu ama gülmekten konuşamıyordu.
“O zaman altı yaşındaydım!” dedi, “Ve beni çok kızdırmıştın.”
Yıllar önce, çocukluk günlerimizde büyük halamı ziyarete geldiğimiz bir gün Vera oyuncaklarından birini bilerek kırdığım için bana bir fincan dolusu İDRAR getirmişti, evet, yanlış duymadınız.
“İyi ki daha fazla kızdırmamışım,” dedim, “O zaman ne yapacaktın kim bilir...”
Karşılıklı gülüştükten sonra çocukluk anılarımızın devamı art arda geldi. Benim onu portakal ağacından aşağı ittiğim gün, onun beni ayağıma taş bağlayıp bahçedeki göle attığı gün ve daha nicelerini andık. Çocukken berbat bir ilişkimiz vardı! En sonunda anılarımızdan bahsedip gülmekten yorulduğumuzda Vera yanıma uzanıp yatak başlığına yaslandı.
“Söylesene,” dedi, “Senin bir derdin mi var?”
Çayımdan bir yudum aldım ve bakışlarımı yeniden odamın penceresine, karşıdaki göle çevirdim.
“Tüm bu süreç... Beni çok yordu.” Vera başını sallayarak bana doğru döndü. Elini uzatıp koluma koydu.
“Bak,” dedi, “Ben senin ablan sayılırım Sara. Bu, günü geldiğinde ve sen kraliçe olduğunda bile değişmeyecek. Çok zor şeyler yaşamışsınız, biliyorum. Evinden uzak kaldın, askerlerini kaybettin, yaralandın... Fakat sende başka bir şeyler var.”
Başımı çevirip yüzüne baktım. Vera’nın yeşil gözleri gözlerimi bulduğunda hislerinin çocukluğumuzdan beri ne denli kuvvetli olduğunu hatırladım. Hüzünle gülümsedim ve dudaklarımı araladım.
“Bende başka bir şeyler var...” diyerek onun cümlesini tekrar ettikten sonra çaresizce önüme döndüm, “Fakat ne olduğunu ben de bilmiyorum.”
“Anlat bana.” dedi Vera, “Belki bulmana yardımcı olabilirim. Sonra canını sıkan şey her ne ise onu birlikte çözeriz, olmaz mı?”
Bir süre çaresiz bir kararsızlıkla kucağımdaki ellerimi izledim. Parmaklarım birbirlerine kenetlenmiş, birbirlerini korumak istercesine sımsıkı olmuşlardı. İçime döndüm, canımı sıkanın tam olarak ne olduğunu sorguladım. Neydi benim hüznümün tüm sebebi? Şövalyelerle vakit geçirememek mi? Yoksa yalnızca Hazar ile vakit geçiremediğime mi üzülüyordum? Peki bunun sebebi neydi? Savaştan önce zaten hayatımda olmayan birini, emrim altında olan bir şövalyeyi neden özlüyordum? Gece gündüz tüm bu saçmalıkların arasında boğuluyordum ve sanırım artık bunu biriyle paylaşmaya ihtiyacım vardı. Birine içimi dökmeye, saçma da olsa kalbimden geçenleri duyurmaya ihtiyacım vardı.
Kalbim artık konuşmak istiyordu.
“Galiba...” diye mırıldandım tereddütle, “Ben birine aşık oluyorum...”
Vera’nın gözleri şaşkınlık ve heyecanla açıldı. Elleri açık kalan ağzını kapatmak için dudaklarına gittiğinde yanaklarımın kıpkırmızı olduğuna emindim. Bunu söylediğime, ağzımdan çıkan cümlenin anlamını benim bile o an ilk kez fark ettiğime emindim. Ben ona aşık mı oluyordum?
“İnanamıyorum!” dedi Vera, “Kim? Yani kim olabilir ki? Sarayda arkanda birini mi bıraktın, bu yüzden mi böyle üzgünsün?”
Vera heyecandan baygınlık geçirmek üzereydi.
“Arkamda bırakmadım...” diye mırıldandım sessizce, “Onu da yanımda getirdim.”
Vera’nın şoku giderek büyüdü, artık yüzü kıpkırmızı olan yalnızca ben değildim. Vera olanları bir bir anlamış gibi önce pencereye bakıp ağzı açık bir halde bahçeyi gösterdi, sonra başını şövalyelerin odalarının olduğu yöne doğru çevirdi ve en sonunda bana baktı.
“Sen...” dedi, “Şövalyeler... Aman Allah’ım! Şövalyelerden birine mi aşık oldun?”
Yüzü hem şok içindeydi hem de gülüyordu, uzun zamandır bu kadar şok edici bir haber almadığının farkındaydım. Bir prensesin şövalyelerinden birine aşık olması büyük bir haberdi.
“Oldum demedim...” dedim tereddütlü bir sesle, “Oluyorum dedim...”
“Hangisi?” diye sordu Vera heyecanla, “ Dur, dur! Ben tahmin edeceğim. Tabi ki büyük olan! Yani hem yaş hem boyut olarak büyük olan!”
Kendimi tutamayıp utançla kıkırdadım.
“Evet,” dedim, “O.”
“Neydi ismi? İsimlerini öğrenmiştim ama sonra unuttum...”
