21.Bölüm. : Beş Sokak Ötemde

Beyza Alkoç

*Kendimin beş sokak ötesindeyim...*

“Şimdi nereye?”

“Eve.”

“Öylece eve mi gideceğiz?”

“Öylece eve gideceğiz Mine...”

“Hiçbir şeyi konuşmadan, tartışmadan, anlamadan, anlaşılmadan öylece evlerimize mi döneceğiz yani?”

“Öylece evlerimize döneceğiz Mine... No 26’ya.”

Efe, Ece ve ben karmakarışık sessizliğimizin içinde No 26’ya döndük. İçinde bulunduğumuz durum hırsız girmiş bir evin dağınıklığının ortasında her şeyini çaldırmanın hüznü içerisinde sessizce oturmaya benziyordu. Her şeyini kaybetmişsin ve bir de toplaman gereken bir ev var, öyle düşün. Biri gelmiş, her şeyini alıp gitmiş ve sen onun bıraktığı dağınıklığı toplamakla yükümlüsün. Senden her şeyini çalanın ardında bıraktığı karmaşayı toparlamak zorunda kalmak kadar çaresiz bir ruh hali var mıdır? İşte tam olarak o ruh haline yakın bir çaresizliğin sessizliğindeydik.

Karmakarışık ama suskun.

İçsel bir delirme hali.

Saat gecenin 01.26’sıydı. Efe ve ben balkonun koltuklarında yan yana oturmuş dışarıda atıştıran sulu karı izliyorduk. Telefonuma Seran Medya’dan Dilan’ın mesajları yağarken onları görmezden gelmekle meşguldüm. Kadının mesajlarına cevap vermiyordum, aramalarını asla açmıyordum, sanki dünyada hiç öyle birisi yokmuş gibi davranıyordum.

Son yılların en erken kar başlangıcıydı bu. Ece içeride çizgi film izlerken uyuyakalmıştı. Efe ise evine gittikten sonra üzerini değiştirmiş ve buraya gelmişti. Kapıyı çalmış, içeri girmişti. Neden geldiğini sormamıştım, neden geldiğini söylememişti. Hiç konuşmadan balkona geçmiş ve oturup susmaya devam etmiştik.

Efe’nin gözlerinde devasa bir hüzün vardı. Bakışları dağılmışlığın tanımıydı.

“Sence bunlar normal mi?” diye sordum sessizce.

Dizlerimi göğüslerime kadar çektim, başımı da dizlerime yasladım. Üzerimdeki kapüşonlunun kapüşonunun altında saklanmış ısınmaya çalışıyordum. Efe ise üzerindeki gri hırkası ile dışarıyı izliyordu.

“Bana kalırsa evrendeki hiçbir şey normal değil.” dedi, “Peki senin kastettiğin ne?”

“Yaşadıklarımız...” diye yanıtladım, “Gelgitli ruh hallerimiz, sana yalanlar söylemem, senin bunları öğrenmen. Bir anda gittin, bir anda geldin. Bunlar normal mi? Sen ve ben... sence normal miyiz?”

“Sanırım... değiliz.”

Tam o an balkonun tam önünden art arda üç tane kumrunun geçip gidişine şahit olduk. Biraz onları izledik, sonra ben söze girdim.

“Bir tahterevallinin iki ucunda gibiyiz.” diye başladım konuşmaya, “Yerden yüksekliğimiz hep belirsiz... Yerden ne kadar yüksek olacağımız hep karşı tarafa bağlı.”

Başımı ona çevirdim. Yüzüne soran gözlerle baktım. Gözlerindeki ifadede bir tanıdıklık hissi vardır. Sanki ruhlarımızın benzer kısımları yaralıydı.  

“Sen neden böylesin?” dedim dolu gözlerimle onu izlerken.

“Nasılım?” diye sorduğunda sorduğum sorunun altında yatan anlamı anladığını bile biliyordum.

“İlk tanıştığımızda gördüğüm Efe değilsin şu an. Mutlu, kendinden emin, mantıklı Efe Duran değilsin. Bir anda kalkıp giden, bir anda geri gelen, öfkesine yenik düşüp mantıksızlığın dibine vuran, hayatı boyunca hayal ettiği mesleği elde edip bir anda ben bırakıyorum diyen bir Efe yoktu karşımda, artık var. Neden böylesin? Ne oldu?” dedim hesap sorar gibi. Gözlerim doluydu, kaşlarım çatıktı, yorulmuştum.

