20.BÖLÜM : KIRIK SATRANÇ TAHTASI.
MERHABA CANIM AŞKLARIM!
Nasılsınız?
Ben yine evlerinize MİSAFİR olmaya geldim. :')
İyi okumalar diliyorum, bölüm sonunda görüşürüz!
-
.png)
“Üşür müydüm hiç, gökyüzüne taşınsam?
Kimse bulmasa beni, biraz uyusam...”
(Gökyüzüne Taşınsam – PAPTIRCEM ft Dilan Balkay)
-
20.BÖLÜM : KIRIK SATRANÇ TAHTASI.
(YAZARIN ANLATIMIYLA)
(YILLAR ÖNCE)
(GÜNDOĞDU KADIN KAPALI CEZAEVİ)
Bir zamanlar yağmurun hiç dinmediği bir yer vardı. O yerin duvarları taş, pencereleri demir, sessizliği ağırdı. Tavanı ne kadar sağlam olursa olsun fırtınası hiç bitmezdi o yerin, çünkü her fırtına gözle görülür olmak zorunda değildi. Ve o sessizliğin içinde dört küçük çocuk yaşardı... Eliz, Seren, Leyla ve Umut.
Anneleri uyuduktan sonra gizlice kalkarlardı yataklarından. Ayaklarını yere bastıklarında taş zeminin soğuğu tenlerinden geçerdi ama kimse şikayet etmezdi.
Çünkü o gecelerin tek sıcak tarafı, parmaklıklarla çevrili pencerenin önünde birlikte durmaktı. Dışarıda yağan yağmuru yan yana izlemek bu dört çocuğun belki de en güzel anlarıydı.
Küçük Leyla alnını demirlere yaslamış son derece düşünceliydi o gece.
“Bir şey soracağım ama doğru cevap verin...” dedi üzgün bir sesle, “Bizim de bir gün bir bahçemiz olacak mı? Ya da en azından bir balkonumuz...”
Sesi o kadar ince, o kadar kırılgandı ki sanki kelimeler yere düşse parçalanacak gibiydi.
Seren bir şey demedi. Küçük parmağını paslı bir çizikten geçirdi, sonra Eliz’in eline dokundu.
“Eliz cevap versin.” dedi.
Eliz başını kaldırdı.
Yağmur damlaları dışarıdaki bir sokak lambasının solgun ışığında altın gibi parlıyordu.
“Bir gün,” dedi usulca, “Bir evimiz olacak. Bahçe zor belki ama size söz, bir balkonumuz kesin olacak.”
Umut ise yere oturmuştu. Elleriyle dizlerini sarmış, küçük omuzlarını hafifçe sallıyordu. Dudaklarını büzerek söze girdi Umut.
“Ben de size misafirliğe gelebilir miyim peki?”
O anda gök gürledi. Çocukların hiçbirisi gök gürültüsünden korkmadı o an. Çünkü gök gürültüsü bile o dört küçük kalbin birlikte attığı kadar güçlü değildi.
“Ne misafiri salak...” dedi Eliz gülerek, “Sen de bizimle yaşayacaksın.”
Umut heyecanla güldü. Onlar birbirlerinin çocukluk kahramanıydı, her biri bir diğerinin kurtarıcısıydı. Birlikte olmasalar ne bir balkonun hayalini kurabilirlerdi ne de bir bahçenin.
Bir süre sessizce yağmuru izlediler. Demir parmaklıklar arasında rüzgar uğuldadı ve en sonunda koğuşun tavanının her zamanki köşesinden su damlaları içeri sızmaya başlayınca koğuştaki kadınlardan biri söylenerek uyandı.
“Hay ben bu tavanın da yağmurun da!”
Çocuklar birbirlerine bakıp güldüler. Yan yana oldukları sürece onları hiçbir şey üzemezdi. Ne çatıdan sızan yağmur suyuna canları sıkılırdı, ne de koğuşun soğukluğuna. Hatta buz gibi koğuş ilk kez hiç üşütmüyordu onları. Çünkü umut her şeyden daha fazla ısıtıyordu kalplerini.
-
(GÜNÜMÜZ)
(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)
O gece hayatımın en zor gecelerinden biriydi. Gördüğüm rüyaların babamın öldüğü gecenin unutulmuş hatıraları olduğuna emindim. Ama bunu kime söyleyebilirdim? Devrim’in hayatına dair bildiği her şeyin yalan olduğunu düşündüğümü üstelik bununla ilgili tek dayanağımın da rüyalarım olduğunu kime anlatabilirdim?
“Kimseye salak,” dedim kendi kendime söylenerek, “Kimseye!”
Sabaha kadar tekrar tekrar düşündüm, defalarca kez geçirdim o akşamı gözlerimin önünden. Annemin gelişini, babamın yere yığılışını tekrar tekrar canlandırdım zihnimde, kolumun acısını en gerçek şekilde hissettim.
Ve her seferinde buna çıktı zihnimin anlattığı hikaye...
Babam her seferinde kurdu o cümleleri, Edmon Yöner’in ismi her seferinde çıktı babamın dudaklarının arasından. Ve ben her seferinde kaybettim çocukluğumu.
Günün doğmaya başladığını fark ettiğimde salondaki koltukta öylece hareketsizce oturuyordum. Başıma gelen her şeyi tek tek düşünüp duruyordum. Tanık olduğum cinayeti, kaçarken vurulduğum anı, o günden beri saklanıyor oluşumu... Kaybettiğim şeyleri düşündüm tek tek. Annemi, arkadaşlarımı, anne olma ihtimalimi, doktorluk hayallerimi, kendimi... Her şeyimi kaybetmiştim.
Her şeyimi kaybetmiştim ama hiçbirinin acısını yeterince çekememiştim. Tıp buna ‘donma tepkisi’ diyor, hiç duydunuz mu? Benim adını bilmeden yaşadığım şey işte buydu.
