21.BÖLÜM : BAZI KAVUŞMALAR.
Merhaba aşklarım! Ben yine bir Cumartesi akşamı evlerinize MİSAFİR olmaya geldimmm. <3
Nasılsınız? :')
Bölümden sonra saat 21.00'da da Instagram hesabımda canlı yayında olacağım bu arada,
bölüm kritiğini yapacağııız, oraya da beklerim.
Hesabım : beyzalkoc
ŞİMDİ SİZİ BÖLÜMLE BAŞ BAŞA BIRAKIYORUM,
İYİ OKUMALAR DİLERİM!
-
.png)
21.BÖLÜM : BAZI KAVUŞMALAR.
(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)
Bir ömür sürdü beklemek sanki. Bir elim boynumdaki at nalı kolyemde, bir elim kucağımda. Gözlerim bir duvardaki saatin üzerine gidiyor, bir önümden geçip giden cezaevi görevlilerinin yüzlerine. Tanıdık bir yüz arıyorum çaresizce, ama bir yandan da biri beni tanır diye korkuyorum içten içe.
Zaman dediğimiz şey duvarın üstünde sallanan eski, sararmış saatte ilerlemiyor bu sabah. Buraya adım attığımdan beri dakikalar değil, yüzyıllar geçmiş gibi hissediyorum. İçimde öyle bir ağırlık var ki, nefes aldığımı bile zor fark ediyorum.
Ağırlık da değil aslında, duman var sanki içimde, göz gözü görmüyor. Ruhumun içinde dumandan göz gözü görmezken ben hala kendimi bulmaya çalışıyorum içimde, kendime dair anılarımı. Göğsüm daralıyor ama belli etmiyorum. Oturduğum bu soğuk sandalyeye yapışmış gibiyim, ne kalkmak istiyorum buradan ne de oturmaya devam edebiliyorum.
Birazdan yaşanacaklara hazır mıyım bilmiyorum. Annemi görmeye, annemin beni görmesine, onunla kavuşmaya ve onun geldiği bitkin hali görmeye hazır mıyım bilmiyorum. Aylarca, haftalarca, kafamın içinde bu sahneyi binlerce kez kurdum ben.
Ne yapacağımdan ne söyleyeceğime kadar her şeyi düşündüm. Ama burada, bu gerçekliğin tam ortasındayken elimde hiçbir şey yok şimdi. Ne kelimelerim hazır, ne duygularım, ne de adımlarım.
Sadece bekliyorum.
Buraya gelmek doğru bir karar mıydı bunu da bilmiyorum üstelik. İçimdeki bir ses “Sen düzelmezsen dünya düzelmez.” deyip duruyor bana. Ben düzelmezsem dünya düzelmeyecek, bunu da biliyorum.
Oysa size şöyle anlatayım kendimi, iyileşmeniz için ameliyat olmanız gerekiyordur mesela, ameliyata girmeden önce size bir belge imzalatırlar. O belgede bazen şöyle yazar, “Hasta bu ameliyata girdiği takdirde genel anestezi ve cerrahi işleme bağlı sebeplerle hayati tehlike yaşayabilir.”
Yani bazen size açık açık derler ki, “İyileşmen için bu ameliyata girmen şart ama bu ameliyata girersen ölebilirsin, haberin olsun!”
Ben de farkındayım Devrim’in evinde onun misafiri olarak saklanmaya devam ettiğim takdirde hayatta kalacağımın ama ne kadar yaşamak denir buna? Annem ve dostlarım beni öldü bilip acımı çekerken ben gönül rahatlığıyla nasıl yaşarım?
Ben buraya yalnızca kendimi değil, annemi de kurtarmaya geldim aslında. Onunla konuşmaya, ona her şeyi anlatmaya, içinden o acıyı söküp almaya geldim. Sonunda ne olur bilmiyorum, başıma ne gelir bilmiyorum ama iyileşmek için tüm riskleri göze alıp o ameliyata giren bir hasta gibi, tüm riskleri göze alıyorum.
“Eliz Hanım.” Adımı karşı odadan çıkan orta yaşlı bir kadın memurun ağzından duyduğumda kalbim tekleyerek kalktım ayağa.
“Beni takip edin.” dedi kadın.
Başımı sallayarak ilerledim peşinden hızlıca. Her şey o kadar tanıdıktı ki bana, tek yabancı bendim. Önceden buraya güle eğlene gelirdim, saçlarımı açar özgüvenle yürürdüm annem beni hep mutlu görsün diye. Şimdi gözlerim yorgundu, omuzlarım düşük. Saçlarım lastik bir tokanın arasına sıkıştırılmıştı ruhum gibi, içim tozlu bir odaydı adeta, adımlarım bile tedirgin.
“Burada bekleyin.” dedi kadın.
Görüş odasının kapısının yanında durdurdu beni. Kendisi kapıyı açıp içeri girdi ve içerideki memura elindeki belgeleri verdikten sonra çıktı.
Dizlerim tutmayacak gibiydi. Kalbim kafesinden fırlayacak gibi atıyor, tırnaklarım avucumun içine geçse de acısını duymuyordum. Beni korkutan tek şey aylar sonra beni gören annemin vereceği tepkiydi.
“Girebilirsin.” dedi kadın memur.
Titreyen başımı salladım ve açık kapıya doğru yöneldiğimde kafamın içindeki bütün sesler kesildi. Yalnızca kafamın içindeki sesler değil, görevlilerin ayak sesleri, demir sandalyelerin yere sürtünmesi, yan odalardan gelen fısıltılar… hepsi sustu. Ben annemin sesini duyana kadar hepsi bir uğultu gibi kalacaktı kulaklarımda.
Bacaklarım tir tir titriyordu içeriye o ilk adımı attığımda ve gözlerimi yere indirdim bir an. Baktığımda ilk ne göreceğimden korktum. Onun gözlerinde yorgunluk mu olacaktı en çok, özlem mi, şaşkınlık mı?
Bakmaya korkuyordum, gerçeklerle yüzleşmeye korkuyordum ama korkumun üzerine basıp geçmekten başka çarem yoktu. Derin bir nefes alıp ani bir cesaretle başımı kaldırdım ve görüş odasının ortasında durmuş bana bakan o kadına baktım.
Anneme.
Yalnızca birkaç ayda yüzündeki çizgileri derinleşmiş, elleri çatlamış, saçları dökülmüş o kadına. Anneme.
Gözleri dehşet içinde bakıyordu bana. Gözlerinin feri sönmüş derler ya hani, hiç ışık kalmamıştı o güzel gözlerinde. Çöktü çökecek gibiydi o zayıf vücudu, titremek ne kelime sarsılıyordu sanki bacakları. Algısını kaybetmiş gibiydi, bana mı bakıyordu yoksa rüyasında karşılaştığı kayıp kızına mı bilmiyordu adeta.
Kalbim acı içinde kavrulurken nefesimle beraber bir hıçkırık çıktı ağzımdan.
O hıçkırıkla beraber aylar sonra ilk kez içimden değil, dilimin ucuyla söyledim o kelimeyi.
"Anne."
Ve koştum. Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şeyi umursamadan koştum anneme.