Cevap vermedi. Ben öfkeyle onu izlerken dudaklarını araladı.

“Konuş,” dedi, “Dök içindekileri.”

“Bencilsin.” dedim.

“Sen öyle diyorsan doğrudur...” diye mırıldandı sakince.

“İnsanlar seni seviyor, bir anda kalkıp gidip sonra geri gelip sonra müziği bıraktığını açıklayamazsın Efe. Bu şımarıklık olur. Derdin ne? Derdin yok tabi. Derdin olmadan büyüdün, istediğin her şey ayağına getirildi, seni çok seven bir ailen vardı, sen acı ne demek ne bilirsin.”

Efe acı içinde güldü, onda ilk defa benim söylediklerime karşı yükselen bir öfke seziyordum.

“Çocukluğun ve ergenliğinin ne kadar zor geçtiğini anlatmıştın. Hep kavgalara karıştığını, babanın seni karakollardan hastanelere taşıdığını... İstediği her şey anında olan bir insanın hayatı böyle gider işte, ben hata yapmanın tadına hiçbir zaman varamadım.”

Efe bir kez daha güldü, gülüşü o kadar öfkeliydi ki sustum. Söylediklerim onu incitmeye başlamıştı. Hayata karşı olan öfkemi ona kusamazdım. Bir anda dudaklarını araladı ve gözleri dışarıda uçuşan üçlü kumru ailesini takip ederken konuşmaya başladı.

“Babam beni gördüğü ilk an bana dedi ki, ‘Sen artık Efe Duran’sın. Biliyorum, toparlamak güç olacak ama hep yanındayım.”

Kurduğu cümleyi anlamakta zorlandım, başımı çevirip yüzüne baktım ve yüzündeki acı bana bir şeyler fısıldıyordu.

“Baban seni ilk gördüğü an mı? Ne demek bu?”

Efe başını başıma doğru çevirdi, gözlerime baktı.

“Sende ilgimi çeken buydu...” dedi bir anda, “Benzerliğimiz.”

“Ne demek bu?” diye sordum korkuyla.

“Senin altı yaşında bırakıldığın çocuk esirgeme kurumuna ben iki günlükken bırakılmışım.” diye başladı anlatmaya.

Sonra ayağa kalktı ve balkonun camını araladı. Ben şok içinde onu dinlerken o dışarının buz gibi soğuğuna verdiği nefesleriyle konuşmaya devam ediyordu.

“Annem beni yaşadığı şehir olan Ankara’da dünyaya getirdikten iki gün sonra apar topar İstanbul’a gelmiş ve beni çocuk esirgeme kurumuna yakın bir sokak arasına bırakıp kayıplara karışmış. Ne olduğunu kimse bilmiyor.  Babam kim, bunu bilen de yok. Annem nerede, kimsenin haberi yok. Anneannem, dedem, teyzelerim, dayılarım aylarca annemi ve beni aramışlar. Beni bulmaları dokuz yıl sürmüş. Beni bulan kişi ise büyük teyzem, Sibel ve eşi Metin. Sibel ve Metin Duran. Tanıdık geldi mi?”

“Ne?” dedim şok içinde.

O an gözümün önüne gelen ilk görüntü Efe’nin arabasının plakasıydı.  “34 ESM. Efe – Sibel – Metin” Bunlar onun anne ve babasının isimleriydi.

“Sibel ve Metin...” dedim sessizce, “Annen ve babanın ismi.” Başını salladı.

“Annem ve babamın ismi.” diye tekrar etti, “Yani teyzem ve eniştemin.”

Uzun bir sessizlik oldu. Duyduklarımı algılamakta o kadar zorlanıyordum ki ne diyeceğimi bilemez bir haldeydim. Sadece şaşkınlıkla onu izliyordum. Efe ise yaşadığı her şeyin bir bir gözlerinin önünden geçip gidişini izliyordu sanki.

“Beni oradan dokuz yaşımda aldılar. İyi değildim. İleri derecede öfke bozukluğum vardı, gerçekleri kabullenemiyordum.” Sonra durdu, ağlamamak için yutkundu. Kendisini konuşmaya zorluyordu ama ben bile boğazındaki yumruyu dışarıdan hissedebiliyordum.

“Sakin ol.” dedim, “Vaktimiz var.”

