2.BÖLÜM : SANDIK
2.BÖLÜM : SANDIK.
Bazen kaderimiz bizi olduğumuz yerlere götürür. Bizi bir caddeye, bir sokağa, bir kapıya götüren kaderimizdir çoğu zaman. Oysa bazen de olduğumuz yerler bizi kaderimize götürür. Bunu o gece, bir sanayi sitesinin ortasında, önünde dikildiğim o depo kapısında anladım. Burası beni kaderime götürecekti. Ve önsezilerim bana hiç iyi şeyler söylemiyordu.
“Kaç Eliz!” dedi bana kafamın içinden bağıran bir ses, “Kaç!”
“Yakalayın kızı!” Ateş alan silahın sahibi olan yaşlı adamın sesi bir kez daha yankılandı kulaklarımda.
Aklım almıyordu. Biraz ötelerinde bir festival vardı ve bu adamlar festivalin birkaç dakika ilerisinde cinayet mi işliyorlardı? Bu iş için burayı mı seçmişlerdi?
Tabi ki burayı seçeceklerdi. Konser gürültüsü öyle yoğundu ki buraya kadar geliyordu. Şu anda bu koca şehrin kalbi o festivalde atıyordu. Tüm polisler oradaydı, herkesin gözü de kulağı da oradaydı.
Bir yeri görünür kılmak, bir başka yeri görünmez kılmak demekti. Burası onlar için ideal bir noktaydı.
Ayaklarım öyle hızlı yere vuruyordu, öyle hızlı koşuyordum ki karın ağrımı tamamen unutmuştum. Gözlerim saklanacak bir yer, ortadan kaybolabileceğim bir nokta arıyordu. Depoların arasında koşturuyor, açık bir kapı arıyordum.
Terk edilmiş boş dükkanların bile kapıları zincirliydi. Kendimi oradan oraya atıp duruyordum. İçimde bir yerlerde bana bir şey olacağına inanıyor da değildim. Çok fazla dizi izler, çok fazla kitap okurdum ve şahit olduğum tüm kurgulara göre şu an başıma bir şey gelmemeliydi, kaçıp saklanabilmeliydim! Sonuçta başrole bir şey olmazdı ve ben hayatımın başrolüydüm, öyle değil mi?
Ama öyle olmadı. Ben koşmaya devam ederken vücudum daha önce hiç tanışmadığı, hiç bilmediği bir hisle tanıştı.
Hiçbir ses duymadım, hiçbir şey fark etmedim. Elim bir anda karnımın altına, yumurtalıklarıma doğru kaydı, duyduğum tek şey yoğun ve hızlı bir sızıydı, öyle büyük bir şok yaşadım ki sesimi bile çıkaramadım.
Sadece durdum, sadece birkaç saniyeliğine durdum. Ve beynim beni uyarırcasına bağırmaya başladı, “KAÇ ELİZ! KAÇ!”
Vurulmuştum.
İşte buna inanmıyordum, bunun benim başıma geleceğine inanmıyordum. Konsere gelmiştim ben ya! Vurulmak da nereden çıkmıştı?
Hem de alt karnımdan, tam olarak neresi olduğunu bile tespit edemediğim bir noktadan. Canım yaramın üzerine kaynar su dökülmüşçesine yanıyordu ama öyle büyük bir şoktaydım ki acıma odaklanamıyordum bile.
Hayatta kalma iç güdüm ağır basıyordu, ayaklarım koşmayı, gözlerim ise saklanabileceğim bir yer aramayı bırakmıyordu. Ve sonunda, gözlerim bana saklanabileceğim bir yer buldu...
Kocaman ahşap bir sandık, tam karşımda duruyordu...
Tereddüt bile etmedim, bir saniye bile düşünmedim. Koşar adım ilerleyip karnımdaki acıya rağmen sandığın nemli kapağını kaldırdım ve içine girdim. Hiç vakit kaybetmeden sandığın içinde kıvrılarak uzandım ve doğrudan kapağını kapattım.
Sandığın kapağını kapattığım gibi cep telefonumu cebimden çıkarma umuduyla ceplerime doğru uzandım ama kahretsin ki aptal telefonum burada değildi! Düşmüş müydü? Yoksa ben telaştan mı bulamıyordum?
Telefonumun burada olmadığını anladıktan sonra artık tüm odağım alt karnımdaki yaramdaydı. Ona bir şeyle, bir kumaş parçasıyla baskı yapmam gerekiyordu çünkü elime gelen ıslaklıktan anladığım kadarıyla karnım ve tişörtümün yarısı kan içindeydi.
Sandığın içi öyle karanlıktı ki hiçbir şey göremiyordum. Aklıma gelen ilk şey boynuma taktığım sarı ince fuları çıkarıp katlamak ve yaraya onunla baskı uygulamaktı.
Nefes nefeseydim, bir yandan sürekli terliyor, bir yandan da bir anda gelen üşümelerimle başa çıkmaya çalışıyordum. Elimi apar topar boynuma götürdüm, ince sarı fularımı tuttuğum gibi çekip boynumdan çıkardım.
Ama bir sorun vardı...