Her şey bir hayal gibiydi benim için, önceden sarılırken annemin kollarının arasına girerdim hep, şimdi ben onu kollarımın arasına aldım. Ona öyle bir sarıldım ki hem kızı hem annesiymişim gibi. Hem dünü hem de yarınıymışım gibi. Hem teselli oldum ona sarılırken hem de teselli ettim onu.
O an zaman durdu. Tüm dünya sustu sanki. Sadece annemin kalp atışlarını duyuyordum göğsümde, bir de kendiminkini. İkisi birbirine karıştı, hangisi kimindi artık ayırt edemez oldum. Sanki ikimiz bir bedendik yeniden, eksik bir bütün tamamlanmıştı. Sanki ben yine karnındaydım onun ama bu sefer o da benim karnımdaymış gibiydi. Ben onu taşıyordum karnımda, o da beni.
Annem ne beni itebiliyordu ne de ayakta kalacak gücü kalmıştı artık. Kolları yanımda duruyordu ama gözlerinden akan yaşlar nasıl bir buhranın içinden çıkmaya çalıştığını gösteriyordu bana.
Çökmüş omuzlarını tutup hafifçe çektiğimde sessizce başını boynuma yasladı ama konuşamıyordu. Bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama toparlayamıyordu. Gözyaşları boynuma damlıyordu.
“Ben...” dedi zar zor, “Seni... Kızım... Eliz... Öldün sandım...” Sonra büyük bir hıçkırıkla devam etti, “Neredeydin Eliz! Sen neredeydin!”
Boğazım düğüm düğümdü. Konuşmaya çalışıyordum ama sesim çıkmıyordu. Ağzımı açarsam karşılıklı olarak hüngür hüngür ağlayacaktık, biliyordum.
“Buradayım,” dedim sonunda, “Anne, buradayım. Yaşıyorum.”
O an annemin dizlerinin bağı çözüldü. Önce ona daha sıkı sarıldım uzun uzun, belki de dakikalarca. Sonra onu yavaşça sandalyeye oturttum, ben de karşısına geçtim. Hala elini tutuyordum. O eli, yıllarca elimi tutup beni koruyan ve beni korumak için suç işlediği o elleri şimdi ben avucumun içine almıştım. Tırnak dipleri kırmızıya dönmüş, elleri çatlamıştı. O ellerle sevmişti beni, o ellerle saçlarımı örmüştü her gün…
Konuşmam gerekiyordu ama neyle başlamalıydım bilmiyordum. Burada çok fazla vakit geçiremeyeceğimizi de biliyordum. Uzun uzun kalmak, onunla uzun uzun ağlaşmak istiyordum ama vaktimizin giderek dolduğunu bilmek duygularımı özgür bırakmama izin vermiyordu.
“Anne...” dedim sessizce, “Dinle beni, lütfen...”
Durumu o kadar kötüydü ki masada duran paketli bardak sulardan birini titreyen ellerimle döke saça açıp ona içirdim.
“Vaktimiz az anne,” dedim titreyen sesimle, “O yüzden lütfen... Sadece beni dinle.”
Nefes nefeseydi ama en azından nefesi biraz olsun yavaşlamıştı, yüzüme aşılması çok zor bir yorgunlukla bakıyordu ama gözlerindeki umudu görebiliyordum, bu bana yeterdi.
“Biliyorum anne,” dedim, “Her şeyin senin için ne kadar zor olduğunu biliyorum. Aylardır kızının öldüğünü sanarak yaşamanın ama ölüm haberini bile kesin olarak alamamanın ne kadar zor olduğunu biliyorum. Ama bak ben buradayım anne. Sana başıma neler geldiğini bir gün oturup uzun uzun anlatacağım ama en azından yaşadığımı bil diye geldim... Senden tek isteğim bunu bilerek huzur içinde yaşamaya devam etmen, kızının hayatta olduğunu bilip hayata tutunman anne. Yalnızca bunu istiyorum senden...”
Hıçkırıklarımın arasından konuşmaya devam etmeye çalıştım.
“Anne... kimse bilmesin buraya geldiğimi, hiç kimse. Tamam mı? Şimdi söz ver bana, seni bir sonraki ziyarete gelişimde böyle görmeyeceğim, söz ver anne...”
Ardı arkası kesilmeyen gözyaşlarımı tek elimle silerken tek elimle annemin ellerini tutuyordum. O kadar halsizdi ki bir şeyler söylemek istiyor ama yapamıyordu. Yalnızca başını salladı bana.
“Söz ver anne...” dedim çaresizce.
“Söz...” dedi güçsüz bir fısıltıyla.
Ve o an ilk kez gözyaşları içinde gülümsediğini gördüm annemin. Şoktaydı, hiçbir şeye anlam veremiyordu ama en azından sonunda yaşadığımı idrak etmiş gibiydi. Vaktimiz giderek azaldığı için neyi nasıl söyleyeceğimi, onu hem teselli edip hem de onunla nasıl vedalaşacağımı bilmiyordum.
“Son beş dakikanız!” Kadın memurun sesi duyulduğunda telaşla eğildim anneme doğru.
“Yine geleceğim anne, yemin ederim yine geleceğim yanına ama şimdi çok az zamanımız var ve sana sormak zorunda olduğum bir şey var...”
Annemin halsiz bakışları bana döndü, kaşlarını çattığında bile gözyaşları durmaksızın akıyordu.
“Sen hiç konuşma şimdi,” dedim, “Yorma kendini, sadece bir cevap istiyorum senden anne, tek bir cevap... Yıllar önce o gece yaşandığında... O unutmak istediğimiz gece...”
Gözleri açıldı annemin.
“O gece babam beni senin yanından alıp zorla götürmek istediğinde, beni birine vermek istediğini söylemişti hani. Bir miktar para karşılığında zengin bir adamın ailesine götürecekti beni hani. Sen o adamın ismini...” dedim tereddütle, “O adamın ismini hatırlıyor musun anne?”
Annemin aklı iyice karışmış gibiydi. Bir yandan bayılmak ve bayılmamak arasında gidip geliyordu zaten, şimdi bir de geçmişe gitmişti zihni.
“Ne için?” diye sordu zar zor, “Niye?”
Daha fazla kelime çıkmıyordu dudaklarının arasından.
“Aylar sonra ortaya çıkıp bunu sormam sana hiçbir şey ifade etmiyor biliyorum anne ama...”
“Eliz sen... Kimlere bulaştın kızım? Başın belada mı? Ne olur söyle!” dedi titreyen sesiyle.
“Ben güvendeyim anne, gerçekten güvendeyim. Benim için endişelenme artık ama bu benim için o kadar önemli bir soru ki bir gün her şey düzeldiğinde ve sana her şeyi anlattığımda beni anlayacaksın. Lütfen düşün anne... Zorla hafızanı. Lütfen!”
Gözleri masaya çevrildi, kaşları çatık bir halde bir masaya bakıyordu bir bana.
“Neydi...” dedi zar zor, “Değişik bir isimdi...”
Ben nefesimi tutmuş annemin dudakları arasından çıkacak bir cevap beklerken kadın memur beni alıp görüş alanından çıkarmak için ağır adımlarla yanımıza yaklaşıyordu. Gözlerim annemin yüzündeki çizgilerde gezinirken annemin yüzü bir anda aydınlandı.
“Şu şeydi...” dedi, “Haberlere çıkıp duran bir adam vardı, GÖKTAY Havacılık’ın damadı... Adnan mıydı adı neydi... Adnan’a benziyordu ama değişik bir isimdi...”