“Hazar.” dedim sessizce, sanki bir yerden bir şekilde duymasından korkuyordum.
“Ah, evet!” Vera sevinçten ve heyecandan havalara uçmak üzereydi, “Onunla ne zaman konuşacaksın peki? Ona söyleyecek misin? Acaba o da senden hoşlanıyor mu?” Vera sorularını art arda sıraladıktan sonra kendi kendine konuşmaya devam etti,
“Senden hoşlanıyordur tabi ki, dünyanın görüp görebileceği en güzel kraliçe adayısın sen!”
Bir yandan mahcup bir halde gülümserken bir yandan huzursuz bir iç çektim.
“Onunla konuşmayacağım elbette...” dedim, “O bir şövalye, ben ise bir prensesim... Bunun ne kadar imkansız bir aşk hikayesi olabileceğini görüyor musun?”
“Kim imkansız diyor?” diye sordu, “Sen geleceğin kraliçesisin Sara. Ne dersen o olur. Kuralları artık sen koyacaksın. Gücünün farkında mısın?”
Haklıydı fakat beni düşündüren tek şey bu değildi, keşke yalnızca bu olsaydı.
“Yalnızca o değil...” diye mırıldandım hüzünle.
“Ne peki? Başka ne var?”
“Hazar daha önce evliymiş... Karısı hastalanmış ve ölmüş... Onun yeniden aşık olabileceğini sanmıyorum.”
Ona Hazar’ın eski karısıyla ilgili tüm gerçekleri açıklayacak halim yoktu, anlamasını bekleyemezdim. Vera bu söylediklerimden sonra kaşlarını çatarak bana döndü. Bu sefer onun da motivasyonu düşmüş gibiydi.
“Yine de bunu bilemezsin Sara... En azından anlamayı deneyebilirsin. Biraz vakit geçirseniz anlarsın aslında.” Tam o an gerçek sorunun ne olduğunu fark etmiş gibi aydınlandı, “Sen buraya geldiğinde beri şövalyelerle bir araya gelemiyorsun ve bu yüzden üzgünsün, değil mi? Tabi ya!”
Başımı salladım.
“Yalnızca Hazar için değil... Diğerlerini de özlüyorum. Onlarla çok şey yaşadık, birlikte dostlarımızı kaybettik, gecelerce dışarıda uyuduk... Şimdi böyle yabancı gibi durmak beni üzüyor.”
Vera neler yapabileceğini düşünür gibi elini çenesine götürdü ve arkasına yaslandı. Kısa bir sessizliğin sonunda ikinci bir aydınlanma yaşayarak bana döndü.
“Buldum.” dedi, “Aklıma bir şey geldi.”
“Neymiş o?”
“Yarın akşam ana salonda güzel bir müzik gecesi yapalım, çok güzel piyano çalan bir arkadaşım var, onu da davet ederim. Şövalyeleri de davet eder, onlara savaş atmosferinden biraz olsun uzaklaşmak için bir moral gecesi düzenlediğimizi duyururum. Hep birlikte oturur, eğlenir, sohbet ederiz. Hatta hava harika, geceyi bahçede bile düzenleyebiliriz. Güzel elbiselerimizi giyer, güzel yemekler yer, canlı müziğimizi dinler, dans ederiz... Hem seni şövalyelerinle bir araya getirtiriz hem de gerçekten savaş sonrası oluşan bu kasvetli havayı biraz olsun dağıtır, moral buluruz. Ne dersin?”
Başımı kaldırıp yanımda duran Vera’nın güzel gözlerine baktım. Kendimi tutamayıp minnetle gülümsedim ve uzanıp ona sıkıca sarıldım.
“Teşekkür ederim...” dedim sessizce, “Bunu anlatabileceğim tek kişinin sen olduğunu biliyordum.”
“Her zaman!” dedi Vera, “Eee, ne diyorsun? Geceyi düzenliyor muyuz?”
Gülümseyerek başımı salladım.
“Evet,” dedim, “Düzenliyoruz.”
İçime sıcacık bir his doğdu. Elim boynumdaki kalp kolyemdeydi ve kolyem uzun zaman sonra ilk defa bu kadar sıcaktı. Hazar’ı düşündükçe hızlanan kalbim şimdi yine heyecanla atıyordu ve aklım az önce Vera’ya kurduğum cümlelerden birini tekrar tekrar önüme getiriyor, bana o cümlenin doğruluğunu sorgulatıyordu.
Ona az önce “Hazar’a aşık oluyorum.” demiştim ama bu doğru değildi, ben ona aşık olmuyordum. Zira ben Hazar’a çoktan aşık olmuştum ve kalbim sanki hiç durmadan onun ismini fısıldıyor, gözlerim her yerde onun gözlerini arıyordu.
Aşk bu muydu? Gözlerinin önünde olan birine bile sonsuz bir özlem duygusu beslemek...
Günün birinde biri karşıma getirilmiş “O artık senin kalbinin muhafızı.” denmişti. Kalbim ona emanet edilmiş, kalbimi koruma görevi ona verilmişti ve kalbim artık durmaksızın muhafızının ismini sayıklıyordu...
Ve evet...
Aşk bu olmalıydı.