2.BÖLÜM : SİS SARAYI.

Beyza Alkoç
0

“Bir savaşın sonundaki o yıkık dökük yerdeyim.

Yoruldum.

Esir kalbim, kimse bilmiyor.

Bir katilin elindeyim.

Yenildim.”

(Cem Adrian, Keskin)

2.Bölüm : Sis Sarayı.

“Sara! Sara!”  Kulaklarımı dolduran ses hem öyle tanıdık hem öyle yabancıydı ki zihnim arafta kalmıştı, gözlerimi endişeyle açtığımda kendimi kapkaranlık bir odada buldum. Yanı başımda duran ve bana seslenen kadın oydu, annemdi. Yüzünü aydınlatan tek şey elindeki şamdanda yanan mumdu ve bana hüzünlü gözlerle bakıyordu.

“Anne...” diye fısıldadım halsizce, o ana kadar halsiz hissettiğimin farkında bile değildim. Uzandığım sert yatakta doğrulmaya çalıştım ama faydasızdı, kalkamayacak kadar yorgundum.

“Yattığın yere dikkat et.” dedi bana, sesi titriyordu.

“Ne demek istiyorsun anne?” diye sordum korkuyla.

Sorum yanıtsız kalırken elindeki mum söndü, oda karardı ve annemin varlığının yanımdan yok olup gittiğini hissettim. Oda artık buz gibiydi.

“Anne!” diye seslendim korkuyla, kalkmaya çalıştım ama beni tutan soyut ipler öyle güçlüydü ki kıpırdayamadım.

Olduğum yerde çırpınırken odanın zifiri karanlığının detaylarında yattığım yatağın başlığına çizilmiş ve parlayan bir simge çarptı gözüme. Bu bir at nalıydı. Ahşap yatak başlığına kazınarak işlenmiş at nalını gördüğüm an annemin sesini bir kez daha duydum.

“Yattığın yere dikkat et Sara.”

Kalbim korkudan öyle hızlı atıyordu ki boynumdaki kolyenin bile kalbimin atışıyla hareket ettiğini hissediyordum. Tam o an üzerimde hissettiğim hareketle başımı biraz kaldırıp yaşadığım gerçekliğin dehşeti içinde acı bir çığlık attım. Beni bu yatakta tutan hissiyatı “soyut ipler” olarak adlandırmıştım, oysa yatağa soyut iplerle bağlı değildim. Beni burada tutan vücudumu saran yılanlardı...

“Majesteleri! Uyanın! İyi misiniz?”

Yattığım yerden sıçrayarak uyandığım sırada tüm şövalyelerin başımda olduğunu gördüm. Nefes nefese ve ter içindeydim, ellerimi vücuduma götürüp üzerimdeki yılanları kontrol ettiğim sırada endişeyle izleniyordum.

“İyi misiniz?” diye tekrar etti Atlas, Hazar’ın kardeşi.

“Ben... Rüya gördüm... Kâbus...” O sırada Hazar’ın bana bir matara içinde su uzattığını gördüm. Elindeki matarayı alıp titreyen ellerimle su içmeye çalıştım. Hepsinin beni izlemesi beni o kadar çok geriyordu ki yanı başımda diz çökmüş Hazar bunu fark etmiş olacak ki onları dağıtmak konuşmaya başladı.

“Hadi, dağılıyoruz. Prenses hazır olana kadar siz yol hazırlıklarına başlayın.” Hepsi ayaklanırken Hazar bana döndü ve dudaklarını araladı,

“Sizi yıkanmanız için nehre götürmemi ister misiniz?” diye sordu.

Birkaç saniye duraksadıktan sonra kalp atışlarımın normale dönmeye başladığını fark ettim, ellerim uzun ve dalgalı saçlarıma gitti, kendimi terli ve yorgun hissediyordum. Nehir suyu şu an bana iyi gelebilecek nadir birkaç şeyden biriydi, başımı sallayarak ayağa kalkmak için Hazar’ın bana uzattığı eline tutundum.

“Eşyalarım...” derken Hazar sözümü kesti.

“Siz yıkanırken onları getiririm.”

“Tamam. Teşekkür ederim.”