Sonra durdu, ben nefesimi tutmuş korku içinde beklerken o titreyen sesiyle yanıtladı beni.
“Hah! Edmon!” dedi, “Edmon Yöner!”
Ve o an zaman bir kez daha durdu benim için. Artık zihnimdeki şüphenin bir rüyadan ibaret olmadığına emindim. O gece gerçekten yaşanmıştı, ben o cümleleri babamdan gerçekten duymuştum. Eğer o gece annem babamın beni alıp götürmesine izin verseydi babamın beni götüreceği isim Devrim’in babasının ta kendisiydi... Bir başkası değil.
Edmon Yöner’in ta kendisi.
-
(YAZARIN ANLATIMIYLA)
Devrim’in gözleri büyük bilgisayar ekranındaki sarı noktadan Eliz’i takip ederken Ömer’in anlattıklarını duymuyordu bile. Dışarıdaki hava bir anda grileşmişti, havanın rengi karamsarlaştıkça Devrim’in ruhu da kararmıştı.
“Abi kimliğini verdin mi ki sen Eliz’in? Kimliksiz içeri almayacaklarına göre verdin herhalde ama içeri kimlikle girince sisteme bir kimlik hareketi olduğu işlenecek...” diyordu Ömer, “Cezaevi ziyareti için yani. Kimliğini alacaklar... Kimlik hareketi olunca herkes Eliz’in yaşadığını öğrenecek. Abi...”
Devrim Ömer’i nihayet duymaya başladığında gözlerini bir saniyeliğine önündeki ekrandan ayırdı ve dalgın gözlerle Ömer’e baktı.
“Kimlik diyorum abi. Eliz içeri girerken kimliğini verecek ya.”
Devrim dalgın bir ifadeyle başını salladı.
“Kimlik...” dedi Devrim, “Ona verdiğim kimlik sahte. Kimlik numarası farklı. Sisteme işledikleri zaman mahkumun yakınlık derecesi kısmında ‘kuzeni’ yazacak.”
Ömer Devrim’e şaşkınlıkla baktı. Devrim’in Eliz’le ilgili her şeyi bu kadar detaylıca düşünüp kimseden yardım istemeden yapmış olması Devrim için bir ilkti. Bunu daha önce başka hiç kimse için yapmamıştı ve yapmazdı da.
“Peki Dimitri’nin adamları Eliz’i bulursa... “ diye söze girdi Ömer bu sefer de, “Bizimkiler müdahale edecek mi? Çünkü o zaman işler karışabilir abi. Bizim adamların kim olduğunu, bize bağlı çalıştıklarını öğrendiklerinde biz de sıkıntı yaşayabiliriz.”
Devrim Ömer’i uzun uzun dinledi. Ömer’den duyduğu her şeyi zaten biliyordu. Eliz gitmek ve başına gelebilecek her şeyi tek başına göğüslemek istemişti ama onu bir başına bırakmaya gönlü razı olmuyordu ki Devrim’in.
Hep inandığı bir cümle vardı, “Ömür boyu sorumluyuz gönül bağı kurduğumuz her şeyden.”
Şimdi nasıl umursamazdı Eliz’i? Haftalarca, aylarca misafir etmişti onu evinde. Belki bir arkadaş, belki bir dost, belki de daha fazlası olarak istemişti onu hayatında. Şimdi nasıl bırakırdı onu bir başına?
“Dimitri’nin adamları Eliz’i bulursa,” dedi Devrim, “Oradaki adamlarıma dedim ki... Onları kızı bulduklarına pişman edin.”
Ömer tereddütle yutkundu. Devrim’in bu gözü karalığının bunca zamandır ilmek ilmek işledikleri bu plana ve tüm aileye zarar vereceğinden korkuyordu.
“Abi,” dedi Ömer, “Eliz Hanım’ı ben de seviyorum ama Dimitri Eliz’i saklayanın biz olduğumuzu öğrenirse hayatı bize cehennem eder.”
Devrim derin bir nefes aldı. Her şeyin farkındaydı ama planı ilmek ilmek işlediği gibi ilerlese bile planın en sonunda Dimitri ile karşı karşıya kalacaktı zaten. Eliz uğruna buna vaktinden önce maruz kalmasına değer miydi peki?
Başını eğdi Devrim. Gözleri ekrandaki sarı noktanın üzerine kaydı. Biraz daha ilerlemişti sarı nokta. Cezaevinin içindeki ziyaret salonuna girmiş olmalıydı Eliz. Onu düşündü bir an. Çocukluğunu parmaklıkların arasında yanında geçirdiği annesini görünce nasıl mutlu olacağını, nasıl tamamlanmış hissedeceğini ve bu sevgi uğruna nasıl da her şeyi feda ettiğini düşündü.
Eliz annesini ve dostlarını görmek için kendini feda etmişti aslında. Onları görmek ve onlara yaşadığını göstermek için kendinden vazgeçmişti. Oradan çıktığında başına ne geleceği umurunda bile değildi, tek derdi annesinin bu acıyla bu bilinmezlik içinde yaşamaya devam etmemesini sağlamaktı ve bunu her şeyi göze alarak yapmıştı Eliz.
Devrim için aile her şeydi ve Eliz’de kendini görmeye başlamıştı. Aynı gözü karalık, aynı cesaret. Ömer’in son cümlesi kafasının içinde dönüp durdu Devrim’in. “Dimitri Eliz’i saklayanın biz olduğumuzu öğrenirse hayatı bize cehennem eder.” Gözlerini kapattı. Bir ateş hayal etti zihninde, önce kendisini düşledi o ateşin ortasında, sonra Eliz’i.
“Etsin.” dedi tok bir sesle, “Biz de kendi ateşimizle onu yakarız.”
Ömer sustu. Devrim’in bu sözünün üstüne daha ne söyleyebilirdi ki? Devrim kararını vermişti belli ki. Bu kararı onu bir ateşin ortasına bile atsa vazgeçmeyecekti, gerekirse içine düştüğü ateşi başkalarının başına bela edecekti ama kararından dönmeyecekti.
Devrim’in büyük ofisinin kapısı çaldığında Ömer başını kaldırıp kapıya bakarken Devrim’in gözleri hala ekrandaki sarı noktanın üzerindeydi.
“Gir.” dedi Devrim.
İçeri giren sekreter kız ikisini de başıyla selamladıktan sonra konuştu.
“Efendim... Lale Hanım’ın babası Metin Bey geldi, sizinle acil olarak görüşmek istediğini söylüyor, toplantıda dedim ama çok ısrarcı...”
Ömer burnundan sessizce güldü ve sessizce mırıldandı.
“Aşamadı tabi dün geceyi.”
“Gelsin.” dedi Devrim, “Konuşsun bakalım.”
Sekreter kız kapıyı kapatıp çıkarken Ömer Devrim’e döndü.
“Canını sıkacak abi,” dedi, “Boş boş konuşacak.”
“Biz de onun canını sıkarız.” diye yanıtladı Devrim. Gözleri hala ekrandaydı.
Sarı nokta bir süredir yine kıpırdamıyordu, belli ki içeri girmiş annesini bekliyordu Eliz, ya da annesi ile çoktan buluşmuştu.
