20.Bölüm : Ağlatan Müzikler
*Önce yağmur, sonra güneş, sonra gökkuşağı...*
(Bir Ay Sonra)
Ellerim önümde açık duran arama sayfasına “Ağlatan Müzikler” yazdığında bilgisayar ekranında gördüğüm gözlerimin yansıması bana hesap sorar gibiydi. Çıkan videolardan birine tıkladım ve yatağımdan kalktım.
Yeter artık Mine. Ağlamaktan yorulduk...
Merak etme İç Ses, artık denesem de ağlayamıyorum zaten.
Ruhum acı istiyordu, ağlamak istiyordu, bunalımlardan bunalımlara koşmak ve bir daha ağlamak istiyordu. Çünkü bana başka türlü bir yaşam öğretilmemişti, bildiğim tek şey sadece acı, sadece hüzün ve sadece gözyaşlarıydı. Hiçbir şeyi dibine kadar yaşayamamıştım, dibine kadar yaşamaya hakkım olan tek şey acıydı.
Neredeyim, neler yapıyorum merak ediyorsunuz, biliyorum. Bir kahve içelim, anlatacağım.
“Ece, hadi uyan tatlım.”
“Abla ben bugün biraz daha uyuyabilir miyim, nütfen.”
“Tamam, uyu bakalım.”
Ece’yi yatakta bırakıp mutfağa geçtim. “Nütfen” demesine dayanamıyordum, söyleyemediği L harfi onu yapmak istemediği birçok şeyden kurtarmıştı. Onu uyumaya bırakıp kendime bir kahve yaptım. Bir dilim de ekmek kızarttım ve üzerine biraz süzme peynir sürüp koltuğa geçtim. Televizyonda İsmail Küçükkaya vardı, yani saat baya erkendi. Baya.
Kızarmış ekmeğimi yiyip kahvemi içtikten sonra kendime bir fincan daha kahve aldım ve balkona çıktım. Balkonun camlarını açıp kışın tüm soğuğunu iliklerime kadar hissettim. Üşüdüğümü hissetmek bana hayatta olduğumu hatırlatıyordu. Kahvemden bir yudum alıp balkon korkuluklarına tutundum ve aşağı doğru eğildim. Gözlerim “No 26” yazısının üzerinde gezindikten sonra soğuktan donacağımı hissettim ve geri çekilip balkonun camlarını kapattım.
Evet, buradayım. Evimde.
No 26. Daire 7.
Tam bir ay önce bütün eşyalarımı toplayıp çıktığım bu eve o gün sadece dört saat sonra geri döndüm. İzmir’e taşınma düşüncesiyle çıkıp havalimanına gitmiştim. O gün Ege’de beklenen bir fırtınadan dolayı bütün uçuşların iptal edildiğini öğrendim. Havalimanında oturmuş ne yapacağımı düşünürken Ece bir cümle kurdu. “Abla, hadi eve gidelim...” dedi ve o an fark ettim ki burası benim evimdi. Bizim evimizdi. Her yerden kaçmıştım, hayatım hep kaçıp gitmelerden ibaretti. Yine aynısını yapacak noktaya gelmiştim, o son noktaya geldiğimde beni Ece’nin bu cümlesi kendime getirdi. Kardeşimi aldım, evime döndüm. Aynı gün Efe’nin psikolog arkadaşı Can ile bir seans yaptım. Bana üstüne basa basa hiçbir şeyden kaçmamamı, her şeyle yüzleşmem gerektiğini söyleyip durdu.
Hatalarım hatalarımdı, kendime dair her şeyi sahiplenmeliydim, hatalarımı bile.
Utançlarımız, hatalarımız, yanlış adımlarımız, bize dair kötü olan her şeyi sahiplenmeliydik. Kendimize dair iyi olan her şeyi nasıl sahipleniyorsak kötü olan her şeyi de sahiplenmeliydik. O günün akşamında Efe’ye bir mail yazdım.
“Merhaba Efe. Ben Yeşil Küpeli Kız, yani diğer ismiyle Mine Uysal.
