20.BÖLÜM : İKİNCİ EVİM.

Beyza Alkoç
0

20. Bölüm : İkinci Evim.

Büyük halamın evine ulaşmak adeta eve dönmekti. Halam, çocukları ve torunları ile tek tek sarılmak ve ailemin evinde olduğumu bilmek benim için tehlikeli topraklardan güvenli topraklara geçmek gibiydi.

“Geçin güzel kızım, geçin! Sizin için çok güzel bir masa hazırladık!” Büyük Halam sevinç nidaları atarken benim attan şövalyemin kucağında indiğimi görünce korkuyla bakakaldı.

“Sara!” dedi korkuyla, “Yürüyemiyor musun, ne oldu!”

“Bileğim sakat... Bir süredir üzerine basamıyorum ama iyileşecek, merak etmeyin.”

“Anne,” Büyük halamdan olan on kuzenimden biri söze girdi, “Hemen şifacıyı çağırtalım, bir baksın!”

Halimi görünce bu denli telaşa kapılacaklarını tahmin etmeliydim. Ben kalabalığın arasında Hazar’ın kucağında içeri girmeyi beklerken onlar bana ölmek üzereymişim gibi bakıyorlardı.

“Kızlar,” diyerek içeri seslendi büyük halam, hizmetlileri kapıda göründüğünde bizi gösterdi, “Şövalyeye prensesin odasını gösterin!” Sonra telaşla bana döndü, “Şifacı gelene kadar uzanıp dinlen, güzel kızım. Yemeğini odana getirteceğim.”

Halam konuşmama bile fırsat vermeden beni Hazar ile birlikte hizmetlilerinden birinin peşine takıp zemin katın koridoruna yönlendirdiğinde kendimi uzun zaman sonra ilk kez biraz olsun mutlu hissediyordum. Hazar zemin katın uzun koridorlarından birinde kucağında benimle yürürken ona bakıp güldüm.

“Neden söylemedin?” diye sordum.

“Neyi?”

“Bir sonraki durağımızın burası olduğunu...”

“Bir sonraki durağımızın neresi olduğunu sormadınız ki. Yalnızca göl kenarında uyuyup uyuyamayacağımızı sordunuz.” Hazar’ın yüzündeki ukala gülümseme beni de güldürmüştü.

“Ama bana yalan söyledin,” dedim gülerek, “Bu gece yine göl kenarında uyuyacağımızı söyledin.”

Hazar gülerek omuz silkti.

“Büyük halanızın evi göl kenarında.” dedi, tam o an hizmetlinin bize gösterdiği odaya girdik ve bizi odanın penceresinin baktığı güzel göl manzarası karşıladı.

“Ve işte göl...” diye ekledi Hazar, “Tam olarak göl kenarında uyuyacaksınız. Yalan değildi.”

Hazar beni kolları arasından pencereye bakan büyük ve yüksek yatağa bıraktıktan sonra doğrulup kıyafetlerini düzeltti. Hizmetli kız ise üzerime yorgan örtmekle meşguldü. Halbuki henüz duş bile almamış, bu güzel beyaz nevresimleri kirletecek kadar toz toprak içindeydim.

“Benden bir isteğiniz var mı?” diye sordu Hazar.

“Hayır. Şu an gayet iyiyim.” dedim ve ellerimi üzerime örtülen yorganın yumuşak dokusunu hissetmek için yavaşça üzerinde gezdirdim.

“Öyleyse ben atların ve diğer çocukların yanına dönüyorum...” dedi ve buruk bir sesle konuşmaya devam etti, “Burada bana pek ihtiyacınız olmayacak gibi ama bir isteğiniz olursa bana hizmetlilerle iletirsiniz...”

Başımı salladım. Burada ona ihtiyacım olmayacağını dile getirmesi beni anlam veremediğim bir şekilde üzmüştü. Sanki buraya, bu evin çatısı altına girmek birbirimizden uzaklaşmamıza sebep olacak gibi konuşuyordu. Halbuki günlerimizi ve gecelerimizi birlikte geçirmiş, birlikte neler yaşamıştık...

Belki de bir yandan haklıydı. Burası kalabalık bir evdi ve evin her yerinde her ihtiyacımı karşılayacak, her adımımda yanımda olacak birileri vardı. Şövalyeyi görmek için nasıl bir fırsat yaratabileceğimi bilmiyordum.

“Sen de...” dedim, “Yani eğer bir sıkıntı yaşarsanız, gelip kendin iletebilirsin...”

Onunla ve diğer çocuklarla bir daha ne zaman sohbet edebileceğimi bilmediğimin farkına vardığım an kalbimin sancıdığını hissettim. Onlara o kadar çok alışmıştım ki şimdi neredeyse birer yabancıya dönecek olma ihtimalimiz beni korkutmuştu.

“Tabi ki.” dedi Hazar, “Her zaman emrinizdeyim, Majesteleri.”

