20. Bölüm: Kök
Kendi labirentimde geziyorum. Gözümü diktim gerçeğe, artık kaçmıyorum. Kendi labirentimde kendimi arıyorum. Labirentimin yollarında kendimi buluyorum parça parça. Gölgelerimden korkmuyorum, korksam da umursayacak halim kalmadı zira. Ya gölgelerim beni yener, ya da ben onları. Yerin üstünde debelenip duruyorum ama derdim köklerimle aslında. Derdim köklerimle, biliyorum.
“Cinayet şüphesiyle tutuklusunuz.”
“Cinayet şüphesiyle tutuklusunuz.”
“Cinayet şüphesiyle tutuklusunuz.”
Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Ne cinayeti? Kimin cinayeti? Benim annem adam kaçırma vakasıylagözaltında tutulurken şimdi de Baran, Berfu ve Dünya Can’ın anneleri cinayet şüphesiyle mi tutuklanıyordu?
Bu gerçek değildi. Bu gerçek olamayacak kadar saçmaydı.
Belli ki ben iyi değildim, yanlış duymuş filan olmalıydım, bana verdikleri serum halüsinasyon mu gördürüyordu bana? Belki de hala acil servisteki uykumdaydım? Soran gözlerle Aziz Ata’ya döndüm, Aziz de olan biteni en az benim kadar dikkatle ve karmakarışık olmuş bir halde izliyordu.
Berfu ve Dünya Can’a döndü gözlerim, şoktalardı.
“N-ne cinayeti?” dedi Berfu, “Ne cinayeti? Kimin cinayeti? Ne saçmalıyorsunuz siz!”
“Anne bir şey desene! Ne cinayeti?” dedi Dünya Can çığırından çıkmış gibi.
Oysa kimse bir şey söylemedi. Annelerin hiçbiri karşı çıkmadı. Hiçbiri soru sormadı, itiraz etmedi, boyunlarını eğip razı oldular gitmeye, kabul ettiler götürülmeyi. Ama neden? Delirmediysem bile delirmek üzereydim artık. Baran ne haldeydi acaba?
Babası bir Baran’a, bir eşine bakıyordu, adamcağız çaresizlikten ne yapacağını şaşırmıştı. Berfu ve Dünya ise bir annelerine bağırıp çağırıyor, bir polislere soruyorlardı. Herkes bizi izliyordu, bütün hastane etrafımızdaydı ve polisler kimseye cevap dahi vermeden harekete geçti.
Gözlerimizin önünde plastik kelepçeler takıldı ellerine. En yakın arkadaşlarımın annelerinin elleri artık plastik kelepçelerin içindeydi. Ben Berfu’yu sakinleştirmeye çalışırken Aziz Ata da Dünya Can’ı tutuyordu ama babaları endişeyle peşlerinden gidiyordu polislerin.
“Aziz!” dedi Dünya Can dehşet içinde, “Araban nerede, gitmemiz lazım! Peşlerinden gitmemiz lazım!”
“Tamam, tamam kardeşim, tamam!” dedi Aziz Ata Dünya Can’ı zapt etmeye çalışarak, “Götüreceğim sizi. Gelin benimle, sakin olun!”
Ve yalnızca beş dakika sonra Aziz Ata’nın arabasında, bu sefer bir ambulansın değil birden fazla polis aracının peşindeydik. Berfu ve Dünya Can hiç iyi değildi, o kadar kötülerdi ki kendi derdimi unutmuş, onları sakinleştirmeye çalışıyordum.
“Ne cinayeti abi ne cinayeti!” dedi Dünya Can dehşet içinde, “Hiçbir cevap da vermediler, tamam deyip gittiler ne oluyor ya ne oluyor!”
“Belki de o kadar polisi karşılarında görünce korktular!” dedim onları sakinleştirmeye çalışarak, “İtiraz edemediler belki, gidip karakolda öğrenmek istediler belki her şeyi!”
“Ya Derin sen izin verir misin ellerine kelepçe takmalarına?” dedi Berfu gözyaşları içinde, “Sormaz mısın ne cinayeti diye? Nasıl bir kabus bu?”
