2. Bölüm: Kutlama

Beyza Alkoç

Sabah erkenden uyandım. Elimde “BUL BENİ.” yazılı o sayfanın bulunduğu küçük defterimle sokak sokak gezdim. Kulaklarımda kablosuz kulaklıklarım, Deep Web’in Magic Potion şarkısının hüzünlü parti modundaki notaları ile Baran ile birlikte büyüdüğümüz mahallenin sokaklarını bir bir geziyor ve düşünüp duruyorum…Üzerimde siyah eşofman takımım ve siyah kapüşonum da saçlarımda. Dışarı çıkıp biraz yürüyerek düşünürsem beynime daha fazla oksijen gideceğini düşünerek Baran’ın kayboluşuna bir cevap bulabileceğimi düşünmem ise belki de uzun zamandır inandığım en aptalca şey.Bir saatlik bir yürüyüşün sonunda annem henüz uyanmadan eve dönmenin umudu ile anahtarımı büyük kapının anahtar deliğine soktum.Kapıyı açıp içeri girdim ve kulaklıklarımı çıkardığım an salondan gelen sakin ve büyüleyici şarkı sesini duydum. Merdivenlere yönelmek yerine kaşlarımı çatarak kapının solunda kalan salona yöneldim.Salonun kapısının yanında kalan ihtişamlı boy aynamızdan gördüğüm kadarıyla saçlarım yeni açtığım kapüşonum yüzünden karmakarışık olmuştu ve yüzüm soğuktan kıpkırmızıydı. Ben bu halde salon kapısına ulaştığımda gözlerimin önünden geçip giden görüntü ise hiç de beklediğim gibi değildi.“Anne!” dedim şaşkınlıkla, uyuyor olduğunu umduğum annem uyanıktı, ama asıl şaşırtıcı olan elinde kahvesi ile salonun ortasında gözlerini kapatmış lila rengi saten sabahlığıyla yavaş yavaş salınarak dans ediyor olmasıydı.“Ay!” Birden irkilerek gözlerini açtı, “Sen miydin?” dedi ve sonra şok içinde ekledi, “Sen neredeydin ki?”“Ben… yürüyüşe çıkmıştım. Sen iyi misin?” Annem şaşkınlığım karşısında bir anda güldü.“Beni ilk defa dans ederken görmüyorsun Derin.” dedi, “Bu ne şaşkınlık?”“Yerinde dans ettiğini çok gördüm, evet…” dedim şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak, “Düğünlerde, partilerde filan… Evde tek başına dans ettiğini ilk kez görüyorum.”Annem güldü ve elindeki kahvesini orta sehpaya koyduktan sonra sabahlığının belini sıkıp kendisini koltuğa bıraktı.“Dün gece parti çok keyifliydi, etkisinden çıkamadım sanırım.” dedi gülerek, “Gerçi sen erken kaçtın ama… İnsan kendi doğum günü partisinden neden erken kaçar?”“Nedenini biliyorsun.” dedim.Bıkkın bir nefes alıp kapının pervazına yaslandım. İçeriden gelen omlet kokusundan anladığım kadarıyla kahvaltı hazır olmak üzereydi. Annemle yıllar önce iki kişi olarak çıktığımız bu hayat yolculuğunda bugün öyle bir noktaya gelmiştik ki evdeki her işi çalışanlar yapıyordu.“Baran meselesini diyorsan,” dedi annem, “Tamam, çok üzücü olduğunu biliyorum ama herkes çocuğu arıyor zaten. Benim kızım on sekiz yaşına yalnızca bir kez girecek, bunu kutlamak istememizden daha doğal ne var?”“Kutlamak istemenden…” diye düzelttim onu, “İstememizden değil. Zira ben kutlanacak bir şey göremiyorum.”“Öyle mi?” dedi annem kaşlarını kaldırarak, “Bunu cahilliğine veriyorum Derin. İleride on sekizinci yaşına evin soğuk duvarları arasında girmediğin için bana teşekkür edeceksin. Hem…” dedi ve durup gülümsedi, “Hem partiler güzeldir. Senin benden daha çok eğleniyor olman gerekirdi.”Omuz silkerek ilerledim ve kendimi geniş kahverengi yumuşak berjere bıraktım. Küçük defterim cebimdeydi, başımı kaldırıp anneme baktığımda yüzünde çakır keyif bir ifadeden başka bir şey göremiyordum.