Hazar’ın yanında nehre doğru ilerlerken aklım hala gördüğüm kabustaydı. Ne zaman böyle bir kâbus görsem şifacının yanına koşar, bana rüyamın anlamını açıklamasını isterdim. Oysa bana korkuyu ilk defa böylesine güçlü hissettiren bir kâbusun anlamı benim için kocaman bir boşluk olarak kalacaktı.

Yalnızca düşünerek sessizce ilerlediğimiz birkaç dakikalık yolun sonunda ormanın içindeki sakin nehre ulaştık. Nehir sonbaharın bir kısmını sararttığı bir kısmını yeşil bıraktığı koca ağaçların arasındaydı.  Sanki yarım bir sonbahar yaşıyorduk.

“Sizi burada bekleyeceğim.” dedi Hazar, “Merak etmeyin, arkam dönük olacak.”  

Başımı salladım. Hazar bana arkasını dönüp yerdeki yaprakların üzerine otururken elbisemin eteklerini tutup yukarı doğru çekiştirdim ve başımdan çıkarmaya çalıştım. O an prenses olmanın negatif yanlarından biriyle karşı karşıya kaldım, elbiselerim genelde sırt kısmından düğmeliydi ve onları kapatma ve çözme işini ben değil, yardımcılarım yapardı. Her ne kadar uğraşsam da aptal elbisem bu şekilde kafamdan çıkmıyordu ve göründüğü üzere burada bir yardımcım yoktu. Ellerimi sırtıma uzatıp düğmelerimi açmayı bile denemiştim ama o kadar esnek değildim.

“İyi misiniz?” diye sordu Hazar, “Elbisenizin içinde çırpınıyor gibisiniz.”

“İyi değilim.” dedim çaresiz bir hırs içinde, “Yardıma ihtiyacım var. Sanırım elbisemin içinde sıkıştım...”

Hazar bana doğru dönüp ne halde olduğuma baktığı an gülmemek için ne kadar zor durduğunu yaptığı ufak kaş hareketinden hissettim. Kendimi öyle çaresiz bir hale getirmiştim ki ormanın içinde bir ayı tuzağının içine hapsedilmiş gibiydim. Elbisenin içinde çırpınırken kollarımı elbisenin kol kısımlarından çıkarmıştım ama şimdi elbisenin kolları bomboş kalırken kollarım gövdemle birlikte elbisenin gövde kısmının içine sıkışıp kalmıştı ve kıpırdayamıyordum bile. Yüzüm öfkeden alev alevdi, kalbimin sıkıştığını hissediyordum.

“Sanırım düğmelerinizi açmam gerekiyor.” diye mırıldandı Hazar.

“Evet, şövalye, düğmelerimi açman gerekiyor.” Sesim öyle öfkeli çıkıyordu ki sanki beni bu elbisenin içine sıkıştıran oydu, kendim değildim.

Hazar üzerinde dalgalanan siyah peleriniyle bana doğru yürüdüğü sırada ona arkamı döndüm. Öfkeden dudaklarımı yiyordum. Keşke öfkeden kendimi komple yiyip bitirebilseydim ve yok olsaydım. Hazar arkama geçtiği an yaptığı ilk şey saçlarımı tutmak oldu.

“Saçlarınızı önünüze atmam gerekiyor.” dedi tereddütle.

“Yapabilirsin.” dedim.

Elleri saçlarımı kavrayıp omuzlarımdan göğüslerime doğru sarkıtırken onun saçlarıma dokunan ilk erkek olduğunu fark ettim. O an içimde hissettiğim kıpırdanma ile ürperdim. Elleri elbisemin düğmelerine gittiği sırada gözlerim nehirdeki yansımamızdaydı. Büyük bakımsız parmakları elbisemin en üst düğmesini açtı ve aşağı inmeye başladı. Parmaklarının tenimle temas etmemesi için çok uğraşıyordu ama sırtıma istemsizce değen teni içimi ürpertiyordu.

“Düğmelerinizi açtım...” dedi sessizce, “Şimdi ne yapmam gerekiyor?”

Boğazımı temizledim. Hazar hala arkamdaydı ve gözlerinin sırtımda olduğunu nehirdeki yansımamızdan görebiliyordum.

“Gerisini ben hallederim.” diye mırıldandım, “Sen arkanı dönebilirsin.”

“Peki, Majesteleri.”