“Travmatik bir olayla karşılaşıldığında kişinin beden ve zihinsel olarak donarak tepki vermesidir.” diyor tıp kitapları bu yaşadığıma. İnsan travmatik bir olay yaşadığında, şok olduğunda ya da korktuğunda mesela, donakalır ya hani... Ne kaçabilir ne de savaşabilir, işte tıpta donma tepkisi diyorlar buna. Konser gecesinden beri yaptığım ve yapamadığım her şey, aklımdan geçenler, söylediklerim ve söyleyemediklerim, hepsi bir donma tepkisiydi benim için.
Ne üzüntümü tam olarak yaşayabildim, ne öfkemi, ne de hayal kırıklıklarımı. Ne olsa, ne yaşasam donakaldı ruhum. Ne olsa sustum. Ne annemin özleminden yeterince ağladım ne de arkadaşlarımın özleminden yeterince sızlandım. Ne doktor olma hayallerimi kaybettiğime yeterince öfkelendim ne de bir anne olamayacağımı öğrendiğimde yeterince hayal kırıklığına uğradım.
Ruhum dondu benim.
Bir ormanın ortasında yürürken kocaman bir aslanla karşı karşıya kaldım sanki, başıma gelen her şey o aslandı işte. O aslanı görünce ne kaçabildim ne de savaşabildim onunla, öylece donakaldım...
Aslan şimdi yine karşımdaydı, bana yine aynı şekilde, aynı tehditkar bakışlarla bakıyordu ama ruhum artık susmak istemiyordu. Ruhum “Yeter artık!” demek istiyordu, her şeye ve herkese.
Dün gece zihnim bana yepyeni bir sayfa, yepyeni bir donma sebebi sunmuştu ama bu sefer donakalmayacaktım. Bana gerçekleri anlatabilecek, beni doğruya götürebilecek tek bir kişi vardı ve ben artık oturup beklemekten çok sıkılmıştım.
Ve zihnimden geçenlerin doğruluğunu öğrenebilmek için önce bir adım atmam ve buradan çıkmam gerekiyordu...
Evet, kaçacaktım.
Evet, bir kez daha.
Ve evet, bir planım vardı.
Elimde iki büyük fincan bitki çayıyla evin kapısını açtığımda kapımda bekleyen iri yarı iki güvenlik görevlisi soran gözlerle bana baktılar. Elimdeki tepsiyi gülümseyerek uzattım onlara.
“Erken uyandım da...” diye mırıldandım, “Kendime bitki çayı yapıyordum. Seslerinizi duyunca size de ikram edeyim dedim. Onca zamandır beni koruyorsunuz...”
“Teşekkür ederiz, Eliz Hanım.” dedi adamlardan biri tepsiyi alırken, “Bir ihtiyacınız var mı?”
“Yok.” diyerek başımı salladım, “Afiyet olsun.”
İçeri döndüğümde kalbim güm güm atıyordu. İşte benim muhteşem(!) planım buydu. Devrim’in ilaç çekmecesinde bulduğum uyku ilaçları bu evden çıkabilmek için işime yarayabilecek tek şeydi. Geriye yalnızca beklemek kalmıştı.
“Gerçekten harika plan,” diye düşündüm kendi kendime, “Muhtemelen ilaçlar hiçbir işe yaramayacak! Adamların ikisinin de boyları dörder metre ağırlıkları iki yüzer kilo falan! Birer hap ne yapar ki onlara?”
Ama daha fazlasını verip onlara zarar vermeyi de göze alamazdım.
Yine de bir umutla dakikaları sayacak ve bekleyecektim. Beklerken yüzlerce soru geçti aklımdan. Düşündüğüm şeyler doğru olabilir miydi, Devrim’in babası Edmon Yöner gerçekten de bu hikayenin asıl kötü adamı olabilir miydi? Peki Devrim bu ihtimali hiç duymamış olabilir miydi gerçekten?
Bir yandan düşünüyor, bir yandan giyiniyordum. Devrim’in dolapta bulduğum siyah sırt çantası ondan bana kalan tek hatıra olacaktı belki de, çantasını aldığım için ona bir özür notu bırakacaktım.
Burası, bu ev, Devrim’in beni misafir ettiği üçüncü evdi. Buraya veda etmek ilkinden de ikincisinden de daha çok üzecekti beni. Burada o kadar çok bir başıma kalmıştım ki yalnızlığım bu evin her yerine sinmişti sanki ve dönüp baktığımda bu evin her yerinde tek başıma görebiliyordum kendimi.
Bu evin her köşesinde üzülmüştüm.
Bu evin her köşesinde ağlamıştım.
Ve bu evin her köşesinde tatmıştım çaresizliği.
Sınırlarım artık çok zorlanmaya başlamıştı. Buradan çıktığımda en fazla ne gelebilirdi ki başıma? En fazla ölürdüm.
“O da biraz kötü bir senaryo sanki...” dedim içimden.
Oysa burada da yaşıyor sayılmazdım zaten. Bir başkasının evinin içinde, dört duvarın arasında bir başıma sevdiğim kimseyi göremeden ne kadar yaşıyor sayılırdım? İçimde korku hissi kalmamıştı. Dimitri Vetrov tarafından bulunsam ne olacaktı?
Hayatımı elimden alsa ne olacaktı? Zaten bir hayatım kalmamıştı ki. Ne yapıyorsan yap ya diyecektim ona, “Ne yapıyorsan yap kardeşim yetti be!” diyecektim. Bu kadar da Türkçe biliyordur herhalde.