Bu bir özür maili değil, bir kendimi açıklama mailidir. Öncelikle evet, doğru anladığın gibi ben buraya tamamen seni gözlemleyebilmek için taşındım. Seni trafikte gördüm, takip ettim, evini buldum ve buraya taşındım. Senin özel alanına girdim ve bunu tamamen seninle ilgili haberler yapabilmek için yaptım. Ne kadar yanlış, ne kadar büyük bir hata, değil mi? Ama işin garip yanı şu ki, ben seninle ilgili haber yapmadım Efe. Umarım farkındasındır. Adın gibi biliyorsun ki ben buraya bunun için taşındım ve sonra bunun doğru olmadığını fark edip bundan vazgeçtim. Seni tanıdığım süre boyunca anladığım şey şuydu, ruhunun ilham dolu oluşu her şeyi yüksek yaşamandandı. Her şeyi yüksek hissediyorsun, aşkı da sevgiyi de öfkeyi de nefreti de. Yeşil Küpeli Kız olduğumu öğrendikten sonra detayları düşünmedin, sadece sana yalan söylediğime odaklandın. Bir anda öfkeyle kalkıp Amerika’ya gittin. Öfkeyle kalkıp Amerika’ya gitmek, bunu sadece sizin gibi zenginler yapabilir. Bu yüzden beni anlamaman normal.
Ben senin gibi yetişmedim, annem ve babam etrafımda dönüp durmadılar, geleceğim hep garanti altında değildi. Senin yaptığın gibi hobilerime yönelemedim, çünkü tahmin edersin ki benim büyüyene kadar bir hobim yoktu. İnsanların hayatlarını izleyip, hayaller kurup durdum. Ünlülerin hayatlarını izleyerek ve okuyarak büyüdüm. Sonra büyüdüm ve tek bildiğim şey geride durup insanların hayatlarını izlemekti, ben de bunu mesleğim haline getirdim. Yaptığım yanlış seninle ilgili haberler yapabilmek uğruna buraya taşınmaktı ama ben bu yanlışı fark edip sana zarar verecek hiçbir şey yapmadım. Aksine, seni korumaya çalıştım. Şimdi nasıl mutlu olursan öyle yaşa, sana söyleyebilecek hiçbir şeyim kalmadı. Kendimi açıklamak istedim ve açıkladım. Bu kadar.”
Efe’den cevap gelmedi, bir yerlerde bunu okuduğuna ve öfkeyle hareket ettiğine pişman olduğuna emindim. Fakat Efe ve benim aramdaki şey her neyse o şeyin artık tekrar canlanabilmesinin bir ihtimali yoktu. İşin daha da kötüsü, Efe tam bir ay boyunca hiç ortaya çıkmadı. 30 Eylül’de katılacağı konseri saçma sapan bahanelerle iptal edildi. Sanki bir aylığına bütün dünyadan yok oldu.
Ben ise her gün acılarıma acılar kattım. Yeşil Küpeli Kız olarak yazmayı tamamen bıraktım, bunalımın beni ele geçirmesine izin verdim. Kafamın içi Efe Duran’ın işgali altındaydı ve ben ona teslim oldum.
Ben dünyanın en zayıf ruh hali içinde Efe Duran’a aşık oldum. Bu hikayenin kaybedeni oldum. Aptalca kararlar verdim, aptalca planlar yaptım, o ise benimkilerden çok daha aptalca kararlar verdi. Bir arada olmayı beceremedik, her şeyi mahvettik. Evet, ikimiz de insandık. İkimiz de küçüktük. Ama bazen hataların dönüşü olmuyor işte, evren ne kadar küçük olduğuna bakmıyor.
Buraya ilk geldiğimde Efe’ye bir grafik tasarımcı olduğumu söylemiştim, geçen hafta içimde hissettiğim suçluluk duygusunun kaynağının tamamen bir yalan üzerine bir senaryo yazmış olmam olduğunu fark ettim. Ona bambaşka bir meslek yaptığımdan bahsetmiştim, üstelik grafik tasarımın g’sini bilmezdim. Geçen hafta bu suçluluk duygusuna daha fazla dayanamayacağımı fark ettim. Bir grafik tasarım kursu buldum, ağlaya ağlaya gidip kaydoldum ve derslere başladım. O kadar butik bir kurs ki sınıfta sadece yedi kişi olarak eğitim alıyoruz ve Ece’nin yanımda oturup kitap okumasına izin veriliyor.
Artık Yeşil Küpeli Kız değilim, artık grafik tasarımcı Mine Uysal’ım. Tam olarak Efe’ye söylediğim gibi, ne eksik ne fazla.