Arkasını döndüğünü yapraklara basan botlarının sesinden anladım. Birkaç adım attıktan sonra yerdeki sonbahar yapraklarının üzerine oturduğu sırada ben ona önümü dönmüş elbisemi çıkarıyordum. Nihayet elbisemden kurtulduktan sonra kendimi nehrin soğuk suyuna yavaş yavaş bıraktım. Su buz gibiydi ve bu soğukluğun bende yaşattığı şok etkisine ihtiyacım vardı. Burnumu tutarak saçlarımın en tepesi ıslanıncaya kadar suyun içine girdim. Suyun altında birkaç saniye geçirdikten sonra kafamı sudan çıkardım ve derin bir nefes aldım.

“Gidip eşyalarınızı getireyim.” diye seslendi Hazar, “Sonra da yola çıkacağız.”

“Beni burada tek mi bırakacaksın?” diye sordum, bir anlığına duraksadığını fark ettim. Bana onsuz hiçbir yere gitmememi söyledikten sonra şimdi beni bırakıp gidecek miydi?

“Haklısınız,” dedi, “Öyleyse elbisenizi tekrar giymek zorundasınız. Buradan diğerlerine seslensem bile beni duymazlar. Üstelik gürültü yapıp dikkat çekmek de istemeyiz.”

“Sorun değil,” dedim, “Bu akşam sıcak bir duş alacağımı umuyorum. Aynı kıyafeti ikinci kez giymeyi göz ardı edebilirim.”

Hazar’ın derin bir nefes aldığını hareket eden sırtından görebiliyordum. Benim bir prenses olmam ve onun benim emrim altımda görevlendirilmesinin onu ne kadar rahatsız ettiğini hissedebiliyordum. Hayatı boyunca bir kadının emri altında çalışmamıştı ve üstelik koskoca bir sarayı korumaktan bir prensesi korumaya uzanan hayatı onun için büyük bir hayal kırıklığı olsa gerekti.  

“Nehirden çıkıyorum.” diye seslendim, “Yanlışlıkla arkanı dönersin diye söylüyorum.”

“Ben yanlışlıkla hiçbir şey yapmam, Majesteleri.”

“Peki, harika.”

Alaycı bir ses tonuyla onu yanıtladığım sırada nehirden çıkmış ve siyah elbisemi üzerime geçirmiştim. Düz taban deri ayakkabılarımı da ayaklarıma geçirdikten sonra ıslak saçlarımın suyunu sıkıp yeni mücadelemle yüzleştim; elbisemin düğmelerini kapatmak.  

“Sanırım yardımına ihtiyacım var, Şövalye.” diye seslendim, “Bu sefer de düğmelerimi kapatamıyorum. “

“Emredersiniz Majesteleri.” Hazar oturduğu yerden kalkıp bana döndüğü sırada ıslak uzun saçlarımı onun için göğüslerime çekip ona arkama döndüm.

Elleri bir kez daha sırtıma ulaştığında bu sefer sırtıma değen parmaklarımın buz gibi tenime karşın ne kadar sıcak olduğunu düşündüm. Acaba o da tenimin ne kadar soğuk olduğunu düşünüyor muydu? Belki de tenim hakkında hiçbir şey düşünmüyordu. Tenine dokunduğu yüzlerce kadından sonra benim tenim ona ilgi çekici bile gelmiyor olsa gerekti. O an aklıma oldukça özel bir soru takıldı. Hazar düğmelerimi iliklemeye devam ederken aklımdaki soruyu ona bir anda soruverdim.

“Söylesene Şövalye, bu görev için geride bıraktığın biri var mı?”

Hazar birkaç saniyeliğine duraksadı, soruyu anlamaya çalıştığını varsayıyordum.

“Annem ve babam var, Majesteleri. Eğer kastettiğiniz bu ise...”

“Evet,” dedim, “Elbette buydu.” Aslında bu değildi.

Konuşmaya tereddütle devam ettim, “Peki başka birileri yok mu? Bir sevgilin veya bir eşin? Birkaç sene önce genç şövalyelerin yaşlı şövalyelerin kızları ile evlendirileceğini duymuştum.”

Hazar son düğmemi de ilikledi ve ellerini sırtımdan çekti.

“Düğmelerinizi ilikledim efendim. Artık yola çıkmalıyız.”