“Bu aralar bunu biraz abartmadın mı?” diye sordum.“Neyi?” dedi ve kahvesinden bir yudum aldı.“Bu parti işlerini işte…” dedim, “Sürekli bir partidesin. Kutlanacak bu kadar çok şey bulabiliyor olman çok ilginç.”Annem kurduğum son cümleye ufak bir kahkahayla karşılık verdi.“Bak sen…” dedi gülerek, “On sekiz yaşına girer girmez anneye laf yetiştirmeye başlamak, ha? Benim gençliğime bu kadar benzeyemezsin Derin… Birebir kopyamsın.”Anneme ne söylersem söyleyeyim, bazen kızsam bile o her cümleme o kadar pozitif yaklaşıyordu ki bütün gardımı indirmek zorunda kalıyordum. Ben onun tek ailesiydim, her şeyiydim. O da benim her şeyimdi.“Ben ciddiyim anne, her akşam bir kutlamadasın. Ayakların bir süredir yere basmıyor gibi. Artık yere insen mi acaba?” Annem gülümseyerek ayağa kalktı. Sabahlığını düzeltirken konuşmaya devam etti.“Kusura bakma Derin, yaşadığımız onca zorluktan sonra nihayet hayallerimizi gerçekleştirdiğimiz ve refaha erdiğimiz için biraz fazla mutlu oldum sanırım… Bundan rahatsız olacağını düşünemedim.”“Mutlu olmandan rahatsız olmadım anne.”“Tamam, ben seni anladım.”“Anlamadın ama…”“Hadi, masaya gel de kahvaltı yapalım.”Gözlerimi devirerek oturduğum koltuktan kalktım. Mutfaktaki çalışanlarımızdan Mahperi Abla son kahvaltılıkları da masaya taşırken annem hafif sıkıntılı bir ifade ile sandalyesini çekip oturdu.Ben de peşinden ilerleyip yerime geçtim ve sessizce kahvaltı yapmaya başladık. Biraz omlet, biraz peynir yedikten sonra diğer bütün kahvaltılıklar gözüme iştah kapatıcı gelmeye başlamıştı. Baran’ın yokluğu dengemi o kadar çok bozmuştu ki masadaki tuzluğun şeklinden bile rahatsızdım.“Mesele aslında ben değilim, değil mi?” diye sordu annem bir yudum çay alarak. Elimdeki çatalı masaya bıraktım ve yüzüne baktım.“Neymiş mesele?”“Baran.” dedi, “Onun kaybına dair duyduğun üzüntünün öfkesini benden çıkarıyorsun.”Başımı önüme çevirip çay fincanımı elime aldım.“Senden herhangi bir şeyin öfkesini çıkarmıyorum anne. Üstelik sana kötü bir şey de söylemedim. Fakat evet, Baran için üzüldüğüm doğru. Çocuk haftalardır ortada yok.”Annem derin bir nefes alıp başını salladı. İştahı kaçmış gibi elindeki fincanı masaya bıraktı ve gözleri hüzünle daldı.“Bugün Beren’i ziyarete gideyim…” diye mırıldandı kendi kendine, Beren Teyze Baran’ın annesiydi, annemin ise yakın arkadaşlarından biriydi.“Dünkü partiden sonra nasıl yüzüne bakacaksın?” diye sordum. Gözlerini devirdi.“Derin yapma ama ya!” diyerek yükseldi annem, “Parti diye tutturduğun şey de partiye benzese bari… Duyan da sanır ki göbek attık.”Uzun bir nefes aldım ve annemi dinlemeye devam ettim.