Efe derin bir nefes aldı. Birkaç adım atıp balkonun camın karşısında kalan duvarına yaslandı ve yere oturdu. Kalkıp yanına gittim, duvara yaslanıp yere oturdum ve başımı eğdim.

“Uzun bir süre boyunca evden kaçıp günlerce annemi aradığımı biliyorum. Ben annemi arardım, teyzem ve eniştem beni. Öfke krizlerimi dindiren onlardı, karıştığım kavgaları ayıran, beni senin deyişinle karakollardan hastanelere taşıyan onlardı. Acım büyüktü, öfkem bilincimin her yerini kaldıramayacağım kadar sarmıştı.”

Sonra durdu ve biraz daha nefes aldı.

“Hurda haline gelmiş bir çocuğu alıp parçalarını bir araya getirdiler... Beni tamir ettiler. Ben de senin parçalarını bir araya getirmek istedim.”

“Efe...” dedim sessizce, “Ben...” Ağlamaktan konuşmaya devam edemiyordum.  

“Seni bu binanın içinde ilk gördüğüm an gözlerine baktığımda hikayelerimizin benzerliğini anladım, hissettim. Üstüne düşme sebebim buydu, hikayenden emin olduktan sonra yanında olmaya çalışma sebebim buydu. Seni iyileştirmek istedim çünkü birileri beni iyileştirirken seni iyileştirecek kimsen yoktu...”

“Ece’ye karşı olan hassasiyetin de bu yüzden...” dediğimde her şey aydınlanmaya başlamıştı. Efe başını salladı.

“Onu orada bırakamazdım. Onu oradan almak, sana getirmek istedim. Yaşadıklarımızı daha fazla yaşamasın istedim. Sana bambaşka bir Efe göstermek istedim, yanında bambaşka bir Efe olmak istedim. O eşiği aşmak istedim ve senin aşmana yardım etmek istedim.”

“Yani en başından beri içimde hissettiğim tanıdıklık hissi bundandı...” dedim sessizce, “Terk edilmiş olmanın acısı.”

“Aynen öyle...” diye fısıldadı gözlerini gözlerime çevirdiğinde ve aynı cümleyi tekrar etti, “Terk edilmiş olmanın acısı.”

Bir süre dışarıdan esen kar kokusunu içimize çekerek uzun uzun düşündükten sonra Efe’nin dudakları aralandı ve konuşmaya devam etti.

“Kaldığım yurt senin çocukluğunun geçtiği evin beş sokak ötesindeydi. Evim derken oradan bahsediyordum. Birkaç haftada bir yurttan kaçardım, evlatlık alındıktan sonra da evden kaçardım. Annemi arar ve dönerdim. Benim için bir anda gitmek, bir anda dönmek şaşırtıcı değil. Hayatın rutini bu gibi hissediyorum.”

“Ama hep anneni aramak için gitmişsin...” diye mırıldandım sessizce.

“Şimdi de kendimi aramaya gittim.”

“Bulabildin mi?” Başını salladı.

“Buldum.”

“Nerede buldun?”

“Sende...”

Sonra bana doğru döndü. Elini kalbimin üzerine koydu ve sessizce fısıldadı,

“Meğer en başından beri buradaymışım. Kendimin beş sokak ötesinde...”

Ben gözyaşları içinde onun gözlerini izlerken o elini kalbimden çekti ve başını duvara yaslayıp gözlerini kapattı.

“Bu yüzden hayatın her anını yaşamaya çalışıyorum. Bu yüzden günbatımlarını kaçırmaktan nefret ediyorum, bu yüzden yağmurun her bir damlasını duymak ve görmek istiyorum. Hayatı çok kaçırdım Mine. Senin de kaçırmanı istemiyorum.”

Efe titreyen sesiyle konuşurken duvarın en sağındaki balkon kapısından tanıdık bir ses geldi.

“Efe Abi, seni de mi annen terk etti?” dedi Ece’nin hayal kırıklığı içindeki sesi.

Balkonun kapısındaydı, gözlerinden birer damla yaş akmış bir halde bizi izliyordu. Efe ile ben darmadağın olmuş birer yüz ifadesi ile ona döndük.

“Sen bizi mi dinledin ufaklık?” diye sordu Efe, “Unut duyduklarını. Üzme kendini.”

Ece ise cevap vermek yerine bize doğru yürüdü. Aramıza girdi ve ortamızda eğilip bir kolunu Efe’nin omzuna, diğer kolunu benim omzuma attı.