Artık saklanmaya dayanamıyordum. Ruhum aylardır o sandığın içinde saklanmaya devam ediyormuşum gibi hissediyordu ve artık nefes alamıyordum. Üstelik hikayenin asıl kötü adamı Devrim’in babasıysa ve Dimitri Vetrov onu sırf bu yüzden bu hale getirdiyse belki de Dimitri kötü bile değildi.
Peki ya Devrim asıl kötü olanın babası olduğunu biliyorsa? Biliyorsa ve buna rağmen babasını bu hale getirdiği için Dimitri’nin peşindeyse? Devrim’in aklıma gelen yüzü, gözleri, bakışları, sesi, cümleleri... Ona ait her bir zerre bana onun böyle bir şeyden haberi olsa babasının yanında olmayacağını söylese de zihnimin bir yerlerinde küçücük de olsa bir ihtimal olabileceğini biliyordum.
Bir yandan düşünürken bir yandan da hazırlanmıştım. Üzerime buraya benim için getirilen kıyafetler arasında bulduğum kalın hırkayı da geçirdikten sonra orta sehpada duran defterden bir sayfa koparıp yanındaki kalemle hızlıca bir not yazmaya başladım.
“Devrim...” yazdım ve durdum.
Derin bir nefes aldım. Bu notu hızlıca yazabileceğimi düşünsem de yanılmıştım. İsmini yazdığım an durmuştu parmaklarım. Ne yazacaktım ki? “Hoşça kal Devrim, ben gidiyorum. Çantanı da aldım.” mı?
Başımı kaldırdım. Orta sehpanın önündeki koltuğa oturmuş, masaya doğru eğilmiş, elimde kalemle karşı duvara bakıyordum. Duygularımın içine düşmek istemiyordum. Duygularım bir bataklık gibiydi, düştükçe içine daha çok çekecekti beni.
Düşünmek istemiyordum, hissetmek istemiyordum. Başıma gelen bu felaketi kişiselleştirmek, buradan bambaşka bir hikaye çıkarmak istemiyordum. Ama insandım işte, benim de bir kalbim vardı ve Devrim Ali Yöner karşı koyamayacağım kadar çok şey hissettirmeye başlamıştı bana...
“Devrim...”
Yazdığım ilk kelimenin üzerinde durdu gözlerim. Uzun uzun baktım ismine. Ve “Ali” yazdım yanına.
“Devrim Ali.”
“Çocukluğum benim için bir hapishane gibi. Ben ne kendimi ne sevdiklerimi çıkaramadım o hapishaneden. O dört duvarın arasından çıktığım gün bile özgür olamadım ben. Ruhum annemle birlikte orada kaldı, ben ise içinde ruh olmayan bir bedenle çıkıp gittim oradan. Yaşamaya çalıştım, tutunmaya çalıştım hayata. Doktor olmak çocukluğum boyunca en büyük hayalimdi çünkü içimde bir yerlerde hep o gece yanımızda bir doktor olsaydı babam kurtulurdu ve annem de dört duvarın arasına hapsedilmezdi diye düşünüp durmuştum... Ben o gecenin kurtarıcısı olmak istedim Devrim Ali. Hayatımı ona göre yaşadım, her adımımı ona göre attım. O gece o sandığın içine saklanmak çocukluğuma dönmek gibiydi. Sandığın kapağı açıldığında karşımda seni görmek ise babamı kurtaracak o doktorun çocukluğumun en acı gecesinde belirmesi ihtimali gibiydi. O gece babamı da annemi de kimse kurtarmadı Devrim. Ama sen beni kurtardın.”
Belki ben de onu kurtarabilirdim şimdi... Hayatını uğruna adadığı bu intikam hikayesinin ardındaki gerçekler bambaşkaysa eğer, onları öğrenmesine yardımcı olmak için gönderilmiştim belki de ona.
Titrek bir nefes alıp yazmaya devam ettim.
“Beni misafir ettiğin her gün için sana sonsuz teşekkür ederim Devrim Ali Yöner. Sana ve ailene yaşattığım stres dolu her gün için de sonsuz özür dilerim her birinizden. Hep söylemiştim, senin evinde senin misafirin olarak güvende olduğumu biliyorum ama bu yaşamak değil Devrim. Çıkıp gerçeklerle yüzleşmek istiyorum ve başıma ne gelirse gelsin en azından ‘denedim’ demek istiyorum. Bir gün tekrar görüşürsek eğer, o güne kadar hoşça kal...”
Ve gözümden bir damla yaş akıp kağıdın üzerine damlarken son bir cümle daha ekledim notuma.
“Senin misafirin olmak başıma gelen en güzel şeydi.
Mümkün olabilecek en güzel gelecek ihtimalinde senin de benim misafirim olabilmen dileğiyle. -Eliz.”
Notu masanın üzerine bıraktığımda ellerim titriyordu. O kadar uzun zamandır bir şey hissetmemeye alışmıştım ki şimdi kalbimin deli gibi atıyor oluşu bana yabancı gelmişti.
Bir kalp yeniden atmaya karar verdiğinde ilk darbeler hep acıtırmış, bilir misiniz?
Çantayı sessizce omzuma astım. Ayağa kalkıp eve şöylece bir baktığımda evin içi hala karanlık sayılırdı. Pencere kenarına ilerleyip dışarıyı izleyerek dakikaları saymaya başladım. Çayları vermemin üzerinden ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum, notun başında o kadar uzun süre düşünmüştüm ki belki yarım saat belki de bir saat olmuştu.
Derin bir iç çekişle ilerleyip kapıya gittim ve ayak parmaklarımın üzerinde yükselip kapının deliğinden dışarıya, koridora baktım.
Ve bingo! Güvenliklerin içtiği çayın etkisiyle uyuyakalmaları uzun sürmemişti. Kapının önündeki sandalyelerinde ikisinin de başı yana düşmüş, derin bir uykuya dalmışlardı.