Soruma cevap vermemesi beni şaşırtsa da beni şaşırtan asıl şey ses tonuydu, sorum onu öfkelendirmiş gibiydi. Ona dönüp yüzüne baktığım sırada başının yukarıya dönük olduğunu, gözlerinin stres içinde gökyüzünü süzdüğünü fark ettim. Kulağından çenesine kadar uzanan ince yara izi yeni oluşmuş gibi duruyordu, o an onu yüzünden yaralayanın kim olduğunu deli gibi merak ettim.

“Peki,” dedim, “Ben hazırım.”

Birlikte üzerine bastığımız yaprakların çıtırtılarının eşliğinde atlarımızın bulunduğu bölgeye doğru ilerlerken aklım hala Hazar’ın yanıtlamadığı o sorudaydı. Bu soruyu çok mu özel bulmuştu yoksa böyle bir soruyu sormama haddim olmadığını mı düşünmüştü? Bunu ona tekrar sormak istemiyordum, benimle konuşmak istemeyen birinin üzerine gidecek değildim.

“Günaydın Majesteleri, galiba kötü bir sabaha uyandınız. Şimdi iyi misiniz?” Konuşan Deha’ydı. Hazar’la birlikte bineceğimiz atın başında durmuş, tüylerini tarıyordu.

“Teşekkür ederim şövalye, yalnızca kâbus gördüm. Şimdi iyiyim.”

Hepsi kendi atlarının başına geçmiş bakımlarını yapıyordu. Hazar alana ulaşır ulaşmaz atını Deha’dan devraldığı sırada gözlerim eşyalarımı arıyordu. O sırada bir şeyler aradığımı fark eden Atlas ile göz göze geldik.

“Bende, Majesteleri.” diyerek gülümsedim, gülümseyerek başımı salladım.

Atlas ağabeyi Hazar’ın aksine oldukça sıcak kanlıydı, onu yalnızca iki gündür tanıyor olmama rağmen eğer benim erkek kardeşim olsaydı en sevdiğim kardeşim olacağına adım gibi emindim.

“Atları beslediniz mi?” diye sordu Hazar, özellikle diğer şövalyelere karşı gün yüzüne çıkardığı “lider” sesiyle.

“Her şeyi hallettik patron.” diye seslendi içlerinden biri, sanırım onun adını unutmuştum. Şimdi biri onunla konuşup ismini söyleyene kadar onunla konuşurken isim kullanmamak için çabalamak zorunda kalacaktım.

“Öyleyse yola çıkıyoruz. Uygun mu, Majesteleri?” diye sordu Hazar.

Başımı salladım. Atın başında durmuş ve bana elini uzatıyordu. Elinden aldığım yardımla kendimi atın üzerine yerleştirdim ve ıslak saçlarımı üzerime geçirdiğim pelerinimin kapüşonunun altına sakladım. Hazar hemen ardımdan atın üzerine atlayıp arkama oturduktan sonra uzanıp dizginleri eline aldı ve bir kez daha hep birlikte yola çıktık. Kendimi gördüğüm kabusa rağmen düne göre daha iyi hissediyordum çünkü artık içinde bulunduğum bu sefalete alışmaya başlamıştım. Üstelik bu gece ormanda değil, krallığın dostlarından birinin evinde konaklayacağımız gerçeği beni başlı başına huzurlu tutuyordu. En azından sıcak bir banyo, temiz bir yatak ve belki bir kâse çorba beni kendime getirebilirdi...

Aklım ise hala cevabını alamadığım o sorudaydı. Evet veya hayır demek bu kadar zor olmamalıydı oysa şövalye bana cevap vermemeyi tercih etmişti, bunun sebebi ne olabilirdi? Hazar’ın ardında bıraktıkları yalnızca anne ve babası mıydı? Yoksa onun burada bu kadar mutsuz olmasının sebebi ardında bıraktıklarının anne ve babasında fazlası olması mıydı?