“Üzülmüyorum.” dedi sessizce, “Siz de benim gibisiniz ve siz harikasınız. Demek ki ben de harika olacağım.” deyip kafalarımızı kendine doğru çekti.

Efe ve ben başlarımızı Ece’nin minik bedenine yasladığımızda Ece küçük elleriyle teselli vermek ister gibi saçlarımızı okşuyordu.

“Şşş,” dedi bana doğru, “Ağlama abla.” Gözyaşları içinde gülmeye başladım.

“Efe abi, ağladığını gizliyorsun ama gözyaşlarını görebiliyorum.”

Gözyaşlarımız gülüşlerimize karışırken üçümüzü bir araya getirenin aynı terk edilmişlik hissi olduğunu biliyordum. Çok yorgunduk, sanki hayatımız boyunca hiç uyumamış gibiydik.

“Hadi bakalım, kalkın ufaklıklar! Süt ve kurabiye zamanı!” diye bağırdı Ece.

“Bunu kendin için istediğini bilmiyoruz sanki...” diye mırıldandım burnumu çekerek. Ece içeri doğru koşarken Efe ayağa kalkıp bana elini uzattı.

“Ne dersin, birer bardak süt ve birer kurabiye her şeyi çözer mi sence?” diye sordu buruk bir gülümsemeyle.

“Göreceğiz.” dedim.

Gülümseyerek elini tuttum ve ayağa kalktım. Ece mutfak tezgahının önüne koyduğu sandalyeye çıkmış, dolaptan bardakları indirmişti. Bardaklara buzdolabından çıkardığı sütü dolduruşunu izlerken gülmemi durduramıyordum. Efe ile yanına gittiğimizde çoktan kurabiyeleri bile çıkarmıştı.

“Oturun!” dedi masayı göstererek.

“Nazi kampında gibiyiz...” diye mırıldandım.

“Dediğimi yapsan iyi olur genç adam!” dedi Ece üzerinde bulunduğu sandalyeden Efe’ye seslenerek. Efe bana doğru eğildi.

“Fazla televizyon izliyor, değil mi?”

“Televizyon kısıtlamasının vakti gelmiş.” diye mırıldandım masaya oturduğumuz sırada.

Ece masaya tek tek süt dolu bardakları ve kurabiyeleri taşırken biz de onu izliyorduk.

“Garsonculuk oynayalım mı?” diye sordu bir anda sırıtarak. Ufak bir kahkaha attım.

“Ne oldu, az önce mafyacılık oynuyordun?” dedi Efe. Ece kıkırdamaya başladı.

“Tamam o zaman, önce sütlerimizi içelim. Sonra garsonculuk oynarız.”

Saat gecenin 2’siydi. Ece, Efe ve ben mutfakta oturmuş süt içip kurabiye yiyorduk, hayatımda daha iyi bir gece geçirmemiştim. Ev destek merkezine dönmüştü ve terapistimiz beş yaşındaydı.

Peki yarın Efe’nin müziği bıraktığını açıklayacağı konserinin olduğunun ve onu engellemek için hiçbir planının olmadığının farkında mısın Mine?

Selam İç Ses, uzun süreli sessizlik için teşekkür ederim. Lütfen sessiz kalmaya devam et.

Yarın Efe’nin hayatının en önemli günüydü. Bir şeyler ya yeniden başlayacaktı ya da bitecekti. Her ne olursa olsun onun yanında olacaktım ama iç sesimin yanıldığı bir şey vardı.

Benim bir planım vardı.

Efe Duran bir gün müziği bırakır mıydı bırakmaz mıydı bilmiyordum. Tek bildiğim bunun yarın yaşanmayacak olduğuydu.

Belki kendim için bir hayal kırıklığıydım ama Efe’nin kendisi için bir hayal kırıklığı olmasına izin veremezdim. Ece beni, ben Efe’yi, Efe kendisini ayağa kaldıracaktı. Çünkü bütün büyük kurtuluşlar tek bir el uzatmayla başlardı.

Efe’ye uzanan elim sana uzanan elimdir. Tut onu.

Ben senin elini tutacağım, sen bir başkasının, o bir başkasının ve böyle kalkacağız ayağa. Çünkü dediğim gibi, “Büyük kurtuluşlar tek bir el uzatmayla başlar.”

Kurduğum her bir cümle, yazdığım her bir satır, kalbinde hissettiğin her sızı sana uzattığım elimdir.

Tuttun mu?