Uyumuş olmaları beni daha da telaşlandırmıştı çünkü bu, evden çıkacağımın resmileşme anıydı!
Kapı kilidini sessizce çevirdim. Dışarı doğru ilk adımı attığımda içimde bir şeyler kopup gitti sanki. Önce kısa bir süreliğine durup iki görevlinin de nefeslerini dinledim ve iyi olduklarından emin olduktan sonra kalın hırkamın kapüşonunu başıma geçirip hızla asansörlere doğru ilerledim. Asansöre bindiğimde aynaya bakmak için bile açmadım kapüşonumu.
Nihayet dışarı çıktığımda önce titrek bir nefes çektim içime, hava serindi. Gökyüzü griydi, tıpkı yıllar önce çocukken pencereden izlediğimiz yağmurlu gecelerin sabahlarını andırıyordu dışarısı ve bunu o kadar özlemiştim ki neredeyse ağlayacaktım.
“İyi günler.” dediğini duydum yanımdan geçen birinin.
“İyi günler...” diye mırıldandım sessizce.
Dünyaya yeni gelmiş gibiydim. Annemi cezaevinde bırakıp dışarı çıktığım ilk an da böyle hissetmiştim işte.
Özgürlüğüme doğru bir adım atıyordum ama ardımda büyük bir tutsaklık bırakıyordum. Derin bir nefes aldım ve soğuk havayı ciğerlerime çektim. Ellerim hala titriyordu ama artık korkudan değil, soğuktandı.
Nihayet kendime gelip sokağa doğru bir adım attım ve sokaktan geçen tek tük insanın arasına karışıp sıradan bir insan gibi öylece yürüyüp ilerledim. Sokağın sonuna kadar ilerlemiştim ki geniş sokağın köşesinde duran siyah bir araba dikkatimi çekti.
Galiba paranoyaklaşıyordum.
Her siyah araba şüpheli bir araba olmak zorunda değildi herhalde!
Camları buğulanmıştı. Arabanın içinde birinin olduğunu görebiliyordum ama içindekinin kim olduğunu camın buğusundan dolayı göremiyordum. Bir süre baktıktan sonra kapüşonumu iyice yüzüme doğru çektim ve adımlarımı hızlandırdım.
Ama size kötü bir haberim vardı...
Benim adımlarımı hızlandırmamla birlikte araba da motorunu çalıştırıp yola çıkmış ve peşime takılmıştı!
Ne yapsaydım, eve geri mi dönseydim acaba?
Belki de beni takip falan etmiyordu, zaten sokak tek yönlüydü yani araba başka hangi yöne gidebilirdi ki?
“Tamam sakin ol kızım, sakin ol...” diye fısıldadım kendi kendime.
Çantamı tek omzuma düşürüp kendime doğru çektim ve yüzümü biraz daha kapatıp adımlarımı daha çok hızlandırdım. İçimden bir ses “Evde televizyon izleyip yatıyordun mis gibi, rahat ettin mi şimdi?” diyordu.
Bir yandan yürüyor, bir yandan göz ucuyla arabanın hala peşimde olup olmadığına bakıyordum. İşler giderek garipleşmeye başlamıştı çünkü ben ne kadar hızlı yürürsem yürüyeyim arabanın beni çoktan geçmesi gerekiyordu ama araba benden de yavaştı!
Sonunda bir anda durdum. Araba beni geçip gitmek zorunda kalsın diye yere eğilip ayakkabılarımın bağcıklarını bağlıyormuşum gibi yaptım ve araba çaresizce yanımdan ağır ağır geçip gitti. Bir süre yerden kalkmadım. Bağcıklarımı olabildiğince yavaşça bağladım ve sonunda boğazımı temizleyerek her şey normalmiş gibi ayaklandım.
Ben ayağa kalktığımda araba ilerideki caddeden sağa doğru dönüyordu. Olduğum yerde biraz bekledim ve adımlarımı hızlandırıp caddenin sol tarafına doğru yöneldim.
Hızlı adımlarla caddenin sol tarafında ilerliyordum ki az önce caddenin sağına doğru ilerleyen siyah lüks arabanın vitesini R’ye alıp son hızla geri geri geldiğini fark ettim!
Korkuyla olduğum yerde kaldığımda araba geri geri gelerek tam yanımda büyük bir gürültüyle durmuştu!
Ve işte yine yaşıyordum o donma anını... Öylece durmuş arabanın camına bakıyordum. Kim vardı içinde? Kim takip ediyordu beni? Arabanın filmli camı nihayet yavaş yavaş açılmaya başladığında aklımdan onlarca şey geçiyordu. Devrim’in binanın kapısında da mı adamları vardı? Dimitri Vetrov kaldığım binayı mı bulmuştu? Lale bana hesap sormaya mı gelmişti?
Tahminlerimin hepsi yanlıştı.
Cam yavaş yavaş aşağı indiğinde o karşımdaydı...
Devrim.
O gece içine saklandığım sandık açıldığında bana nasıl baktıysa, yine öyle bakıyordu gözleri. Endişeli ama soğuk. Yüzünde onda yalnızca birkaç kez gördüğüm o hayal kırıklığı ifadesi vardı. Gözleri hayal kırıklığıyla harmanlanmış büyük bir olgunlukla bakıyordu yüzüme. Dudakları aralandığında söylediği şey söyleyeceğini tahmin ettiğim şey değildi.
“Demek gidiyorsun.” dedi yalnızca.
Bu kadar. O an anladım ki bu sefer kabullenmişti, çabalamayacaktı, peşimden koşmayacaktı. Beni kolumdan tutup bu fikrimden vazgeçirmeye çalışmayacaktı, bana dışarıdaki tehlikeleri anlatıp beni korumak istediğini söylemeyecekti bu sefer. Biliyordum, o da yorulmuştu artık.
Dolu gözlerle başımı salladım.