-

Hava yol boyunca sisliydi, atlar bu yüzden olsa gerek tüm gün oldukça huysuzlardı. Şövalyeler atları yönlendirmekte ne kadar zorlansalar da bizim bile önümüzü göremediğimiz bu siste hiçbir yere gitmek istememek atların en büyük hakkıydı. Saatler sonra tüm günün zorluğuna rağmen duracağımız noktaya ulaştığımızda sislerin arasından görünen büyük çiftlik benim için bir saraydan farksızdı. Yalnızca tek bir gecesini bile ormanda geçirmiş her prenses için dört duvar ve bir çatı saraydı.

“Sis sarayı.” dedim buraya içimden. Burayı öyle hatırlayacaktım.

Atlar sis sarayına yaklaştıkça yavaşladılar. Artık güçleri kalmamıştı. Kapının önünde durmuş bize elini sallayan yaşlı adam çiftliğin çalışanlarından biri olmalıydı, zira elinde tırpan ve kürek olmasını ancak buna bağlayabilmiştim.

“Hoş geldiniz Majesteleri! Sefalar getirdiniz!” Atlar bize el sallayan beyaz saçlı, yüzü çizgilerle dolu bu adamın yanına yaklaştığında adam beni ben henüz attan bile inmemişken selamladı. Ona başımı sallayarak gülümsediğim sırada Hazar yere atladı ve bana elini uzattı.

“Hoş geldiniz beyim, hepiniz hoş geldiniz!”

Ben Hazar’ın elini tutup yere indikten sonra bacaklarımdaki uyuşmanın geçmesini beklerken adam heyecanla herkesi selamlıyordu. Adam ne kadar heyecanlıysa biz o kadar bitik bir haldeydik. Yol boyunca peşimizi bırakmayan sis hepimizi mahvetmişti. Hazar sise girdiğimiz ilk andan beri öyle çok gergindi ki tek bir kelime bile etmemişti, ben ise bu sefer uyuyamamış, tüm yolu hiçbir şey yapmadan gitmek zorunda kalmıştım.

“Atlarınızı ahıra alabiliriz beyim, ben bu çiftliğin hem kalfası hem bahçıvanıyım, siz içeri geçip istirahat ederken adamlarımla biz atlarınızın tüm bakımlarını yaparız.”

Adam Hazar’la konuştuktan hemen sonra bana döndü, heyecanla gülümsedi, “Bu arada Majesteleri, siz beni hatırlamazsınız ama bu bizim ilk tanışmamız değil. Buraya daha önce Madam Aden’i ziyarete gelmiştiniz, henüz çocuktunuz tabi. Hatırlamıyor olmanız normal.”

Gülümsemeye çalışarak başımı salladım. Kadının isminden başka hiçbir şey hatırlamıyordum. Yanlış hatırlamıyorsam o günlerde henüz dört yaşında olmalıydım.

“Elbette hatırlıyorum,” dedim, “Madam Aden’i görmek için sabırsızlanıyorum.”

O sırada Hazar şövalyelerine dönüp biz ikimizi baş başa bıraktı.

“Atların hepsini ahıra götürün,” dedi şövalyelerine, “Onların ihtiyaçlarını karşılamadan istirahate gelmeyin.”

Gözlerim Hazar’a kaydığında neden bu kadar sert olduğunu düşünüyordum, bugün onlara karşı oldukça acımasızdı. Yol boyunca atların huysuzlanmasına öfkelenip şövalyelere kızıp durmuştu.

“Şey... Maalesef Majesteleri...” dedi karşımda duran adam, “Kendisi Paris’teki kız kardeşini ziyaret etmek için geçen hafta yola çıkmıştı. Geleceğinizi bilse asla gitmezdi. Bizlere ise sizi rahat ettirmek için elimizden gelenin fazlasını yapmamızı emretti.”

Açıkçası şu haldeyken kadının burada olmamasına üzülecek değildim. Aksine, eğer burada olsaydı onunla zoraki sohbetler etmekten yeterince dinlenemeyecektim. Böylesi çok daha iyiydi.

“Çok üzüldüm. Umarım bir dahakine çok daha iyi şartlar altında bir araya geliriz.” dedim ve devam ettim, “Peki sizin isminiz neydi? Takdir edersiniz ki tüm detayları hatırlayamayacak kadar küçüktüm.”

“İsmim Hektor, Majesteleri.” Adam bana heyecanla ismini söylerken Hazar şövalyelere atlarla ilgili emirler vermekle meşguldü.