“Tek istediğim kızıma güzel bir ortam hazırlayıp pasta kesip mum üfletmekti. Doğru düzgün şarkı bile çalmadı. Vicdan azabı yaptırma bana. Beren benim arkadaşım, o anlar beni. Baran benim de oğlum sayılır. Ki şunu da unutma, Baran kaybolduktan sonra iki hafta boyunca atölyeye bile uğramadım ben. Çalışmayı bırakıp gece gündüz onlarla Baran’ı aradım ve sen bunu çok iyi biliyorsun.”Annemin konuşması bitince derin bir iç çektim ve arkama yaslandım. Haklıydı, Baran kaybolduktan sonraki iki hafta boyunca ben, annem, Dünya, Berfu ve onların anne-babaları Baran’ın tüm ailesinin yanındaydık. Baran’ı ne gece ne de gündüz demeden her yerde aramıştık. Ama yoktu işte… Üstelik ortada olmadığı gibi ona dair bir işaret de yoktu.Ta ki dün geceye kadar. Ben dün gece o notu defterimde bulana kadar…“Anne…” diye mırıldandım sessizce, “Dün bir şey oldu.”Annem kaşlarını çatarak çatalını bıraktı ve merakla bana baktı.“Ne oldu?” Sesi endişeliydi.“Ben partiden çıkıp eve döndüm. Odama çıktım, tam ders çalışacaktım ki bir şey buldum…”“Ne buldun Derin? Çatlatmak mı istiyorsun?”Annem merakla sorarken elimi cebime götürdüm. Cebimden küçük not defterimi çıkardığım gibi annemin önüne bıraktım. Uzanıp defteri açtım ve köşesi kıvrılmış o sayfayı açıp defteri biraz daha önüne ittim.“Bu ne şimdi?”“Oku.” dedim.“Bul beni.” dedi annem soran gözlerle, “Bu da ne?”“Bilmiyorum.” diye mırıldandım, “Ama bunun Baran’ın yazısı olduğuna eminim.”Annemin şaşkın bakışları defter sayfasının üzerinden bana doğru çevrilirken kafamın içi soru işaretleriyle doluydu.“Eski olmadığına emin misin?” dedi.“Eminim.”“Veya birinin seninle dalga geçmediğine, bunun bir şaka olmadığına, ve yazının Baran’a ait olduğuna?” Başımı salladım.“Eminim.” dedim, “Hepsinden eminim.”Yanıtım annemi bir anda harekete geçirdi. Ayağa kalkıp defterin kapağını kapattı ve elindeki fincanı ağzına götürüp çayı tek seferde içti. Defteri de eline alıp bana başıyla kapıyı işaret etti.“Hadi,” dedi ben soran gözlerle bakarken, “Hızlıca hazırlanıp çıkalım. Şunu emniyete götürelim. İncelesinler.”“Gerçekten mi?” Ayağa kalkıp peşinden ilerledim.“Evet tabi Derin. Kendimize mi saklayacağız bunu? Belki bir işe yarar. Hadi.”Annemle merdivenleri çıkıp odalarımıza dağıldık. Üzerime elime geçen ilk pantolonumu ve beyaz puantiyeli siyah saten gömleğimi geçirip sırt çantamı da sırtıma taktım ve hızlıca kapıya yöneldim. Merdivenleri koşar adım indiğimde annem beni kapıda bekliyordu.“Benden hızlısın,” dedim gülerek, “İlk defa!”O da gülerek gözlerini devirdi ve evin büyük kapısını açıp arabasına doğru yürümeye başladı. Üzerindeki kırmızı triko elbise ve siyah keten ceket ile her zamanki gibi bakımlı ve güzel görünüyordu.Yüksek antrasit otomobilinin öndeki yolcu kapısını açıp koltuğuma oturdum. Annem de yerine geçip arabayı çalıştırdığı an telefonumu çoktan arabanın müzik çalarına bağlamış ve rastgele bir şarkı açmıştım…“Sen bilmezsin benim gözlerim nasıl büyütür,” diyordu şarkının sözleri,Olmayan işaretleri nasıl net görür.”Bugün hava yağmuru bekletecek kadar karanlık, güneşi bekletecek kadar ılıktı. Ağaçlar renklenmeye başlamış, bahar ilk adımlarını atmıştı. Arabanın müzik çalarında akan şarkının sözleri ruhum gibi hem umutsuzdu hem de içinde saklı bir umut taşıyordu.(İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü)“Anne.” dedim sessizce, annem karşımda oturmuş elindeki küçük not defterini incelerken ben fazlasıyla gergindim.“Efendim?” dedi dalgınlıkla, gözleri hala not defterindeydi.“Emniyete gidelim derken bunu kastettiğini anlamamıştım.”“Nasıl yani?”