“Aziz Ata,” diye seslendi Dünya arkadan, “Ağabeyini arasana…”
“Aradım,” dedi Aziz, “Açmıyor.”
“Allah’ım,” dedim içim içimi yer bir halde arkama yaslanarak, “Ne oluyor Allah’ım bak kabusta filansak ne olur uyandır beni ne olur!”
Hava almak için camları açmak polis sirenlerine daha fazla maruz kalmak demekti. Polis sirenlerini duydukça irkiliyor, yaşadığımız olayın gerçekliğini fark ediyordum. Hiçbir parçayı bir diğer parça ile birleştiremiyordum. Her şey o kadar çok karışmıştı ki tüm bu yaşananların halüsinasyon olduğuna inanmak bile daha mantıklı geliyordu.
“Önce Baran annemin atölyesinden çıktı…” dedim parçaları birleştirmeye çalışarak, “Sonra annem gözaltına alındı ve sonra sizin anneleriniz…”
“Cinayet şüphesiyle tutuklandı!” dedi Berfu öfkeyle, “Cinayet! Kafayı yiyeceğim ya, kim öldü abi kim öldü?”
Çaresizce etrafıma bakındım. Aziz Ata bir yandan başını ovuyordu, bir yandan dişlerini sıkarak polis ekiplerini takip ediyordu. Gün neredeyse tamamen aymıştı ama içimizdeki kasvet dışarıya da yansımış gibiydi, gökyüzünün turunculuğu tamamen yok olmuştu, geriye yalnızca soğuk ve kasvetli bir mavi kalmıştı.
“Sen bana bir şey söyleyecektin…” dedim Aziz Ata’ya, “Annemle ilgili… Onunla bugün neden görüşemeyeceğimle ilgili…”
Aziz Ata yüzüme bile bakmadı, hüzünle karşıya bakıyordu. Solundaki açık camdan esen rüzgar dağınık saçlarını daha da dağıtırken her birimiz gibi o da mahvolmuş bir haldeydi.
“Polisler gelmeden birkaç saniye önce öğrendim gerçekleri.” dedi Aziz Ata.
“Gerçekler?” dedim ve rahatsız edici bir sessizlik doğdu arabada.
Tek duyduğumuz sirenler ve rüzgardı…
“Cinayet…” dedi Aziz Ata.
Bakışlarım korku içinde ona döndü, bu cümlenin nereye bağlanacağını duymaktan bile korkuyordum. Dünya ve Berfu da benimle aynı haldeydi. Çıt çıkmadı hiçbirimizden, üçümüz de Aziz Ata’nın ağzından çıkacak tek bir kelimeyi bekliyorduk korku içinde.
“Cinayet iddiasını ortaya atan kişi annen, Derin.” dedi Aziz Ata, “Annenin iddiasına göre,” diyerek başladı anlatmaya parçaları birleştiren o korkunç hikayeyi,
“Annen Zeren, yıllar önce arkadaşları Yeliz, Beren ve Elmas ile birlikte birinin ölümüne sebep olmuş…” derken bir kez daha bulanıklaştı görüntüler, gidip gelmeye başladı sesler ve zar zor duydum Aziz Ata’nın son sözlerini.
Kalbim titriyordu sanki. Ellerim buz kesmişti.
“Birkaç ay önce bu cinayeti öğrenen Baran hem annesine, hem de diğer annelere cinayeti itiraf etmeleri için baskı yapmaya başlamış ama annelerin hiçbiri buna yanaşmamış.” dedi Aziz Ata,
“Baran’ın elinde bir kanıt olmadığı için annenin iddiasına göre kendisine sahte bir kaçırılma hikayesi yaratarak ve kaybından annelerden birini suçlu tutarak anneleri birbirlerine düşürmek istemiş. Böylece kendi annesinin oğlunun cinayeti itiraf edemesin diye kaçırıldığını düşüneceğini ve oğlunu kurtarmak için cinayeti bizzat kendisinin itiraf edeceğini düşünmüş…”
Midem kasılıyordu ve araba hala sessizdi, nutkumuz tutulmuş bir halde kendi felaketimizin hikayesini dinliyorduk adeta.