“Memnun oldum, Hektor.” Gözlerim hala şövalyelerin üzerindeydi. Daha doğrusu Şövalye Hazar’ın bugünkü acımasızlığın sebebini irdeliyordum, yoksa bu her zamanki hali miydi? Ne de olsa onu yalnızca iki gündür tanıyordum.

“İçeri buyurmaz mısınız Majesteleri? Kapının hemen karşısındaki şöminenin yanındaki oda sizin, orası en çok ısınan odamız. Her şeyi sizin için hazırladık, çarşaflar, yastık kılıfları, her şey ipekten. Siz odanızdaki özel banyonuzda yıkanırken kızlar sizin için hazırladıkları yemekleri odanıza getirecekler. Sonrasında da yatar dinlenirsiniz, siz uyurken biz tüm eşyalarınızı yıkar, sizin için hazırlarız. Zor bir yolculuk geçirmiş olmalısınız...”

Kalfanın anlattıkları o kadar güzel geliyordu ki sanki beni cennete davet ediyordu. Tüm söylediklerine çok ihtiyacım vardı.

“Peki onlar?” diye sordum bizden birkaç adım ötede atlarının durumuyla ilgili konuşmalarını bitirip yarınki rotanın planını yapmaya geçen şövalyeleri göstererek.

“Merak etmeyin Majesteleri, herkes için yerimiz de yemeğimiz de var. Siz kimseyi düşünmeyin, istirahatinize bakın. Herkes bize emanet!” Kâhya gülümseyerek beni içeri davet ederken teşekkür eder gibi başımı salladım.

Şövalyelerin toplantısını bölmemek için kimseye tek kelime etmeden kâhya ile içeriye girdim. Mutfaktan gelen yemek kokuları, kaşık sesleri, şöminenin yaydığı o güzel is kokusu ve evin sıcaklığı beni şimdiden ağlatacak kadar mutlu etmişti. Neredeyse yere kapanıp mutluluktan ağlayacaktım. Bu kadar mutlu olduğumu elbette belli etmeyecektim. Bir gece ormanda kaldım diye burada mutluluktan yerlerde sürünmem pek de yerinde bir davranış olmazdı.

“Buyurun, Majesteleri.” Kâhya benim için odanın kapısını açtım.

İçeriye girdiğimde gözüme çarpan ilk şey benim için yatağa bırakılan beyaz ipek gecelik oldu. Temizlendikten sonra onun içine girmek için sabırsızlanıyordum.

“Teşekkürler. Gerisini ben halledebilirim.” dedim gülümseyerek.

“Elbette. Bir ihtiyacınız olursa bana seslenebilirsiniz. Eh, bir kadın yardımcıya ihtiyacınız olursa da aşçı başı Helen’e seslenirseniz koşa koşa yardımınıza gelecektir.

“Teşekkür ederim.”

Kâhya kapıyı kapatıp beni odamda yalnız bıraktığı an derin bir nefes aldım. Sağ gözümün tık tık attığını, seğirdiğini hissediyordum. Bu bana çocukluğumdan beri ne zaman yorulsam olan bir şeydi ama hiç bu kadar şiddetli olmamıştı. Üzerimi çıkarmak için odamın arka bahçeye bakan penceresinin önündeki perdeyi çekmek üzere birkaç adım attım. O sırada Hazar’ı arka bahçede tek başına durmuş sisli gökyüzünü izlerken gördüm. Oldukça kederli görünüyordu. Elim perdeye gitse dahi öylece kalmıştım.

“Neyin var senin şövalye?” diye mırıldandım kendi kendime.

Sanki içinde ona keder veren bir gerçeklik saklıydı ve belki de bugün o kederli noktaya dokunulmuştu. Şövalyelere karşı olan sertliği, sabahtan beri süre gelen sessiz gerginliği ve şimdiki melankolik hali bu yüzdendi. Derin bir iç çekerek onu kendi buhranı içinde bırakıp perdemi kapattım. Üzerimdeki kirli kıyafetleri çıkarıp ayağımla duvar kenarına ittirdim ve sıcak suya kavuşma umuduyla banyoya girdim.