“Vakti geldi.” dedim.
Devrim gözlerini kaçırırken burnumu çektim ve devam ettim konuşmaya.
“Bana beni yanında zorla tutmadığını, beni alıkoymadığını, bana yalnızca yaşamam için bir şans verdiğini söylemiştin Devrim. Beni aylarca misafir ettin evinde, hatta evlerinde... Ama sana hep söyledim, sevdiklerim yanımda değilken yaşıyor olmak bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Senin misafirin olarak güvendeydim, yaşıyordum, nefes alıp yemek yiyip uyuyor ve uyanıyordum. Ama benim için bu ölmekten farksızdı... Sevdiklerim benim hayatta olduğumu bilmedikten sonra benim hayatta olmamın ne anlamı var ki? O yüzden artık vakti geldi Devrim. Ev sahipliğin için teşekkür ederim ama misafirliğim buraya kadardı...”
Sol gözümden akan bir damla yaş yanağımdan süzülürken Devrim yüzüme bakamıyordu bile. Yaşadığı üzüntüyü yüzünden okuyabiliyordum ama o benim için yapabileceği her şeyi yapmıştı, artık gönlü ferah olmalıydı.
Bir süre hiçbir şey söylemeden önündeki direksiyona bakmayı sürdürdü. Saat o kadar erkendi ki dışarıda hiç araba yoktu, tek tük bir iki insanın dışında kimse yoktu bu koskoca caddede. Sessizlik daha da boğuyordu ruhumu, sessizlik daha çok zorlaştırıyordu her şeyi.
“Sana dışarıda başına gelebilecek her şeyi söyledim.” dedi Devrim katı tutmaya çalıştığı ses tonuyla, “Ama vazgeçemiyorsun değil mi? Annenden, arkadaşlarından...” durdu, yutkundu, gözlerini bir anlığına kapattı ve ekledi, “Sevdiğin adamdan...”
Dolu gözlerimi çaresizce kaçırdım ve devam etmesini beklemeden araya girdim.
“Beni seven herkes benim öldüğümü sanıp acı çekiyor Devrim!” dedim, dolup taşmak üzereydim, “Ben sırf hayatta kalabilmek için kendimi saklayacağım diye onlar ben yaşarken benim yasımı tutuyorlar! Eğer öleceksem de özgür öleceğim, son kez onları görüp onlara olan biten her şeyi anlattıktan sonra öleceğim! Onların hayatlarından öylesine bir bilinmezlik içinde kaybolup gidip onlara bir ömür boyu bu acıyı çektirmeyeceğim... Hem belki de...” dedim burnumu çekerek.
Kendimi toparlamaya çalıştım, gözyaşlarımı hırkamın koluna sildim ve duruşumu dikleştirdim.
“Belki de peşimdeki adamlar sandığın kadar kötü değildir Devrim...”
Devam etmedim, ona babasıyla ilgili düşüncelerimi, kafamın içinde beliren hatıralarımı anlatamadım, anlatamazdım. Devrim dudaklarını birbirlerine bastırdığında öfkesini yenmeye çalıştığı her halinden belliydi. Bu söylediğimi iyimserlik olarak algılıyordu, biliyordum.
“Adam bir katil.” dedi bastıra bastıra ve yüzünü nihayet bana çevirdi, “O adam o gece senin gözlerinin önünde birini öldürdü.”
Başımı salladım. Hüzünle gülümsedim ve hiç beklemediği bir cevap verdim ona.
“Evet,” dedim, “Ve sen de yanındaydın.”
Yüzündeki hayal kırıklığı yerini bir anda harap olmuş bir kabullenişe bıraktı. Bakışları sakinleşti, öfkesi dindi, pes etti Devrim. Daha fazla çabalamayacaktı. İstediğim gitmekti ve gidecektim.
“Artık gitmeliyim,” diye mırıldandım halsizce ve hüzünlü bir gülümsemeyle devam ettim konuşmaya, “Eğer kaderimizde varsa... Bir gün yeniden karşılaşırız Devrim Ali Yöner. Ve belki de bu sefer sen benim misafirim olursun.”
Bir kez daha bana döndü gözleri.
Bir kez daha ve son kez.
Beni bir uçurumun kenarına doğru yolcu ediyormuş gibi baktı yüzüme. Direksiyonu tutan elleri kucağına düşmüştü artık, bütün hiddeti, bütün çabası, bütün hırsı sönmüştü.
Torpidosundan çıkardığı telefonu bana uzattığında gördüklerime inanamadım. Bu benim telefonumdu. O gece düşürdüğüm, Devrim’in bana beni korumak için vermediği kendi şahsi telefonumdu!
“Bu senin.” dedi ve aylardır dokunmadığım telefonumu uzattı bana.
Titreyen ellerimle dokundum telefonuma. Avucunun içindeki telefonu alırken eline değen parmaklarım derin bir iç çektirdi hem bana hem ona.
“Teşekkür ederim.” diyebildim sadece.
Telefonumu elime alır almaz açılan ekran görüntüsünde benim Leyla, Seren, Umut ve Adnan’la olan bir fotoğrafım vardı. Hıçkırıklarımı bastırmaya çalışarak ekranı kapattım ve ona döndüm.
Devrim yüzünü tekrar önüne çevirmişti, ellerini direksiyona yerleştirirken bakışları da oraya döndü.
“Kimliğin koruyucu kılıfın arkasında. Rehberinde telefon numaram var.” dedi yutkunarak, ve devam etti, “Hoşça kal Eliz... Ne zaman ihtiyacın olursa, ne zaman yardımımı istersen tek bir tuşa basman yeterli. Yanında olurum. Ne olursa olsun...”
Ve ekledi.
“Ne olursa olsun...”