Kapı sertçe çalındığında bir kez daha “Gel.” dedi Devrim.
Bu sefer içeri giren Lale’nin babası Metin Zoray’dı. Yüzü kıpkırmızı olmuş ve ter içinde kalmıştı, bir yandan öfkeyle yürüyor bir yandan da işlemeli mendiliyle alnını siliyordu. Ömer öne atılıp öfkeli adama Devrim’in önündeki koltuklardan birini gösterdi ve tam karşısına oturdu.
“Bir şey içer misiniz? Çay, kahve, soğuk bir su...” diye sordu.
“Hayır Ömer,” dedi Metin Zoray, “Dün gece yeterince içtim.”
Devrim adamın öfkeli sesinden memnun olurken derin bir iç çekip başını kaldırdı, gözlerini ekrandan uzaklaştırıp Metin Zoray’ın yüzüne baktı ve onu başıyla selamladı.
“Hoş geldin Metin Amca.” dedi, “Hayırdır?”
“Hiç hoş gelmedim Devrim.” diye söze girdi adam, “Dün gece yaşananlar da neydi öyle evladım? Niye yaptın bunu sen? Seninle anlaşmamız neydi unuttun mu?”
Devrim derin bir iç daha çekti. Gözleriyle birkaç saniyeliğine ekranı kontrol ettikten sonra isteksizce döndü.
“Unutmadım.” dedi, “Vazgeçtim.”
“Ne demek vazgeçtim?” dedi Metin, “Hani hayat memat meselesiydi? Hani çok önemliydi?”
“Hala önemli,” dedi Devrim, “Ama kendi yöntemlerimle devam edeceğim.”
“Yavrum delirdin mi sen? Kafana bir şey mi düştü? Dimitri Vetrov’un yurtdışına kaçırdığı çocukların listesine ulaşabilecek tek insan olduğumu unuttun herhalde?”
Adam konuşurken Devrim gözlerini boşluğa çevirmiş hayatı sorguluyordu. Aklı burada değil, bambaşka bir yerdeydi. Uzakta, kilometrelerce uzağında.
“Babana bu kadar yakın olan tek insan olduğumu unuttun mu Devrim? Benden yardım isteyen sendin! Bu uğurda kızımla evlenmeyi, şirketimi ve ailemin hayatını kurtarmayı kabul ettin. Etmedin mi? Şimdi ne değişti? Bak...” dedi Metin sakinleşmeye çalışarak, “Listeyi geciktirdiğimi biliyorum!” dedi adam harap olmuş bir pişmanlık içinde, “Ama çabalıyorum sen de biliyorsun! Kolay olmayacağını söyledim sana! Bunun için hayatlarımızı mahvetmene değer mi? Sırf geciktirdim diye!”
“Mesele sizin listeyi geciktirmeniz değil...” dedi Devrim duygusuz ve tekdüze bir sesle, “Artık sizin yardımınızı istemiyorum. Kızınızı da istemiyorum. Hiçbirinizi istemiyorum.”
Metin Zoray’ın yüzündeki ter giderek artıyordu. İşlemeli mendilini bir kez daha çıkardı ve alnındaki teri sildi.
“Tamam,” dedi sessizce, “Tamam kızımla evlenmek istemiyorsan evlenme... Ama en azından evinden çıkarma bizi Devrim, ortaklığını çekme. Bırak ben de listeyi aramaya devam edeyim. Ne yapacaksın yavrum, sokağa mı atacaksın bizi?”
Adam çaresizdi. Eli ayağına dolanmış bir halde ailesinin hayatını kurtarmaya çalışıyordu. Ne Devrim’e söz verdiği listeyi bulabiliyordu ne de artık onu daha fazla oyalayabileceğinden emin olabiliyordu.
Devrim tahammülsüz bir nefes aldı. Adamı bir an önce gönderip Eliz’in iyi olduğundan emin olmak, ondan haber almak istiyordu. Neyse ki Eliz’in ekrandaki görüntüsü hala aynı yerde duruyordu da en azından hala cezaevinde olduğunu görebiliyordu.
“Sen ve ailen için artık yapabileceğim hiçbir şey yok Metin Amca.” dedi Devrim net bir sesle, “Kızın evime getirdiğim misafirime saygısızlık etmeseydi, bana ve aileme düşman olan ağabeyimle işbirliği yapmasaydı belki yardımcı olabilirdim. Ama artık çok geç. Senden gelecek listeyi de, aileni de, kızını da istemiyorum. Şimdi lütfen, çıkarsan işimize bakalım.”
“Lale genç ve heyecanlı bir kadın Devrim, sen de biliyorsun onu! Senin şu misafir ettiğin kızı kıskanmış olmalı, sen de hak verirsin ki-“ derken Devrim öfkeli bir nefes aldı ve Ömer’e dönerek sözünü kesti.
“Eşlik et.” dedi başıyla kapıyı işaret ederek, “Binanın dış kapısına kadar.”
Ömer başını salladı. Metin Zoray hayal kırıklığı içinde söylenirken Devrim artık onu duymuyordu bile. Gözleri ekranda, eli telefonundaydı. Hızlıca birkaç numara çevirip Eliz’in peşine taktığı adamlardan birini aradı.
“Buyur abi.” dedi karşıdaki ses.
“Durum ne?”
“Hanımefendi hala içeride abi. Dışarısı da temiz gibi görünüyor. Tehlikeli bir durum olmayacak gibi.”
Devrim kısa bir an için rahat bir nefes aldı ve sessizce emretti.
“Çıkar çıkmaz beni arayın.”
“Tamam abi.”
Telefon konuşması sona erdiğinde tetikte ama biraz olsun rahatlamış bir halde arkasına yaslandı Devrim. Aklının yarısı yıllardır izini sürdüğü o listeye nasıl ulaşacağı sorularıyla doluyken diğer yarısı Eliz’le doluydu.
Lale’nin babası Metin Zoray, Devrim’in babası Edmon Yöner’in gençliğinde çok yakın arkadaşıydı. Adamın anlattığına göre Dimitri Vetrov’un işlediği bu suçu ikisi birlikte keşfetmiş, onu durdurmak için ikisi birlikte çabalamıştı. Fakat Edmon Yöner’in vurulduğu gün aynı kaderi yaşamaktan korkan Metin Zoray karısını ve kızını alıp apar topar Kanada’ya taşınmış, yıllar boyunca Türkiye’ye uğramamıştı.
Devrim’e göre o listeye en kolay ulaşabilecek isimdi Metin Zoray ve sırf bu yüzden onun bütün şartlarını kabul etmiş, kızlarıyla nişanlanmış, aile hayatlarını da şirketlerini de kurtarmıştı ama adam verdiği sözü bir türlü tutamamıştı.
Şimdi başkalarını bulmaktan, yıllar boyunca görüştüğü başka isimlere yönelmekten başka çaresi kalmamıştı Devrim’in. Ne yapacak ne edecek bir şekilde ulaşacaktı o listeye çünkü tek amacı babasının intikamını almak değildi, bir diğer amacı da yıllar önce ailelerinden koparılan o çocukları ve ailelerini gerçeklerine ve birbirlerine kavuşturmaktı...