Günlük ağlama seansımı bitirdikten sonra elimdeki boş kahve fincanı ile içeri girip balkonun kapısını kapattım. Kendime bir fincan daha kahve aldıktan sonra bilgisayarımın başına geçtim ve grafik tasarım ödevimi yapmaya başladım. İki saatlik çalışma sonrasında arama motoruna “ağlatan şarkılar” yazdım ve çalışmaya mola verdim.
Günlerim böyle geçip gidiyordu. Depresyon kelimesinin tanımına dönüşmüştüm, psikologlar ve psikiyatristler tarafından depresyon araştırmaları yapılırken incelenmeye alınması gereken bir vaka gibi geziyordum ortalıkta.
Aynı günün akşamında Ece ile akşam yemeğimizi yedikten sonra Ece orta sehpanın yanına oturmuş resim yaparken kapının çaldığını duydum. Bu alışık olmadığım bir şeydi, yemek siparişi verdiğim günler dışında hiç kapım çalmazdı. Burnumu çeke çeke kapıya gittim. Kapının deliğinden baktığımda kapıda bekleyen kişinin bir kurye olduğunu anladım. Şapkasında “AR Kurye” yazıyordu. Kapıyı merakla açtım. Elindeki zarflardan birini bana uzattı.
“Kusura bakmayın, dağıtım uzun sürdü, biraz geç geldim.”
“Önemli değil. Nedir bu?” diye sordum elindeki zarfı alırken.
“İçeriğini bilemiyorum. İyi akşamlar.”
Elime tutuşturulan zarf ile birlikte içeri girdim. Oturma odamızın üçlü koltuğuna oturdum. Televizyondaki çizgi film sesini kıstım ve zarfı açtım.
“Abla o da ne?” diye sordu Ece merakla.
“Bilmiyorum ablacığım. Bakacağım.”
Zarfı açtığımda içinden çıkanın bir konser bileti olduğunu gördüm.
“EFE DURAN – Küçükçiftlik Park’ta – 13 Ekim – 20.00”
Elimde titreyerek tuttuğum bu bilete uzun uzun baktım, bakakaldım. Sol üst köşede ise “Büyük Dönüş” yazıyordu. Korkuyla hareket eden parmaklarım telefonumdaki takvim uygulamasını açtım.
“13 Ekim...” dedim kendi kendime, “Bugün.”
Sonra gözlerim saate kaydı. Saat 18.56’ydı. Ne yapmalıydım? Gitmeli miydim? Efe bir aylığına ortadan kaybolup bir anda dönmüş ve ilk aklına gelen bana konser bileti göndermek mi olmuştu? Neden ben? Madem benden bu kadar nefret ediyordu konser biletini bana neden göndermişti? Madem konserine gelmemi istiyordu o zaman neden bir aydır ortada yoktu?
Gitmeliyiz Mine, yarın sabah uyanıp arama motoruna “ağlatan şarkılar” yazmanı istemiyorum.
Gitmeliydim, gitmezsem bu akşam oraya gitmemiş olmak hep içimde kalacaktı. Onunla son bir kez konuşmalıydım ya da onu son bir kez görmeliydim. Oraya gitmemi her ne için istediyse gidip bunu göğüslenmeliydim. Belki de beni seyircilerin en önüne oturtup yaptıklarımı binlerce insanın önünde anlatacaktı, kim bilir. Ama ben bunu da göğüslenmeliydim.
Bu zamana kadar yaptığın tek doğru şey olacak, hadi kızım, gidelim.
Gidelim İç Ses.
Harita uygulamasına girip bulunduğum sokak ve Küçükçiftlik Park’ın arasındaki mesafeye baktım. Saat 19.00 olmuştu. Küçükçiftlik Park 23 kilometre ötemdeydi. Normalde yirmi beş dakikayı bulmadan orada olacağım bu yol akşam saati olması sebebiyle 40 dakikaya çıkıyordu.
“Ece, gel güzelim. Bir yere gideceğiz.”
“Nereye?”
“Bir yere...”
Ece’yi hızlıca hazırladıktan sonra üzerime kalın siyah bir triko elbise geçirdim. Saçlarımı hızlıca düzleştirip kalın siyah çoraplarımın üzerine siyah botlarımı giydim. Kulaklarıma taktığım yeşil küpeler manidardı. Bugün oraya Yeşil Küpeli Kız olduğumu saklama ihtiyacı duymadan gidiyordum.
Çünkü bu küpeler bana annemden kalmıştı. Beni terk ettikten sonra ondan geriye kalan tek şey bu küpelerdi, maddi hiçbir değeri olmadığı için babamın alıp da satmaya tenezzül etmediği bir çift yeşil küpe...