Fularımın diğer ucu ben sandığın içine girip kapıyı kapatır kapatmaz kapağın altında kalmış, tam oraya sıkışmıştı.
Gözlerimin öfkeyle dolduğunu hissettim. Bir aptal gibi sarı fularımla oradan oraya koşturup vurulduktan sonra yerimi beni daha kolay bulmaları için işaretler gibi girip yatmıştım bu sandığın içine. Sarı fularımın bir kısmı sandığın dışında kalmış, uçuşuyor ve peşimdeki adamları buraya davet ediyor olmalıydı.
Allah kahretsin! Son yarım saattir o kadar sabırlı, o kadar güçlüydüm ki şimdi bir anda boşalıvermişti bütün duygularım. Yaşadığım şok, telaş ve hayatta kalma iç güdüm beni şu saniyeye kadar öyle güzel bir soğukkanlılığa itmişti ki ne acımı fark edebilmiştim ne de içine düştüğüm durumu.
Oysa şimdi bu aptal sandığın içine girmiş, kendimi resmen kendi kendime tuzağa düşürmüştüm. Sarı fularım ise “HEY MAFYALAR! GELİN, ARADIĞINIZ KIZ BURADA!” diye bağırıyordu resmen.
Vücudumun titremesi giderek artıyordu, sandığın içi ise giderek havasızlaşıyordu, kaç dakikadır burada olduğumu bile bilmiyordum ama bu kadar süre hayatta kalabilmiş olmam mucizeydi.
Aklım çocukluğuma gidip geldi. Sandığın içi bana çocukluğumu hatırlattı, aralarında sıkışıp kaldığım duvarları, gökyüzü ile arama giren parmaklıkları...
Elim bir kez daha karnıma gitti, artık oraya baskı uygulayamıyordum, çünkü hiç gücüm kalmamıştı. Uykumun geldiğini hissettiğimde ise bunun ne anlama geldiğini maalesef biliyordum. Keşke bilmeseydim...
Çok kan kaybetmiştim ve artık bilincimi kaybediyordum.
Kendi kendimi uyanık tutmaya çalıştım. Uyanık kalabilmek için kendi kendime bir şeyler sayıklamaya başladım, zihnimi çalıştırmaya odaklandım. Parmaklıklar arasında geçen çocukluk günlerimizin en büyük eğlencelerinden biri satranç oynamaktı. Satrancı öğrendiğim günleri anımsamaya çalıştım.
“Her oyuncunun sekiz piyonu vardır...” diye fısıldadım kendi kendime, bunları sayıklarken bile kendimde değildim, kendimden geçmek üzereydim, adeta saçmalıyordum.
“Piyonlar başta ne kadar önemsiz olsalar da...” diye fısıldadığımda sandığın başında sesler duymaya başladım.
Artık çok geçti, kendimi o kadar kaybetmiştim ki tek yaptığım o sandığın içinde iki büklüm uzanmak ve sayıklamaktı.
“Oyun ilerledikçe sona kalan piyonlar da diğer taşlar kadar önemli bir hale gelebilirler...” diye fısıldadım bana satrancı öğreten Ecmel ablamın söylediklerini hatırlamaya devam ederek, ve son bir cümle ekledim, sandığın kapağı açılmadan son bir cümle...
“Ama ne kadar önemli bir hale gelirse gelsinler, piyonlar asla bir şah olamazlar.”
Ve sandığın kapağı açıldı. Buraya kadarmış dedim kendi kendime, buraya kadardı.
İçerisi temiz havayla dolarken kapanmak için her şeyi yapan gözlerimle savaş veriyordum. Hayatımı elimden alacak kişinin veya kişilerin yüzünü görmek istiyordum, gözlerine bakmak istiyordum. Bunu benim gözlerime bakarak yapsınlar istiyordum.
Gözlerim karanlıkta adamlardan kısa boylu olanın elinde tuttuğu küçük el fenerinin ışığı sayesinde bir çift siyah göz seçti önce. Oysa o gözler bana değil, yanında duran ondan daha uzun boylu koyu kumral adamın kahverengi gözlerine bakıyordu.
“Ne yapacağız abi?” diye sordu siyah gözlerin sahibi.
Sorunun muhatabı olan kahverengi gözlerin sahibi ise doğrudan bana bakıyordu, kendinden emin ve acımasızdı.
“Ne konuştuysak onu.” dedi.
Hiçbir şey söyleyemedim, öylece baktım sadece. Ne gücüm kalmıştı ne de takatim.
Gözlerimi yavaşça kapattım. Bilincim karanlık istiyordu, sessizlik istiyordu, buralardan çekip gitmek istiyordu...
Son bir ışık kalmıştı zihnimin derinliklerinde, dünyaya dair olup bitenleri duyabileceğim ve hissedebileceğim küçücük bir sızıntı. O açıklık bir can acısı daha bekliyordu aslında, karşımda duran bu adamların her şeyi bitirmesini, canımı tamamen almasını bekliyordum.
Ama öyle olmadı...
“Kapat sandığı.” dedi kahverengi gözlerin sahibi, “Arabayı getir, onu buradan götürüyoruz.”
Ve duyduğum son cümle buydu... Beni nereye götürüyorlardı?