Yıkanmam öyle uzun sürmüştü ki bana aylarca yetecek kadar sıcak su harcamıştım, sanki yıkanma eylemini unutmamak için hafızama kazımak istemiştim. Banyodan çıktığımda duvar kenarına bıraktığım kirli kıyafetlerimin alındığını ve odadaki yuvarlak zigon sehpanın üzerine ise bir tepsi yemek bırakıldığını fark ettim. Vücudumu ve saçlarımı kuruladıktan sonra üzerime benim için bırakılan ipek geceliği geçirdim. Kapının ardında kalan şömineden gelen ısıyı buradan bile hissedebiliyordum, ateşin çıtırtısı kulaklarımın dibindeydi.

Masanın başına geçip benim için getirilen tepsiye baktım. Çorba, et ve pilav hazırlamışlardı. Yemeklerin yanında getirdikleri meyveler ise benim yiyebileceğimden kat ve kat fazlaydı. O kadar uzun saatlerdir açtım ki açlıktan midem bulanıyordu. Yine de yemezsem güçsüz kalacağımı bildiğimden kendimi zorladım. Hepsinden biraz yedikten sonra bir bardak üzüm şırası içip masanın başından kalktım.

Sıcak su ve yemek beni fazlasıyla mayıştırmıştı. Şimdi ise tek istediğim uyumaktı. Peki acaba şövalyeler de yemeklerini yemişler miydi? Odalarına geçmişler miydi? Pencerenin önüne gidip perdeyi araladım ama hiçbir şey göremedim. Hava hala sisliydi ve artık kapkaranlıktı. Gözlerimi odanın içinde gezdirdiğim sırada yatağın üzerine benim için bırakıldığını düşündüğüm beyaz sabahlığı gördüm. Gecelikle takım olmalılardı. Sabahlığı üzerime geçirip iplerini bağladıktan sonra odanın kapısına doğru ilerledim. Kapıyı yavaşça açtım ve salona tereddütle baktım. Yalnızca bir kişi büyük salonun büyük yemek masasının etrafında oturmuş elindeki içkiyi yudumluyordu.

“İyi akşamlar Şövalye.” diyerek salona adım attığım an Hazar gözlerini önündeki masadan kaldırıp bana baktı.

Beni birkaç saniyeliğine baştan aşağı süzdüğü sırada daha önce kimsenin karşısına bu halde çıkmadığımı fark ederek ona karşı bir kez daha kızardım. Bana karşı saygısını göstermek ve beni selamlamak için ayağa kalkacak gibi olduğu sırada elimle oturmasını işaret ettim.

“İyi akşamlar Majesteleri.” dedi, “Uyumamışsınız.”

“En azından yıkanıp yemek yedim. Sen hiçbir şey yapmamışsın. Diğerleri nerede? Yoksa size birer oda vermediler mi?” dedim endişeyle.

Kâhya ve diğer çalışanlar ortada görünmüyordu ama mutfaktan gelen ufak tefek seslerden anladığım kadarıyla orada hala çalışanlar vardı.

“Verdiler, merak etmeyin Majesteleri.” dedi Hazar, “Herkes odasında.”

Kaşlarımı çatarak ona doğru yürüdüm ve büyük yuvarlak masanın sandalyelerinden birini çekip ona en uzak köşeye, tam karşısına oturdum.

“Sen neden buradasın?” diye sordum.

“Uykumun gelmesini bekliyorum...” dedi, “Ve o koca yataklarda tek olmayı sevmiyorum.”

Bunu hangi sebeple söylediğini bilmiyordum ama canı o kadar sıkkın görünüyordu ki bunu “çapkın” bir dürtü ile söylemediğine yemin edebilirdim.

“Yemek yedin mi?” diye sordum, “Yıkanmamışsın bile.”

“Henüz acıkmadım. Uyumadan önce atıştıracağım. Sonra da banyoya girer, öyle uyurum Majesteleri. Bu halim sizi rahatsız ettiyse odama geçebilirim.” Gözlerimi bulan gözleri oldukça ruhsuz bakıyordu. Bugünkü Hazar dünkünden fazlasıyla farklıydı.

“Hayır, hayır.” dedim, “Rahatsız olduğum için söylemedim. Yalnızca... Bugün kötü görünüyorsun Şövalye.” dedim.

“Zor bir yolculuktu.” dedi kısaca. Beni anlamıyor muydu anlamamak için çabalıyor muydu bilmiyordum. Bıkkınlıkla gözlerimi devirdim.