Bana kim olduğumu hatırlatan yeşil küpeler... İşte ben bu yüzden Yeşil Küpeli Kız’ım, benim gerçeğim bir çift küpede saklı. Artık Mine de bu yeşil küpeleri saklamak zorunda hissetmiyor. Çünkü aslında bu onun gerçeği... Mine’nin.
Ece ile birlikte yola çıktığımızda yol boyunca tüm radyo kanallarını denesem de Efe’nin şarkılarını bulamamıştım. Ece bile ben radyo kanallarını değiştirdikçe Efe’nin şarkılarının çıkmamasını şaşkınlıkla izliyordu. Bir aydır yoktu, yeni bir şarkı yapmamıştı, konserini iptal etmişti, birçok insanı kırmış olmalıydı. Yokluğunu bilen yeni müzisyenler türemişti, Efe’nin yerini doldurmaya çalışıyorlardı ve başarılı olmak üzerelerdi. Oysa hiçbir zaman Efe’nin yerini alamayacaklardı. Efe Duran bu akşam yapacağı konser ile kaldığı yerden devam edecekti ve bir aylığına başkalarına devrettiği tahtı geri alacaktı. Aramızda ne olursa olsun Efe başarılı olmayı hak ediyordu, inanılmaz bir yetenekti ve parlamak zorundaydı.
Konser alanına ulaştığımızda alanın önünün bomboş olması beni şaşırtmıştı. Sahne ışıkları yanmıyordu, saat 19.52’ydi ama alanda hiç kimse yoktu. Havadaki yağmur kokusu biraz sonra başlayacak yağmurun habercisiydi.
“Abla, burası da neresi? Neden kimse yok?”
Ece’ye cevap veremeyecek kadar kafa karışıklıği içindeydim. Arabayı otoparka park ettikten sonra Ece’yi arabadan indirip elinden tuttum ve konser alanına doğru yürümeye başladık. Gözlerim birilerini arıyordu, en azından bir insan görmek istiyordum. Efe Duran bu kadar da bitmiş olamazdı, değil mi?
Sahne önüne doğru yürüdüğümüz sırada bir anda sahne ışıkları yandı.
Olduğum yerde kalakaldım ve onun kulisten sahneye çıkışını izledim.
Efe’nin.
Koskoca konser alanında tek başımaydım, onun sahnenin üzerinde tek başına olması gibi... Üzerinde beyaz bir gömlek ve siyah bir kot pantolon vardı. Ayaklı mikronun önünde durduğunda gözleri gözlerimdeydi.
“Efe abi!” Ece heyecanla bağırıp zıpladığında Efe’nin gülümsediğini gördüm.
“Hoş geldin ufaklık.” dedi, “Ve sen de hoş geldin... Yeşil Küpeli Kız.” diye devam etti.
“Bu da ne şimdi?” dedim anlam vermeye çalışarak.
“Konserim.” dedi, “Efe Duran’ın en büyük konseri.”
“Ne demek bu?” diye sordum.
“Ama biz iki kişiyiz!” dedi Ece merakla.
“Ve bu benim en büyük konserim.” dedi Efe ısrarla, “Bugün burada şarkı söylemeyeceğim. Başka şeyler söyleyeceğim.”
“Bugün burada bir konser olmayacak mı?” diye sordum hayal kırıklığı içinde, Efe ne yapmaya çalışıyordu?
“Olmayacak.” dedi.
“Sen ne yapmaya çalışıyorsun Efe? Şarkıların hiçbir yerde çalmıyor, afişlerin tüm şehirlerden indirilmiş, reklamların kaldırılmış. Sönüyorsun Efe. Görmüyor musun?”
“Belki de kendimi söndürüyorumdur. Olamaz mı?”
İşte şimdi her şey anlamlı hale gelmişti. Şarkılarının çalınmasına engel olan oydu, afişlerini indirten, yerine başkalarını geçirmeye çalışan da oydu. Ne yapmaya çalışıyordu? Buna izin veremezdim. Onu hayata bağlayan şeyden vazgeçmesine izin veremezdim.
“İkimiz de geri zekalıyız.” diye girdi söze, “Sen saçma amaçlar uğruna benim hayatıma girdin, yaşadığım yere girdin, her şeyden ötesi sen benim kalbime girdin. Ben de sadece bu gerçeğe odaklandım ve çekip gittim. Birer yanlış yaptık, sıfırlandık.”