Başımı salladım. Gözlerimden akan birer damla yaşı umursamadan nazikçe elimi salladım ona ve önüme döndüm. Burada yollarımız ayrılıyordu. Ben sola gidiyordum, o sağa ve içimden bir ses yollarımızın bir daha hiç birleşmeyeceğini söylüyordu.
Boynumda annemin hatırası at nalı kolyem, üzerimde siyah kapüşonlu hırkam, sırtımda Devrim’in çantası ve kolyemin üzerinden sardığım sarı ince fularımla tek başımaydım artık. Ne kimseye tanıdıktım ne de kimseye yabancı.
Devrim ben ilerlerken bir süre arabasını hareket ettirmeden yolun ortasında durmaya devam etti. Bir anlığına arkamı dönüp baktığımda başını arabasının direksiyonuna yasladığını gördüm.
“Git lütfen...” diye fısıldadım kendi kendime, “Git ve mutlu ol Devrim, lütfen...”
Artık beni duyamazdı.
İçim acıya acıya arkamı döndüm ona ve onun gölgesinden uzaklaşmayı, onu da kendimden kurtarmayı dileyerek yürümeye devam ettim. Arabasının motorunun sesini duyduğumda ise birbirimizden giderek uzaklaşıyor olduğumuz gerçeği içime bir çığ gibi düştü, soğuttu ruhumu.
Soğuttu ama ferahlatmadı. Yaktı.
Soğuk yanması nedir bilir misiniz? Bir başka deyişle, buz yanığı...
Tıbba göre, aşırı soğuk nedeniyle cildin üst tabakasının altındaki deri, sinirler ve kan damarları donduğunda o bölgeler zarar görüyor ve bu artık bir donma değil, bir yanma oluyor. İşte öyle yandı kalbimin içi, ruhumun her yanını sardı buz yanıkları.
Yine de her şeye rağmen beni mutlu eden bir şey vardı hala. Dışarıdaydım, yürüyordum ve tek başımaydım. Tek başıma atıyordum adımlarımı, sağımda solumda biri olmadan, önümdeki birinin peşinden ilerlemeden ya da arkamdan takip edilmeden.
Tek başıma.
Hep olduğum gibi. Eliz gibi. Kendim gibi.
Annemi cezaevinde bırakıp dışarı çıktığım o gün gibi.
Bana ait bir eşyayı elimde tutuyor olmam bile benim için cennetten farksızdı. Caddenin bitişinde yol bir parka çıkıyordu, parkı görür görmez adımlarımı hızlandırıp parkın en tenha köşelerinden birinde bir bank seçtim kendime. Banka oturdum ve önce kimliğimi kontrol etmek için telefon kılıfımı çıkardım. Kılıfı çıkarmamla birlikte kimliğimle birlikte bir şeyler daha karşıladı beni...
Pek de memnun olmayacağım şeyler.
Devrim kılıfın arkasına sığacak kadar nakit para koymuştu buraya, ve bir kredi kartı. Bir de not.
“Kartın şifresi 9243. Limiti yok.”
Bunları buraya, kılıfın arkasına, kimliğimin bile arkasına koyma sebebini biliyordum. Çünkü eğer bunları o yanımdayken görseydim, telefonu aldığım anda bulsaydım ve eğer telefonu verirken bunlardan haberdar olsaydım bunu asla kabul etmezdim! O da bunu biliyordu.
“Neden ya?” diye söylendim kendi kendime, “Neden?”
O kadar mahcup hissediyordum ki imkansız olduğunu bilmesem arkasından koşmak, bir şekilde ona yetişmek ve bunları ona geri vermek istiyordum. Ama imkansızdı... Devrim çoktan gitmişti. Ne parasını kullanacaktım ne de kartını. Olur da bir gün karşılaşırsak hepsini geri verecektim ona, hepsini.
Huzursuz bir nefes verdikten sonra kartı ve paraları telefon kılıfının arkasına yerleştirdim, sahiplerine geri dönecekleri güne kadar orada kalacaklardı. Kimliğimi sırt çantama attıktan sonra telefonuma döndüm heyecanla.
Benim telefonum, benim fotoğraflarım, sevdiğim insanların numaraları... Her şey buradaydı. Hayatıma dair her şey.
Rehberime girdiğimde kaydedilen son numaralara çarptı gözüm. Yalnızca kendisini değil, Ömer’i ve kardeşlerini de kaydetmişti telefonuma. Deha ve Demir’in isimlerini görünce hüzünle gülümsedim.
Hattımı açmaya ise hazır hissetmiyordum kendimi. Bu yüzden telefonumu uçak modunda tutmaya devam ettim ve içindeki her şeye başka bir zaman uzun uzun bakmak üzere vakit kaybetmemek adına hızla ayaklandım.
“Pardon,” diye sordum parkta karşıma çıkan ilk kişiye, kırklı yaşlarda hafif kilolu güzel bir kadındı bu.
“Buyurun?” diye sordu kadın merakla.
“Yanlış anlamazsanız...” dedim, “Burası tam olarak neresi? Yani şu an biz neredeyiz?”
Kadın yüzüme öyle bir baktı ki bakışları sanki “Şu an hangi yıldayız?” demişim gibi hissettirdi bana. O soruyu sorsam bile haklıydım aslında, o kadar uzun zamandır insan içine karışmamıştım ki...
“Bıktırdınız artık ama ya!” dedi kadın, “Yine mi sosyal deney?”
“Evet,” dedim, “Sosyal deneydi ve kaybettiniz.”
Kadın yüzüme anlam vermeye çalışarak bakarken tahammülsüzce ayrıldım yanından. İnsanları hiç özlememiştim.