-
(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)
Cezaevinden çıktığımda onlarca yaş almış, kalbimi orada bırakmış ve aklımı kaybetmiş gibiydim. Tek tesellim zavallı annemin artık benim hayatta olduğumu biliyor olmasıydı ama onu o halde görmek beni öyle çok yaralamıştı ki onunla bu konuşmayı bu kadar soğukkanlı yapabildiğime inanamıyordum. Ondan duyduğum “Edmon Yöner” ismi ise ayaklarımın altındaki yeri sarsmıştı adeta.
Aklımda hala Devrim’in babasını aklayabilecek seçenekler vardı, belki de Dimitri Vetrov bu suçu işlerken Edmon Yöner’in ismini kullanıyordu, bu olamaz mıydı? Peki ya bu hikayenin gerçek kötüsü Devrim’in babasıysa, o zaman ne yapardım? Bunu içimde mi tutacaktım?
Cezaevinden yorgun ve çaresiz adımlarla uzaklaşırken ne yapacağımı bilmiyordum. Kaybolmuş gibiydim. Bir yanım Devrim’e üzülürken bir yanım yaşadığım kadere üzülüyordu ama annemin yaşadığımı öğrenmiş olması beni biraz olsun rahatlatmıştı. Bir süre cadde boyunca sessizce yürüdükten sonra karşıma çıkan boş bir otobüs durağına oturdum. Otobüs durağında öylece oturup gelip geçen insanları, arabaları izledim.
Şimdi iki seçenek vardı önümde. Ya evime dönüp arkadaşlarımla kavuşacak, onlara yaşadığımı söyleyecektim, ya da en azından annemin gerçekleri biliyor olmasının huzuruyla bir süre daha saklanmaya devam edecektim.
Otobüs durağında oturmamın üzerinden belki yarım saat belki kırk-kırk beş dakika geçmişti ki yolun karşısında bekleyen içi takım elbiseli adamlarla dolu bir araba dikkatimi çekti.
“Yine mi ya?” dedim sessizce.
Bu arabayı cezaevinden çıktığım ilk an görmüştüm zaten, daha sonra gelip biraz öteye, çaprazıma park ettiklerinde de dikkatimi çekmişlerdi ama içindeki takım elbiseli adamlar uzun süredir orada oturmuş beni izlerken daha da dikkat çekici olmaya başlamışlardı tabi ki.
Fakat bu işin içinde beni korkutmayan bir durum vardı çünkü ben bu arabayı daha önce görmüştüm!
Sırt çantama attığım telefonumu çıkarıp öfkeyle rehberime girdim. Rehberimdeki numaralardan birine tıklayıp telefonu kulağıma dayadım ve çalmasını bekledim.
Telefon çalar çalmaz açıldığında karşıdan gelen sesin bana hissettirdiği duyguları görmezden gelmeye çalıştım.
“Eliz?” dedi sesin sahibi, Devrim Ali Yöner.
Sesi endişeli, bir o kadar da şaşkındı.
Kendimi toparlayıp tek bir cümle kurdum ona.
“Adamlarına söyle, peşimi bıraksınlar.”
“Ne adamı?” dedi Devrim anlamazdan gelerek.
“Devrim, bir araba dolusu takım elbiseli adam aynı anda yarım saat boyunca bana bakmayı sürdürdüklerinde neler olup bittiğini anlayabiliyor insan. Basbaya beni takip ediyorlar işte.”
“Takip mi ediliyorsun?” dedi Devrim sahte bir endişeyle, “Gördün mü? Sana gidersen başını belaya sokabileceğini söylemiştim, istersen gelip seni alabilirim.”
“Ben takip edilmiyorum Devrim!” dedim, “Yani ediliyorum ama senin adamların tarafından!”
Kısa bir sessizlik oldu.
“Sanmıyorum,” dedi Devrim dalga geçer gibi, “Benimkiler o kadar belli etmezdi.”
Başımı kaldırdığım an gördüm ki arabadaki dörtlü hala bana bakıyordu!
“Ama ediyorlar işte. Yeni işe almışsınız galiba. Acemi bunlar.”
“Bak Eliz,” dedi Devrim, “Kendimi yeterince anlatamadım sanırım. Benim adamlarım seni takip etmiyor. Ama birileri seni takip ediyorsa gelip seni alabilirim.”
“Devrim...” dedim öfkeyle, “Benimle dalga mı geçiyorsun? Ben bu arabayı senin garajında gördüm!"
"Aynı arabayı kullanan başka birileri olamaz mı?”
Gözlerimi devirdim ve sabrımın sınırları zorlanırken son bir cevap verdim.
“Senin garajındaki arabanın aynısına sahip dört takım elbiseli adam beni takip ediyor ve bunlar senin adamların değil yani, öyle mi?”
“Aynen öyle.” dedi Devrim, “Git sor istersen.”
“Ne diyeyim adamlara, ‘sizi Devrim Ali Yöner mi gönderdi?’ diye mi sorayım?”
“Yani, sen bilirsin.”
“Bekle ya!” dedim, “Soruyorum, bekle!”
Öfkeyle ayaklandım ve hızla yolun karşısına geçip son model siyah arabanın sürücü camına vurdum. Adamlar önce tereddütle birbirlerine baktıktan sonra sürücü hareketlenip camı aralık kalacak şekilde açtı.
Adam “Buyurun?” diye sorduğu sırada telefon hala kulağımdaydı.
“Siz...” dedim söylediğim şeyin saçmalığına inanamayarak, “Sizi Devrim mi gönderdi?”
Adamlar şaşkınlıkla birbirlerine baktılar.
“Nasıl yani?” dedi sürücü, “Ne bu? Sosyal deney falan mı?”
“Ya ne alakası var?” dedim şaşkınlıkla, “Neden herkes bana sosyal deneyde olup olmadığımızı soruyor ya?”
“Eliz?” dediğini duydum Devrim’in telefondan.
“Sen bir dur,” dedim, “Bakın, sizi cezaevinden çıktığımda da gördüm cadde boyunca ilerlerken de. Tam kırk dakikadır da karşımda duruyorsunuz. Amacınızı da sizi buraya kimin gönderdiğini de anlayabiliyorum. Peşimden gelmeye devam ederseniz derdinizi karakolda anlatırsınız. Anladınız mı?”
“Allah Allah...” dedi adamlardan biri, “Hanımefendi siz pek iyi değilsiniz galiba... Güvenliğimiz için camı kapatacağım, kusura bakmayın.”
“Anladınız mı?” diye tekrar ettim cam yüzüme kapanırken ve telefona doğru ekledim, “Adamların arabanın camını yüzüme kapattı.”
Devrim duygusuz bir tonla cevapladı.
“Kimin adamlarıysa ayıp etmişler sana.”
“Benimle gerçekten dalga geçiyorsun Devrim ya, değil mi? Birazdan adamlarını ararsın gülersiniz arkamdan...” Bir yandan Devrim’le konuşuyor bir yandan da caddede yürümeye devam ediyordum.
“Sana gitme kötü olursun demiştim...” dedi Devrim, “Neyse,” diye devam etti ve ekledi, “Her güzel kız biraz delidir zaten.”
“Sen bana deli mi diyorsun?”
“Güzel de diyorum.”
Kısa bir sessizlik oldu. Bir insan bir insana nasıl aynı anda hem iltifat edip hem de sinirlendirebilirdi?
“Tamam,” dedim, “Teşekkür ederim. Ama ben deli değilim. Yaşadıklarım beni biraz delirtmiş olabilir ama genel olarak deli değilim yani.”