“Onu kastetmedim. Ruh halin...” dedim, “Bugün kötü görünen şey ruh halin. Söylesene, canın bir şeye mi sıkıldı?”

Hazar elindeki içki dolu bardağı bir kez daha dudaklarının arasına götürdü ve koca bir yudum aldı.

“Bu konuda konuşmamayı tercih ederim Majesteleri.”

“Öyleyse sana bu soruma cevap vermeni emrediyorum, Şövalye.” Gözleri gözlerimi buldu. Susmak onu yıpratıyor gibiydi, bu yaptığı aptallıktı. Ona çatık kaşlarla, meraklı gözlerle bakıyordum. Canını bu kadar sıkan şey ne olabilirdi ki? Derin bir nefes aldı.

“Sanırım emirlerinize karşı koymak gibi bir seçeneğim yok Majesteleri.” dedi. Başımı salladım.

“Aynen öyle.”

Sol elini kaldırıp önce kirli sakallarını, sonra dağınık saçlarını kaşıdı. Sıkıntıyla burnunu çekti ve gözlerini bir kez daha masaya dikti.

“Bana bugün sorduğunuz soru...” dedi kalın sesiyle. Devam etmedi.

“Hangi soru?” diyerek gözlerimi kıstığım sırada hangisi sorudan bahsettiğini gayet iyi hatırlıyordum, “Ah, hatırladım. Bir sevgilin ya da eşin olup olmadığını sormuştum bug-“ derken sertçe sözümü kesti.

“Bir karım vardı.” dedi.

Cevabı net, sesi keskindi. Sanki şömine bile şövalyenin sesindeki keskin notadan etkilenip bir anda sönüverdi. Yutkundum ve ne söylemem gerektiğini düşündüm.

“Anladım...” diye mırıldandım, “Vardı derken... Ayrıldınız mı?” diye sordum tereddütle. O ise tereddütlü soruma anında, keskin bir cevap daha verdi.

“Öldü.” dedi.

İşte bu beklemediğim bir cevaptı. Gözlerindeki hüznün, o soruyu sorduğumdan beri her yanından yayılan o gerginliğin sebebi artık çok netti ve şimdi kendimi bu soruyu sorduğum için fazlasıyla kötü hissetmeye başlamıştım.

“Ben...” diye mırıldandım, “Özür dilerim Şövalye. Böyle bir şey aklıma bile gelmedi... Seni üzecek bir şey söylediğimi bilsem sormazdım.”

Başımı kaldırıp zar zor gözlerine baktım, gözleri kan çanağına dönmüştü ama bir damla yaş bile akıtmıyordu. Elindeki içkiden büyük bir yudum daha aldı, sonra bir yudum daha ve bir yudum daha...

“Bana nasıl öldüğünü sorun.” dedi bir anda.

“Hayır, hayır.” dedim, “Bu konudan daha fazla bahsetmek zorunda değilsin. Gerçekten özür dil-...”

“Rica ediyorum Majesteleri,” dedi Hazar, sesi acı ve öfke doluydu, üstelik oldukça da sarhoş olmuş gibi görünüyordu, “Bana onun nasıl öldüğünü sorun.”

Gözlerimi kırpıştırarak ne yapacağımı düşündüm. Çok çaresiz hissediyordum ve ona yaşadıklarını hatırlattığım için kendime kızıyordum. Ayağa kalktım ve boş kalan sandalyemi masaya doğru ittim.

“Sana bunu sormayacağım. Odama gidiyorum ve sana tavsiyem elindekini bitirdikten sonra odana gidip güzelce yıkanıp uyuman.”

Arkamı dönüp odama doğru birkaç adım attım. Tam kapı kolunu tutup kapıyı aralamıştım ki arkamdan gelen sesle olduğum yere çivilendim. O an anladım ki az önce duyduklarım hiçbir şeymiş, Hazar’ın içindeki zehrin asıl kaynağı şimdi duyacaklarımmış.

“Onu ben öldürdüm.”

Sesi titriyordu, ben dehşet içinde olduğum yerde kalmış parmaklarımın arasında tuttuğum kapı kolunu daha da sıkarken o aynı cümleyi bir kez daha tekrarladı.

“Onu ben öldürdüm, Majesteleri.”