“Bu yüzden mi gittin?” dedim gözyaşları içinde, “Sıfırlansın diye mi?”
“Hayır. Öfkelendim ve kalkıp Amerika’ya gittim çünkü zenginler aynen böyle yapar.” diye açıkladı ona yazdığım maile atıf yaparak, “Dinle beni.” dedi.
“Ben dinliyorum Efe Abi.” Ece’nin sesi alanda yankılanırken Efe konuşmaya başladı.
“Gitmek ve uzaklaşmak zorundaydım. Yaşadığımız onca şeyi tahlil etmek zorundaydım. Öfkemi atmak, uzaktan uzağa yaşanan her şeyi incelemek zorundaydım. Grafik tasarımcı Mine’ye olan duygularımı Yeşil Küpeli Kız Mine’ye de hisseder miyim diye düşünmek zorundaydım. Bu kız yapacağım şeyi yapmama değer mi diye düşünmek zorundaydım.” deyince kaşlarımı çattım.
“Neyi yapmana değer mi?”
“Kendimi söndürmeme.” dedi bir anda. Yüzüne şok içinde baktım.
“Bunu yapamazsın Efe.” dedim, “Kendini böylece söndüremezsin.”
“Ben sönmek istiyorum.” dedi çaresizce, “Beni sadece sen gör, sen duy istiyorum.”
“Ama bunu yapamazsın!”
“Sen benim için yıllarını verdiğin işinden vazgeçtin Mine. Şimdi sıra bende. İçinde bulunduğum camia senin ve benim aramda engel olan tek şey. Ben o engeli aramızdan çıkarıyorum. Senden ayrı geçirdiğim bir ay boyunca anladım ki sen dinlemiyorsan tek bir şarkı daha yapmama gerek yok. Beni dinlemesini istediğim tek kişi sensin. Diğerleri değil.”
“Ne demek bu?” dedim çaresizce.
“Bitti...”
“Yani?”
“Müziği bırakıyorum.”
Şok içinde Efe’nin gözlerine bakarken ellerimin titrediğini hissediyordum. O sırada bir cümle daha kurdu.
“Artık müziklerimi dinleyecek tek kalabalık sizsiniz. Bu da benim en büyük konserim.” Hüzünle gülümsedi.
“İnsanların hayatlarından böylece çekip gidemezsin...” dedim gözlerim dolu dolu, “Seni seviyorlar Efe.”
“Bu yüzden buradayım.” dedi, eliyle sahnenin yanındaki afişi gösterdi. Bu gerçek bir konser afişiydi.
“Anlamadım.” dedim gözlerimi kırpıştırarak.
“Yarın burada bir konserim olacak. Onlara bir vefa borcum var, elveda demeden gidemem. Sadece birkaç şarkı söyleyecek ve müziği bıraktığımı herkese duyuracağım. Biletlerin kazancı ise senin için çocuk esirgeme kurumlarına gidecek...”
“Müziği gerçekten bırakıyor olamazsın.” dedim, “Seni ne söyleyip vazgeçirebilirim bilmiyorum ama kendine dair en sevdiğin şeyden vazgeçemezsin.”
“Kendime dair en sevdiğim şey sensin Mine. Ayrı kaldığımız bir ay boyunca tek anladığım buydu. Yarın akşam burada, yanımda olacaksın. Seyircilerin arasında değil, sahnenin köşesinde izleyeceksin beni. Ve ben onu senin için söyleyeceğim...”
“Neyi?”
“Rengarenk Acılar’ı. Bu da evrene bıraktığım son şarkı olacak...”
Hayat bitişlerden ve başlangıçlardan ibaretti. Biz nereye adım atarsak atalım kendimizi rüzgarın bizi ittiği yerde buluyorduk. Sadece rüzgara karşı çıkabilenler yönünü değiştirebilenlerdi. O yüzden Efe’nin gitmeyi seçtiği bu yola daha fazla karşı çıkamazdım. Bunu seçtiyse bunu yaşayacaktı. Ama eğer rüzgarın onu götürmeye çalıştığı bambaşka bir yer varsa yolu mutlaka oraya çıkacaktı.
Benim yolum günün birinde Efe’ye çıktığında kalbimin içi yağmurluydu. Sonra biraz güneş çıktı ve en son gökkuşağı...
Bu hep böyledir, unutma.
Önce yağmur.
Sonra güneş.
Sonra gökkuşağı.