Elini kaldırıp alnına götürdü ve bana bir asker selamı verip ağır adımlarla odadan çıktı. Burası benim ikinci evimdi ama Hazar’ın yanımdan uzaklaştığını izlerken karşımda yanan şöminenin sıcaklığı azalır gibi oldu. Şömine aynı şekilde yanmaya devam ediyordu ama bana hissettirdiği sıcaklık Hazar’ın benden uzaklaşmasıyla doğru orantılıydı. Sanki o uzaklaştıkça üşüyordum.

Hazar’ın varlığı bana bir noktada içimdeki gücü hatırlatıyordu. Birlikte yaşadıklarımız ve birlikte göğüs gerdiğimiz her şey bana içimde bambaşka bir ben olduğunu göstermişti ve şimdi bu ihtişamlı odada tek başıma kaldığım ve yolculuğun bittiğini idrak ettiğim an sanki içimden bir şeyler kopup gitti.

“Yemeklerinizi de getiriyorum, efendim. Siz biraz dinlendikten sonra duş almanıza yardımcı olur ve sizi giydiririz...” Hizmetliye başımı sallayarak teşekkür ettikten sonra aklıma gelen bir detayla doğruldum.

“Şövalyelerin de yemek yediğinden emin olur musun?” diye sordum kapıdan çıkmak üzere olan hizmetliye, “Uzun yoldan geldik. Onlar da çok aç...”

Yirmili yaşlarında, hafif kilolu esmer hizmetli bana şefkatle gülümseyerek başını salladı.

“Merak etmeyin efendim, biz misafirlerimize çok iyi bakarız.”

Hizmetli odadan çıkar çıkmaz yatağın içine doğru iyice gömüldüm. Başımı bile yorganla örttükten sonra gözlerimi açıp altına girdiğim yorganın beyazlığına baktım. Çarşafların temiz kokusunu içime çektim, el ve ayak bileklerimdeki ağrıları görmezden gelmeye çalışarak yatağın rahatlığına odaklandım. Gözlerim yavaş yavaş kapanırken çarşaftan gelen lavanta kokusuyla uyuya kaldım.

“Gözlerini aç Sara... Gözlerini aç...” Kulaklarımda duyduğum tanıdık ses bana telaşla bağırırken gözlerimi araladım. Ağzımda hissettiğim kan tadıyla elim dudaklarıma doğru giderken bir ormanın ortasında olduğumu fark ettim. Çıplak ayaklarım ıslak toprağa basarken tam karşımda onu gördüm.

“Anne...” Elimi kan tadı aldığım ağzımdan çekip karşımda duran anneme uzattığım an parmaklarımın kana bulandığını gördüm. Ben elime bulanan kana korkuyla baktığım an bir kuzgunun uçarak anneme yaklaştığını fark ettim.

“Gözlerini aç Sara...” diye fısıldadı annem bir kez daha ve kuzgun uçarak gelip yere konduğu an annem kayboldu. Gözlerim önce beni izleyen siyah kuzgunu, sonra parmaklarımdan akan kan damlalarını buldu.

Kuzgunun gözleri gözlerimden elime kayınca bana doğru ağır ağır yürümeye başladı. Tam önüme geldiğinde durdu ve bir kanat çırpışla havalanıp kanlı elime kondu. Ayakları kan içinde kalırken başını bana çevirdi ve gözlerimin en derinine baktı. Gözleri öyle tanıdıktı ki sanki her gün gördüğüm bir çift gözü andırıyordu. Kuzgun bir anda uçup gökyüzüne doğru yükselirken korkuyla irkildim ve gözlerimi açtım.

“Sara, iyi misin yavrum, ateşi var gibi...”

Gözlerimi açtığım an büyük halamı ve tanımadığım yaşlı bir kadını daha yanı başımda gördüm. Halam bana doğru eğilmiş, başımdaki yorganı çekmiş ve elini alnıma koyarak ateşimi kontrol ediyordu.

“Hala...” diye mırıldandım uykulu sesimle, “Ben... İyiyim... Kabus gördüm.”

“Ateşin yok gibi ama terlemişsin. Sana şifacıyı getirdim, güzel kızım. O seni muayene etsin, sonra bir güzel yemek yer, duş alır ve rahat rahat uyursun.”

Başımı sallayarak doğrulduğum sırada halam şifacının geçmesi için yanımdan ayrılıp ayak ucuma geçti. Şifacı kadın üzerindeki zümrüt yeşili peleriniyle yanıma geldi ve bana başıyla selam verdi.

“Ayak ve el bilekleriniz...” dedi yorganı kaldırırken, “Ağrı yapıyorlar mı?”

“Bazen.”

“Şu an ağrınız var mı?”

“Biraz var...” Başımı salladığım sırada şifacı ayak bileğime dokunuyordu. Bileğimi parmaklarıyla yokladıktan sonra ayak parmaklarıma dokundu.

“Ağrı ayak parmaklarınıza kadar vuruyor mu?”

“Hayır, yalnızca bilek kısmım ağrıyor.” Şifacı başını salladı ve başını eğip kulağını göğsüme koydu, bir süre kalp atışımı dinledikten sonra kafasını kaydırıp bu sefer de karnımın içini dinlemeye başladı.