“Tabi bunlar, söylediğim gibi, annenin iddia ve tahminleri.” dedi Aziz, “Çünkü Baran’ın annesi birkaç kez Zeren’e ve diğer annelere gidip oğlunun kaybıyla bir ilgileri olup olamayacaklarıyla ilgili ağızlarını aramış ama daha fazlasını yapmamış. Polise cinayetten asla bahsetmemiş. Yine annene göre, Beren cinayeti itiraf etmeyince Baran önce sizlere mesajlar vermeye çalışmış, olayı siz çözün istemiş. Belki bir kanıt bulursunuz veya anneleriniz sizin araştırdığınızı görürse pes eder ve itiraf etmeye ikna olurlar diye düşünmüş. Defterden çıkan not, oyuncak ayıdan çıkan hat, ses kaydı, yırtılmış aile fotoğrafları… Ama hiçbir şey işe yaramayınca Baran en sonunda kaybının tüm suçunu Zeren’in üzerine yıkmak istemiş çünkü Zeren’in tek suçlu olmayı kaldıramayacağını, gerekirse cinayet hikayesini bile anlatacağını düşünmüş. Bana gelen mesajlarda yazan buydu.” dedi Aziz Ata, “İstihbarattan.” diye ekledi ve sustu.
Sonra telefonunu eline aldı. Hiçbir şüphe bırakmamak adına, kendisine gelen kısa bir ses kaydını açıverdi bir anda.
“Tarihini bile hatırlamıyorum.” diyordu sesin sahibi hüzünle ve bu ses annemin sesiydi.
“Yeliz, Beren, Elmas, ben ve artık görüşmediğimiz bir arkadaşımız daha… İsmini vermeye bile korktuğum biri… Biz o gün arabayla birine çarptık. Onun ölümüne sebep olduk… Ve bunu yıllarca sakladık. Acı çeksek de anlatamadık kimseye, birimiz anlatmak istese bile diğeri susturdu, diğerimiz anlatmak istedi sonra bir diğerimiz de onu susturdu. Ailelerimiz vardı. Hayallerimiz vardı… Baran bunu annesinin günlüğünden okuyup öğrenmiş, sonra da bunun peşini bırakmadı. Hepimize geldi, hepimizi zorladı ama ona neyden bahsettiğini bile bilmiyormuşuz gibi davrandık. Beren günlüğünü yaktı ve geriye başka da bir kanıt kalmadı zaten… Yani biz öyle biliyorduk, Baran birkaç ufak şey bulmuş sanırım, ses kaydı filan ama elle tutulur bir şey de bulamamış. Bulamayınca o da belli ki içimizden biri itiraf edene kadar bizimle uğraşmayı seçti…”
Ses kaydı durdu.
Ve sonra, bir daha kimse konuşmadı.
Ne ben, ne Berfu, ne Dünya.
Sessizlik konuştu yerimize.
Baran’ın bana söyledikleri, oyuncak ayı, yırtılmış fotoğraflar, ses kaydı, defterimin arasındaki not… Aklım tüm bu kabusa rağmen bu dört ailenin birlikte yaşadığı yüzlerce güzel anıya gitti bir anda. Her şeyi sorguladım. Her bir anı, her bir cümleyi. Evimi anımsadım, o bahçede ettiğimiz sohbetleri, kalabalık yemeklerimizi… Salonumuza girer girmez duvarda bir fotoğraf görürdünüz, o bir aile fotoğrafıydı bizim için.
Annem, Yeliz Teyze, Beren Teyze, Elmas teyze ve biz; onların çocukları…
Kimse tüm bu olan bitenin evimin duvarında asılı eski bir fotoğraf çerçevesine bağlanacağını asla tahmin edemezdi… Ben bile.
Meğer tüm ipuçları asla tahmin edemeyeceğimiz bir yere, kendimize çıkıyormuş. Meğer mesele bizim köklerimizmiş.
Meğer yana yakıla aradığımız gerçekliğin ta kendisi bizmişiz, labirentin çıkışı da girişi de bizmişiz.
Meğer biz dört çocukluk arkadaşının çocukları değil, dört suç ortağının çocuklarıymışız…