Bir yandan yürürken bir yandan telefonumun haritasından çevrimdışı olarak konumuma bakmaya çalışıyordum. Gitmeyi hedeflediğim yer bulunduğum yere tam dört kilometre uzaklıktaydı ve ne taksiye ne de bir toplu taşıma aracına binecek param yoktu tabi ki ama zaten haftalardır, aylardır uzun uzun yürümüyordum... Ve aylar sonra ilk uzun yürüyüşümü yapmamın vakti gelmişti.
Öyle uzun yürüdüm ki adeta kendime gidişimin yolculuğu oldu bu. Kendime gelişimin değil, kendime gidişimin... Adım attıkça kendime yaklaştım. Attığım her adım bana, asıl Eliz’e, kendime yaklaştırdı beni. Çimenlerin nasıl koktuğunu hatırladım, rüzgarın gözlerimi nasıl kuruttuğunu, saçlarımın nasıl uçuştuğunu...
Kim olduğumu hatırladım.
Ne zorluklarla büyüdüğümü, hangi imkansızlıkların içinden çıktığımı hatırladım. Rüzgar yüzüme yüzüme vurdukça bilincimi geri kazandım adeta. Tıp Fakültesini kazandığım o günü hatırladım. Seren, Leyla ve Umut’la sevinç içinde birbirimize sarılışımızı, koşa koşa annemi ziyarete gidip ona haber verişimi...
Ve ben tüm bunları düşünürken uzun yürüyüşüm farkında bile olmadan bitti. Sonunda durmam gerektiğini, gitmek istediğim yere ulaştığımı anlayınca başımı kaldırdım ve karşımdaki büyük tabelayı gözyaşları içinde okudum.
“GÜNDOĞDU KADIN KAPALI CEZAEVİ”
Çocukluğumun geçtiği yere, evime gelmiştim.
Ona gelmiştim, anneme...
Acısını dindirmeye, ona kızının yaşadığını haber vermeye gelmiştim...
Annemin ruhunu içine düştüğü o karanlık belirsizlik kuyusundan çekip almaya gelmiştim.
Bundan sonra başıma ne geleceği umurumda bile değildi çünkü ben ona, anneme gelmiştim...
-
(YAZARIN ANLATIMIYLA)
Eliz şehrin bir başka köşesinde annesine kavuşmak için saniyeleri sayarken Devrim ofisinde, GÖKTAY Holding’in manzarası en iyi yerindeki masasında oturmuş bilgisayarının ekranına bakıyordu.
Ekranda açık olan tabloyu görüyordu, ama rakamlar bulanıktı. Gözleri oradaydı, zihni başka bir yerde. Eliz’in “Artık gitmeliyim.” dediği an, yankı gibi hala kulaklarındaydı.
Sanki biri iç organlarını usulca yerinden sökmüştü ama hayatta kalmaya devam ediyordu. Dışarıdan bakınca her şey yerli yerindeydi, pahalı takım elbisesi, dikkatle şekillendirilmiş saçları, önündeki bilgisayarı… Ama içerisi alev alev yanıyordu.
Masasındaki varlığını unuttuğu kahvesinden bir yudum aldığında kahvenin buz gibi olduğunu fark etti. Parmaklarını bir başka sekme açmak için klavyeye götürüyordu ki kapısı çalındı.
Kapı, Devrim henüz “Gir.” diyemeden sertçe açıldı, gelen Ömer’di ve belli ki telaş içindeydi.
“Abi,” dedi Ömer endişeli bir ifadeyle, “Sana kötü bir haberim var.”
Devrim gözünü ekranından ayırmadan, hiçbir mimik değiştirmeden, sadece başını hafifçe çevirerek konuştu.
“Söyle.” dedi, “Anlat.”
Sesi cam gibiydi. Soğuk, keskin ve kırılmaya yakın.
Ömer bir an duraksadı, sonra kelimeleri toparlayıp konuşmaya başladı.
“Eliz Hanım…” dedi, “Kaçmış.”
Sonra telaşlı sesiyle devam etti, “Kapıdaki adamlara çay vermiş. İçine ilaç mı koymuş, başka bir şey mi yapmış bilmiyoruz ama adamlar sandalyede uyuyakalmış! Şu an nerede olduğunu...”
Devrim sertçe sözünü kesti Ömer’in.
“Biliyorum.” dedi, “Kaçtığını da şu an nerede olduğunu biliyorum Ömer.”
Gözleri ekranın köşesinde bir noktaya sabitlenmişti, ama sesi artık taş gibiydi.
Ömer’in şaşkınlığı yüzünden okunuyordu, hiçbir anlam veremiyordu Devrim’in söylediklerine. Şaşkınlıkla bir adım attı ama Devrim'in suratındaki ifadesizlik onu durdurdu.
“Ne zaman öğrendin?” diye sordu alçak bir sesle, “Nasıl öğrendin?”
Devrim sandalyesine yaslandı, başını geriye doğru bıraktı ve tavana çevirdi gözlerini.
“Sabah,” dedi, “Belki içindeki fotoğraflara bakmak iyi gelir diye ona telefonunu götürüyordum.”
“Evden çıkarken mi gördün?” diye sordu Ömer.
Devrim başını salladı.
“Abi...” dedi Ömer endişeyle, “Niye durdurmadın? Yoksa durdurdun mu? Başka bir yere mi götürdün?”
Devrim gözlerini tavandan ayırmadan başını salladı.
“Durdurmadım.” dedi, “Gitmek istedi ve gitti.”
Ömer anlamıştı. Devrim’in neler hissettiğini, Eliz’i yanında zorla tutmak istemediğini, onu yalnızca onu korumak için bile olsa alıkoymayacağını anlamıştı.
“Ama böyle güvende olacak mı?” diye sordu Ömer, “Ve sen az önce dedin ki... Nerede olduğunu biliyorum dedin abi. Nerede? Nasıl?”