“Biliyorum.”
“O zaman adamlarını arayıp söyle, peşimi bıraksınlar çünkü ben başıma gelebilecek her şeyi kabullenerek seçtim tek başıma kalmayı.”
Devrim sakin kalmaya çalıştığını belli eden bir nefes aldı.
“Söylediğim gibi,” dedi, “Onlar benim adamlarım değil. Kimin adamları olduğunu bulursan ona söyle Eliz.”
Kabul etmeyecekti, yalan söylemek için çabalamıyordu bile, dalga geçercesine söylüyordu bu yalanı. Beni bir başıma korumasız bırakmayacaktı ama ben artık Devrim’in benim yüzümden efor sarf etmesini, meşgul olmasını istemiyordum.
“Tamam,” dedim çaresiz bir kabullenişle, “Ne söylersem söyleyeyim ikna olmayacaksın belli ki. Yalan söylemeye de devam edeceksin... Etsinler takip, ne yapayım. Pes ediyor ve kapatıyorum telefonu... Tamam mı?”
Son cümlelerimi kurarken saçma bir duygusallaşma anı yaşamıştım. Devrim’in sesini duymak bana o kadar iyi geliyordu ki ona kızsam da birbirimizle inatlaşsak da sesini duymaya devam etmek istiyordum.
“Tamam...” dedi Devrim.
Hüzünle başımı salladım.
“Kendine iyi bak Devrim.” diye mırıldandım, “Hoşça kal.”
Bir süre cevap vermedi Devrim. Ne telefonu kapattı ne de bir şey söyledi. Aramızda hüzünlü bir sessizlik oluştu bir süre. Sonra pes etti ve sessizce mırıldandı.
“Hoşça kal Eliz...”
Kulağımdaki telefonu çekip aramayı kapattım ve yürümeye devam ettim. Başımı çevirip arkama baktığımda az önceki arabanın hala peşimde olduğunu gördüm. Onlara “Ne yapıyorsunuz siz ya?” der gibi ellerimi kaldırdım ve önüme dönüp devam ettim.
Uzun zamandır dışarı çıkmadığım için bugün beni o kadar yormuştu ki hem güneş hem rüzgar tarafımdan çarpılmış gibiydim. Yanımda Devrim’in bana verdiği kredi kartı ve yine onun verdiği nakit para dışında hiçbir şey yoktu ve onları kullanmamaya da niyetliydim.
Aslında şu an en büyük isteğim evime gitmek, arkadaşlarımı görmek ve önemli eşyalarımı alıp çıkmaktı. En azından odamdan alacağım eşyalarım ve kendi paramla birlikte tek başıma saklanabilirdim.
Tek korkum ise oraya gittiğimi gören Dimitri Vetrov ve adamlarının arkadaşlarımı konuşturmak için onlara zarar vermesiydi ama oraya gittiğimi gören insanlar oradan çıkıp nereye gittiğimi de görürlerdi herhalde!
Evim buraya o kadar uzaktı ki oraya yürümem saatlerimi alırdı ve yolu tamamlayamadan bir yerde bayılır kalırdım yorgunluktan, zaten buraya da yürüyerek gelmiştim. İçinden çıkamadığım durumların ortasında tek başıma ayaklarımın üstünde duracağım diye diye battıkça batıyordum.
O an kaldırımın ortasında çaresizlik içinde durdum. Ben durunca benimle birlikte duran arabaya baktım. Benim yüzümden o kadar yavaş ilerliyorlardı ki arkalarında birikmiş arabalar kornaya basıp duruyorlardı. Derin bir nefes alıp isteksizce ilerledim arabaya doğru. Bu sefer arka koltuğun camına vurdum ve cam açılır açılmaz konuşmaya başladım.
Birazdan söyleyeceğim şey için o kadar utanıyordum ki gururumdan ağlayacaktım ama başka çarem yoktu.
“Siz,” dedim, “Siz inkar etseniz de kimin adamı olduğunuzu biliyorum, madem ben nereye gidersem siz de oraya gideceksiniz... bari beni de götürün.”
Size yemin ederim söylerken beni gururdan ve utancımdan neredeyse ağlatacak olan bu cümleyi gelecekte bir gün hatırladığımda kahkahalarla gülecektim. Beni takip eden bir araba dolusu mafyaya “Madem ben nereye gidersem siz de oraya gideceksiniz bari beni de götürün!” demiştim resmen!
Ve tam on saniye sonra arabanın arka koltuğunda, iri yarı iki takım elbiseli adamın yanında oturuyordum. Onlara evimi tarif etmiş, beni götürmelerini bekliyordum. Devrim’in beni takip etsinler diye gönderdiği dört adamı özel şoförüm yapmıştım resmen, rezillikti bu. Kendimden utanmalıydım.
“Bu...” diye mırıldandım sessizce, “Sürekli olacak bir şey değil merak etmeyin. Evime gidip eşyalarımı aldıktan sonra kendimi toparlayacağım.”
Adamlar bana öyle bir bakıyordu ki ilk defa böyle bir şeyle karşılaştıkları her hallerinden belliydi. Normalde onların bu arabayla beni takip etmeleri gerekiyordu ama ben de onlarla birlikte kendimi takip ediyordum. Olayın saçmalığına bakar mısınız?
Hiçbiri sesini çıkarmadı. Yalnızca önde şoför koltuğunun yanında oturan adamın telefondan birine üstü kapalı bir şekilde rapor verdiğini duyuyordum.
“Paket bizimle abi.” diyordu, “Kendisi istedi.”
Aynen, hiç anlaşılmıyordu kiminle konuştuğu ve neyden bahsettiği!
“Selam söyle.” diye mırıldandım, “Bunun her zaman olmayacağına ilet abine. Tek seferlik bir şey.”
Hiçbiri sesini çıkarmadı. Öndeki adam telefondan üstü kapalı birkaç şey daha söyledi ve telefonu kapatıp boğazını temizledi.
“Size söylediğimiz gibi,” dedi şoför koltuğundaki takım elbiseli, “Sizi tanımıyoruz, takip ettiğimiz falan da yok. Ama madem otostop çektiniz...”
“Otostop mu?” dedim, “Öyle demeyi mi tercih ediyorsunuz bu duruma?”
“Yani öyle deniyor genelde...”
“Peki.” dedim başımı sallayarak, “Teşekkür ederim beni takip etmemenize rağmen arabanıza kabul edip gideceğim yere kadar götüreceğiniz için.”
“Rica ederiz bayan.” dedi yanımda oturan.
“Bayan mı?” diye mırıldandım, “Patronunuz size hiçbir şey öğretememiş sanırım, bayan sandığınız gibi kibar bir kelime değil.”
“Pardon,” dedi öndeki takım elbiseli dönerek, “Arkadaşım adına özür dilerim hanımefendi. Siz bakmayın ona.”
Hayatımın en saçma anlarından birini yaşıyordum. Bir bunu yaşamamıştım bu zamana kadar ve artık bu da tamamdı. En azından anneme kavuştuğum ve ona gerçekleri anlatabildiğim için biraz olsun rahatlamıştım. Sırada yalnızca arkadaşlarıma kavuşmak kalmıştı. Seren’e, Leyla’ya, Umut’a, kedim Adnan’a... Ve hatta belki Gurur’a.