“Başka herhangi bir yerinizde ağrı var mı?” Doğruldu ve bir yandan parmakları ile açtığı gözlerime bakarken bir yandan soru sormaya devam etti, “Başınız ağrıyor mu?”

“Başım biraz ağrıyor ama başka bir yerimde ağrı yok...”

“Uzun zamandır at üzerindeymişsiniz, rüzgar gözlerinizi çok kurutmuş ama ciddi bir şeyiniz yok.”

“Evet,” dedim, “Gözlerim de ağrıyor.”

“Onun için size yaban mersini kaynatıp içireceğiz, hemen toparlarsınız. Birkaç hafta sonra da ayak bileğinizin üzerine basmaya başlarsınız. Ben sık sık gelip sizi kontrol edeceğim ve gerekli ilaçları uygulayacağım. Şimdi ağrılarınız için size birkaç ilaç vereceğim. Yemenizi içmenizi de aksatmazsanız çabucak toparlarsınız Majesteleri.”

Başımı sallayıp üzerimden çekilen yorganı üzerime geri örttüm.

“Teşekkür ederim.” dedim, “Peki ayak bileğimi birkaç gün içinde iyileştirmenin bir yolu yok mu?” Şifacı ve halam birbirlerine bakarak gülüştüler.

“Onun için şifacı değil de bir büyücü çağırmamız gerekirdi,” dedi büyük halam ve ufak bir kahkaha atıp gülerek devam etti, “Neyse ki biz böyle şeylerden uzak duruyoruz.”

Şifacı halama güldükten sonra bana döndü.

“Maalesef efendim.” dedi, “Fakat çabucak iyileşmeniz için her şeyi yapacağım, merak etmeyin.”

Ben şifacının verdiği bitki ekstrelerini bir bir içerken o ayak bileğimi bir avuç ıslak yosun ile ovuyordu. Bir yandan büyük halamla sohbet ediyor, bir yandan ise ayak bileğimi değişik değişik şeyler çıkarıp her biriyle ovan şifacıyı izliyordum. Büyük halamın köpekleri odama gelmiş, bana merakla bakarlarken kedilerinden biri ise yatağıma kadar çıkmış beni kokluyordu.

“Mila, hemen aşağı.” dedi halam, “Seni koklayarak tanımaya çalışıyor. Az önce de içeride yemek yiyen şövalyeleri kokluyordu. Hepsinin kucaklarında tek tek dolaştı!”

Başımı kaldırıp heyecanla halama baktım.

“Şövalyeler içeride mi?” diye sordum.

“Evet yavrum, yemek yiyorlar. Yazık, çocuklar çok yorulmuş. Onların odaları da hazır. Yemek yesinler sonra dinlenirler...”

Onlar hakkında bilgi almak, ne yaptıklarını öğrenmek beni gülümsetirken halam merakla konuşmaya devam etti.

“Lakin ben sizi daha kalabalık bekliyordum, baban seni dört şövalye ile mi yolladı?”

Başımı önüme eğip derin bir nefes aldım. Hüzünle gülümsedim ve gözlerim kucağımda duran ellerime daldığında konuşmaya başladım.

“Yedi kişilerdi.” dedim. Devam edemedim.

Odada kısa bir sessizlik oldu. Şişko sarı kedi beni koklamaya devam ederken halamın bana doğru yaklaştığını fark ettim. Elini saçlarıma götürüp saçlarımı okşadı ve bana dolu gözlerle baktı.

“Üzülme güzel kızım,” dedi hüzünle, “Böyle olmasını sen istemedin. Senin ne kadar güzel bir kalbin olduğunu herkes biliyor.”

Kendimi ağlamamak için öyle çok sıkıyordum ki neredeyse kaslarım yırtılacaktı. Halam o halimi görünce bana doğru eğildi ve beni kollarının arasına alıp bana sıkıca sarıldı. Gözyaşlarımı daha fazla tutamadım, başımı göğsüne yasladım ve halamın kolları arasında hüngür hüngür ağladım.

İnsan bazen ağlamaya öyle çok ihtiyaç duyuyor ki ağladığı an dakikalarca nefessiz kalmış da bir anda nefesine kavuşmuş gibi hissediyor. Gözyaşlarını tutmak, ağlamanı bile durdurmaya çalışmak çok büyük çaresizlik. Hayat yeri geldiğinde kocaman bir hapishaneye dönüşüyor ve hepimiz tutsak düşüyoruz hayatın kollarında. Oysa özgürleşmek zorundayız. Yeri geldiğinde bağıra çağıra ağlamak ve yeri geldiğinde kahkahalarla gülmek, her duyguyu sonuna kadar yaşamak ve en sonunda acının üzerine mutluluktan bir merdiven inşa edip basamak basamak çıkıp yükselmek zorundayız. İnsan cehennemi gördükten sonra cennette mutlu olamıyor ama hikayelerimiz devam ediyor ve biz kendimizi hayatın tutsaklığından alıp götürmek zorundayız. Özgür olmadığımız tek konu bu belki de, “kendimizi özgürlüğümüze kavuşturmak zorundayız.”