Devrim hafifçe doğrulup başıyla bilgisayarının ekranını gösterdi. Ömer kıpırdanıp telaşlı hareketlerle Devrim’in yanına gitti ve bilgisayar ekranındaki haritaya baktı. Harita sarı renkli bir hedefin hareketlerini gösteriyordu. Ömer hemen anladı. Bu bir konum takip sistemiydi.
“Bu Eliz’in konumunu mu gösteriyor?” diye sordu, “Nasıl ama? Telefonundan mı?”
Devrim bir kez daha başını salladı.
“Ona verdiğim kredi kartının çipinden.”
“Nerede peki?” diye sordu Ömer ekrana biraz daha yaklaşarak.
Devrim hüzünle yutkundu. Arkasına bir kez daha yaslandı ve yanıtladı onu.
“Annesinin yanında.” dedi, “Cezaevinde.”
“Peki ne yapacağız abi?” diye sordu Ömer, “İstersen hemen gidip alabilirim. Konuşur ikna ederim onu, daha önce defalarca kez konuştuk.”
“Evet,” dedi Devrim, “Defalarca kez konuştuk. Ve bizi istemiyor.”
Kurduğu son cümleyi söylemek onun için öyle zordu ki kabullenmek işkence gibiydi.
“Peşini bırakacak mıyız yani?” diye sordu Ömer.
“Öyle istiyor.” dedi Devrim sessizce.
“O zaman konumunu niye takip ediyoruz abi?” dedi ve hissettiği şeylere dayanarak ekledi, “Ve yalnızca biz mi takip ediyoruz?”
“Biz...” dedi Devrim, “Ve peşindeki üç adamım daha.”
Ömer Devrim’in ne kadar pes ederse etsin Eliz’i kaderine tamamen bırakmayacağını biliyordu. Üstelik Devrim ilk kez Ömer’e haber vermeden böyle bir şeye kalkışmıştı ama Ömer onu anlıyordu. Devrim hayatında ilk defa duygularına yenik düşerek hareket ediyordu ve Ömer’i de buna dahil etmeyi kendine yediremiyordu.
“Onu korumaya devam edeceğiz yani.” dedi Ömer sakinleşerek.
“Uzaktan uzağa.” diye yanıtladı Devrim, “Yanına yaklaşmadan, ona görünmeden, başına bir iş gelmediği sürece varlığımızdan haberi bile olmadan...”
Devrim’in gözleri ekrana döndü. Eliz’i gösteren sarı nokta hareket etmeye başlamıştı. Az önce cezaevinin kapısında bekleyen Eliz şimdi içeri giriyor olmalıydı. Devrim’in kalbi stres içinde atarken ömrü boyunca ilk defa babasının intikamını almak dışında bir derdi vardı.
İçindeki Eliz’i koruma içgüdüsüne asla karşı koyamıyor, asla dur diyemiyordu...
Eliz’in misafirliği Devrim’in hayatının en beklenmedik gelişmesiydi...
Boynundaki piyon dövmesine her dokunduğunda, o dövmeyi aynada her gördüğünde babasıyla olan bağını hatırlardı Devrim. Babasıyla satranç oynadıkları akşamları anımsardı, babası her seferinde güçlü taşları kullanırken Devrim onu ısrarla piyon kullanarak yenmeye çalışırdı. “Şahı da piyonla yapacağım matı da.” derdi babasına. Kafasının içindeki dünyada kurduğu intikam planında üzerinde yürüdüğü topraklar bile satranç tahtasının zeminini andırıyordu hayal gücünde.
Siyah beyazdı dünyası. Zemini sağlamdı, sertti. Piyon bu zamana kadar öyle güzel ilerlemişti ki kimse ondan şüphelenmemişti. Kim bir piyondan şüphelenirdi ki zaten? Eliz’in gelişi ise ona hiç beklemediği bir yerden, zihninde üstüne bastığı zeminden, en derinden vurmuştu.
Eliz’e karşı hissettiği duygular planını sekteye uğratırken ona karşı hissettiği koruma güdüsü Devrim’e her şeyi tekrar tekrar ama tekrar tekrar sorgulatmıştı ve şimdi geriye tek bir şey kalmıştı. Kırık bir satranç tahtası.
Artık yalnızca intikam duygusuyla dolup taşmıyordu ruhu, Devrim artık yaşamak istiyordu ama Eliz’in gidişi onu öyle bir sarsmıştı ki geriye yapabileceği tek bir şey kalmıştı.
Kırık satranç tahtasını kırılan noktalarından birleştirmek ve planını uygulamaya kaldığı yerden devam etmek...
Çünkü Eliz’in gelip gidişi gibi, yaşadığı duygular da ruhuna misafir olmuşlardı ve artık gitmelilerdi. Devrim Ali Yöner’in bu hayatta tek bir amacı tek bir derdi olmalıydı, o da babasının intikamını almaktı ve bir daha hiçbir gücün onu bu uğurdan alıkoymasına izin vermeyecekti.
Asla.
-
.png)
Tekrar merhaba aşklarım.
Biraz duygusal, dramı fazla bir bölüm oldu ama bu tansiyonu yüksek ve hızlı bölümlerin başlangıcı olacak, merak etmeyin. :')
Ve Eliz'e tek bir şey söylemek istiyorum buradan, SONUNDA RAHAT ETTİN Mİ ANNEM? SONUNDA RAHAT ETTİN Mİ? AHAHHSHDBDGHDBGD
Şimdi ben heyecanla yorumlarınızı okumaya geçiyorum veeee güzel bir duyurum var, bu akşam saat 21.00'da da MİSO'nun bölüm kritiğini yapmak için Instagram hesabımda canlı yayın açacağım hepinizi beklerimmm.
Kullanıcı adım : beyzalkoc
Sıkı sıkı sarılıyorum her birinize ve sizi çok seviyorum...
Sakın unutmayın, asla yalnız değilsiniz...