Yarım saatlik sessiz bir yolculuğun ardından araba sokağa girdiğinde boğazım kupkuru olmuştu, avuç içlerim ter içindeydi. Sokağa yaklaşırken başlamıştım aslında tüm bu duyguları yaşamaya.
Geçmişim her köşe başına sinmişti ve şimdi aynı kaldırımlara bambaşka bir ben olarak adım atacaktım. Artık eski Eliz değildim. Eski Eliz’in hayalleri vardı, umutları vardı, omuzları hep dikti ve yüzü hep gülerdi. Şimdi ise baştan aşağı yüklerden, kırıklardan ve sorulardan oluşuyordum...
“Şurası...” diye mırıldandım sessizce, “Şu kapı...”
Bina kapısının önüne geldiğimizde arabayı durdurdum. Kapıyı açtım, sırt çantamı omzuma astım ve kapüşonumu kapatarak arabadan indim. Zihnim karmakarışıktı. Bir yanım heyecanla koşmak istiyordu yukarı, bir yanım kaçıp gitmek.
“Ya onlar da annem kadar harap olmuşsa?” , “Ya bana kızgınlarsa?” , “Ya artık bana yabancılarsa?” soruları beynimde çırpınıyordu.
Merdivenleri çıkarken her basamakta ayrı bir anım canlandı. Kahkahalarımız, gözyaşlarımız, korkularımız ve heyecanlarımız... Buraya taşındığımız o ilk gün dün gibi aklımdaydı, taşındıktan sonra bir ay boyunca sürekli kapıda kalıp defalarca çilingir çağırmak zorunda kalışlarımız...
Hüzünle gülümseyerek çıktım tüm basamakları, her adımda içimdeki gerginlik arttı. Birkaç adım kala dizlerim titremeye başlamıştı artık, kalbim boğazımdaydı. Ne diyecektim ki şimdi onlara, “Merhaba ben ölmedim!” mi?
Kapının önünde durdum.
Elimi kaldırdım, kapıya vurmak ve arkadaşlarımla bir an önce kavuşmak istiyordum ama bir an bunu yapamayacağımı hissederek elimi indirdim. Sadece nefes aldım. Nefes aldım ve sakinleşmeye çalıştım. Karnıma giren ağrıları unutmaya çalışarak annemle yaşadığımdan daha kötü olmayacağını, her şeyin giderek daha iyi olacağını hatırlattım kendime.
Ve sonra...
Kapıya vurdum.
İçeriden ufak tefek sesler geliyordu, evde birileri olmalıydı ama kapıyı kimin açacağını ve açınca nasıl tepki vereceğini bilememek çok zordu. O kadar uzun geldi ki o birkaç saniye, ömrümün geri kalanı orada geçecekmiş gibi hissettim. Nefes nefeseydim...
Tam o an kapının ardından ayak sesleri geldi. Hafif, temkinli ve tanıdık. Bu ayak seslerinin kime ait olduğunu biliyordum. Yalnızca Umut böyle ağır ağır, böyle temkinli bir yürüyüşle giderdi kapıya. Kızlar hep koşa koşa giderdi.
Kilit sesi geldi sonra, kapının kilidi açılırken içimdeki bütün nefesi verdim ve ellerimi sıktım. Ben elim boynumdaki at nalı kolyesinde nefes nefese bir halde zar zor ayakta durmuş beklerken kapı aralandı.
Ve işte tam o an... nefesim durdu.
Kapıyı açan kişi Umut’tu.
Tam tahmin ettiğim gibi.
Benim manevi kardeşim, küçük kardeşim. Hemen biraz gerisinde Adnan duruyordu, yere uzanmış şaşkın gözlerle bakıyordu bana.
Umut ise beni gördüğü ilk birkaç saniye hiç kıpırdamadan durdu öyle. Sonra gözleri şok içinde açıldı. Hiçbir şey söylemeden baktı öylece yüzüme.
“Umut...” diye fısıldadım gözlerimden yaşlar akarken.
Ağzı açık kalmıştı. Her şey normal olsa ağzının açık kalmasına güler dalga geçerdim onunla. Şimdi ise ben ağlıyordum, o ise şok içinde bana bakıyordu.
“Kim gelmiş Umut?” İçeriden Leyla’nın sesinin geldiğini duyunca kalp atışlarım hızlandı. Leyla’nın sesi Umut’u da kendine getirir gibi oldu ve baştan aşağı süzdü beni şok içinde.
“Abla...” diye fısıldadı titreyen sesiyle, “Eliz Abla...”
Gözyaşları içinde gülümsedim ona. Sırtımdaki çantayı yere bıraktığım gibi sarıldım ona. Umut’un nutku tutulmuştu, ne sarılabiliyordu bana ne başka bir şey söyleyebiliyordu.
“Kim gelmiş dedim Umut cevap versene elimde bulaşık var aptal çocuk!” Leyla’nın sesi adım sesleriyle birlikte yaklaşırken Umut’un boynunun kenarından gördüm onu, Leyla’mı...
Önce adımlarının sesi kesildi Leyla’nın, sonra elindeki tencerenin yere düşme sesi yankılandı tüm koridorda. Adnan korkuyla salona kaçarken Leyla’nın dili tutulmuştu, sadece bakıyordu.
“Leyla!” dedim hıçkırıklarımın arasında Umut’tan ayrılıp Leyla’ya yöneldiğim sırada.
“E-Eliz...” diyebildi sadece. Onun da Umut gibi ağzı bir karış açık kalmıştı, elinde bulaşık eldivenleriyle öylece duruyordu karşımda.
“Benim...” diyerek sarıldım boynuna.
Leyla Umut kadar donakalmamıştı, şaşkınlığı hızlıca geçmiş yerini kontrolsüz bir ağlama ve sarılma anına bırakmıştı.
“Neredeydin sen!” diye bağırdığını duydum kollarımın arasından.
“Geldim, buradayım!” dedim titreyen sesimle, “Buradayım!”
“Abla...” diyen sesi geldi Umut’un arkasından, “Leyla Abla sen söyle gerçek mi bu şu an rüyada falan mıyız ne oluyor şu an?”
Leyla’dan ayrılıp Umut’a döndüğümde üçümüz de harap haldeydik, kıpkırmızı olmuş ve gözyaşlarımız ter damlalarımıza karışmış halde birbirimize bakıyorduk.
“Seren nerede,” dedim histerik bir duygu patlamasıyla, “Gurur nerede?”
O an Umut ve Leyla’nın birbirlerine attıkları saniyelik bakışı gördüm. Umut kapıdan çıkmaya çalışan Adnan’ı geri çevirip kapıyı kapatırken Leyla dehşet içinde bana döndü.
“Asıl sen neredeydin kızım!” diye bağırdı şaşkınlıkla, “Bırak şimdi onları Eliz delirdin mi sen! Neredeydin kızım sen? Öldün sandık! Hayatımız kalmadı bizim ya, gece gündüz seni aradık! Allah’ım!” dedi bir anda bana bir kez daha sarılarak, “Allah’ım sana şükürler olsun Allah’ım!”
Hüzünle gülümsedim, “Anlatacağım.” dedim, “Şimdi değil ama bir gün, günü geldiğinde anlatacağım... Şimdi fazla vaktim yok.”
“Ne demek fazla vaktim yok Eliz?” dedi Leyla, “Biz seni öldün diye arıyorduk! Geldin ve gidecek misin? Nereye gideceksin kızım delirdin mi? Senin evin burası! Biri mi bir şey yaptı sana, biri mi tehdit ediyor, birinden mi kaçıyorsun, ne oluyor Eliz?”
“Şu an bunların hiçbirini yanıtlayamam Leyla. Ama söz veriyorum size bir gün her şeyi anlatacağım. Buraya yalnızca yaşıyor olduğumu görün diye, iyi olduğumu bilin diye geldim. Bir de eşyalarımı almaya... Hatta vaktim o kadar az ki ben eşyalarımı alırken konuşsak daha iyi olacak!”
Telaşla koridora yöneldiğimde Leyla, Umut ve Adnan peşimden geliyorlardı.
“Abla nereye gideceksin, saçmalama!” diyordu Umut, “Bak başın beladaysa söyle bize, polis zaten haber bekliyor!”
“Polislik bir mevzu değil...” dedim, “Şu an anlatabilecek olsam anlatmaz mıyım size?”
Odama girer girmez durup derin bir nefes aldım. Eşyalarıma, yatağıma, dolabıma bakıp uzun uzun düşünmek, kendimi hatırlamak isterdim ama bunun için bile vaktim yoktu. Dolabımdan büyük siyah sırt çantamı alıp içini doldurmaya başladım.
“Eliz gitmene izin veremeyiz, biliyorsun değil mi? Umut git kapıyı kilitle, anahtarı sakla.”
“Leyla saçmalama,” dedim, “Kalabilecek olsam kalmaz mıyım?”
Bir yandan da çantama elime geçen kıyafetlerimi, eşyalarımı atıyordum. Şarj aletimi, ihtiyaç duyabileceğim ilaçlarımı, biriktirdiğim paralarımı hatta gülmeyin ama biriktirdiğim gram altınlarımı bile...
“Eliz Abla bak kilitleyeceğim kapıyı, kızma bana! Başka çaremiz yok!”
“İnan bana, gerçekleri bilsen kapıyı kilitlemek istemezsin Umut. Hatta aksine, bir an önce kapıyı açalım da gitsin dersin. O yüzden lütfen, iyiliğiniz için ısrar etmeyin çocuklar. Sadece iyi olduğumu bilin, tamam mı?”
Son birkaç parça eşyamı da hızla çantama attıktan sonra nefes nefese onlara döndüm. İkisi de karmakarışık olmuştu. Ne düşüneceklerini, ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
“Benim için endişelenmeyin, ben iyi olacağım. Ama...” dedim kelimelerimi seçmeye çalışarak, “Bakın çocuklar... Başımı biraz belaya soktum. Söyleyebileceğim tek şey bu. Beni soran olursa görmedik deyin, iyi olduğumu bilin ve hayatlarınıza devam edin. Benim iyiliğim için de kendi iyiliğiniz için de yapabileceğiniz tek şey bu. Söz verin bana!”
Yüzlerine endişeyle baktığımda onlar için her şeyin ne kadar hızlı ve karmaşık olduğunu biliyordum ama böyle davranmaktan başka çarem yoktu.
“Söz verin!” dedim, “En azından yaşadığımı öğrendiniz. Bu yetmez mi?”
“Eliz başım belada diyorsun, gitmene nasıl izin verelim?” dedi Leyla öfkeyle.
“Burada kalırsam başım daha büyük belaya girecek Leyla. Üstelik bu sefer sizin de başınız belaya girecek, anlatabiliyor muyum? Söyleyebileceğim tek şey bu. Benim bu zamana kadar herhangi bir şeyi abarttığımı gördünüz mü?”
“Hayır...” dedi Leyla, “Hayır ama...”
“O zaman ama’sı yok Leyla, söz verin bana! Hayatınıza devam edeceksiniz, ve ben de size söz veriyorum, her şey düzeldiğinde geri geleceğim...”
Leyla ve Umut çaresizce baktılar birbirlerine. İlk adımı atan Umut oldu.
“Söz...” dedi gözyaşları içinde, “Söz Eliz Abla...”
Ben ona sıkıca sarılırken Leyla da çaresizce sarıldı ikimize birden ve “Söz...” diye fısıldadı.
“Seren’e...” diye mırıldandım hüzünle, “Onu çok sevdiğimi ve iyi olduğumu söyleyin. Gurur’a da. Kimse benim yüzümden acı çekmesin artık. Güvende olduğumu, iyi olduğumu bilin yeter...”
Gözyaşları içinde ayrıldım onlardan. Yerde durmuş bacaklarıma sürtünen Adnan’a doğru eğildim.
“Uslu dur tamam mı güzel oğlum?” diye fısıldadım, “Geri döndüğümde seninle çok güzel oyunlar oynayacağız...”
Adnan’ın başını okşadıktan sonra istemeye istemeye kalktım. Salonuma girememiştim bile, mutfağıma, balkonumuza çıkamamıştım... Ne Seren’in ne de Gurur’un gelmesini bekleyebilmiştim, kaçarcasına çıkıp gitmiştim evimden.
Kapüşonum yüzümü kapatırken sırtımda kendi büyük çantam, elimde Devrim’in küçük sırt çantası ile indim merdivenleri. Acı içindeydim ama bu iyileşmenin acısıydı biliyordum. Her yara iyileşirken acırdı. Artık içimde annemin de arkadaşlarımın da benim ölümümün acısını çektiklerine dair bir üzüntü yoktu. Onlar iyi olduğumu, yaşadığımı biliyorlardı ve bu bana yeterdi.
Bundan sonra bana ne olacağı umurumda bile değildi.
Tek başımaydım ama en azından ailem ve arkadaşlarımın içi daha huzurluydu, en azından yaşadığımı biliyorlardı. Binadan çıkar çıkmaz gözlerimin çarptığı ilk şey o araba oldu yine. Hala buradalardı.
O arabayı görmek Devrim’i görmek gibiydi, beni bir gölge gibi takip ettirecek, felaketimi yalnız başıma yaşamama izin vermeyecekti, biliyordum. Üstelik peşimde Devrim’in adamlarından başka kimse yok gibiydi. Belki de Dimitri Vetrov peşimi çoktan bırakmıştı. Belki de sular artık durulmuştu, peşimdeki telaşlı adımlar sakinleşmiş, deniz artık durgunlaşmıştı...
Kim bilir?
Deniz artık durgunlaşmıştı ama... dalgalar beni çoktan harap etmişti.
-
.png)
Yorumlarınız için şimdiden sonsuz teşekkür ederimmmmmm, iyi ki ama iyi ki varsınız!
Eğer MİSAFİR'i seviyorsanız arkadaşlarınıza önermeyi ve sosyal medya hesaplarınızda paylaşmayı unutmayın lütfen. ^^
Saat 21.00'da Instagram hesabımdaki canlı yayında görüşüp bölümün kritiğini yapmak üzere, görüşürüz. <3
Instagram hesabım : beyzalkoc
NOT : En son yaptığım MİSO yarışması bu gece yarısına kadar devam edecek, sonuçları yarın gün içinde açıklarım, yeni yarışmanın şartlarını da sonuçlarla birlikte paylaşırım aşklarım.
-BEYZA