“Anne şu an İstanbul İl Emniyet Müdürünün odasındayız, farkında değil misin? Üstelik bizi bu defter için buraya nasıl kabul ettiler onu da anlamadım!” Annem gülerek başını kaldırdı ve bana baktı.“İl Emniyet Müdürü Deha Bey benim çok eski arkadaşım…” dedi annem, ona şok içinde baktım.“Ne?”“Bayadır görüşmüyorduk aslında. Geçen gün senin şu Yiğit mevzusu için buraya geldiğimizde karşılaştık. Ayak üstü Baran’ın kaybından da bahsettim belki bir yardımı dokunur diye…”Annem konuşmaya devam ederken odanın kapısı açıldı ve kapıda orta boylu, orta yaşlı, esmer, takım elbiseli bir adam belirdi.“Merhabalar, merhabalar!” diyerek içeri girdi adam neşeli bir sesle, “Çok bekletmedim değil mi? Narkotik şube ile bir toplantımız vardı da…”“Ah, hayır hayır.” dedi annem, “Beş dakika oldu… Çok vaktini de almayacağız zaten, kusura bakma.”“Olur mu öyle şey, ne kusuru. Küçük hanım, ben Deha Yener.” Adamın bana gülümseyerek uzattığı eli sıktım ve başımı salladım.“Derin ben de.” dedim, “Memnun oldum.”“Ne içersiniz?” Başımı çevirip anneme baktım.“Bir şey almayalım diyeceğim ama kabul etmeyeceksin biliyorum. Çay alalım biz.” Başımı salladım.“Evet, çay…” diye ekledim.Deha Bey geniş masasındaki telefona yöneldiğinde stres içinde önümüzdeki sehpanın üzerinde duran deftere bakıyordum. İl Emniyet Müdürünün odasında ne işimiz vardı ya?Annem bir gün büyükelçi ile de arkadaş çıksa şaşırmamam gerekiyordu demek ki.“Evet, anlat bakalım Derin… Annen telefonda bir defterden bahsetti.” Başımı salladım.Çekinerek uzandım ve annemle aramızda duran sehpanın üzerindeki küçük defteri alıp içindeki kıvrılmış sayfayı açarak müdüre uzattım.“Bu defter…” dedim.“Ver bakalım.”“İçindeki yazının bir ay önce kaybolan arkadaşım Baran’ın yazısı olduğuna eminim. Bu onun el yazısı ve bu yazı ya Baran’ın kaybolduğu gün, ya da sonrasında yazılmış olmalı. Çünkü o güne kadar not defterimi çok sık kullanırdım. Baran’ın kaybından sonra derslerden de kopunca düne kadar kapağını bile açmamışım…”Müdür elimdeki defteri aldı ve incelemeye başladı. Önce kıvrılan sayfaya, sonra diğer sayfalara baktı tek tek. Daha sonra çekmecesinden şeffaf bir delil poşeti çıkardı ve defteri onun içine koydu.“Bir gönderelim bakalım…” dedi, “Böyle çıplak gözle bakınca pek bir şey görmek mümkün değil tabi ama merak etmeyin, el yazısının kime ait olduğunu da hangi tarihte yazıldığını da buluruz.”“Net bir tarih çıkar mı?” diye sordu annem hayretle.“Eh, 13 Mart günü 20.05’te yazılmış gibi net bir zaman bilgisi alamayız elbette.” diyerek güldü Deha, “Ama bu yazı bir haftalık, iki haftalık, üç aylık gibi genel bir zaman bilgisi alabiliriz. Baran’ın el yazısı ile de karşılaştırtırız, onun yazısı mıymış öğreniriz.”“Harika.” diye mırıldandım buruk bir umut içinde.“Garip bir kayıp vakası,” diye söze girdi Deha, o konuşurken odasının kapısı çaldı. Çaylar gelmiş olmalıydı, bu sebeple arkamı dönüp kapıya hiç bakmadım. O sırada Deha Bey konuşmaya devam etti,“Genel olarak mutlu, sorunsuz bir gençten bahsediyoruz… Kimse ile problemi yok, aile içinde hiçbir huzursuzluk yok, okul hayatı gayet iyi… Yanılıyor muyum?” Başımı salladım.“Evet, hiçbir problemi yoktu.”“Bu sebeple kimse bir tahminde de bulunamıyor, çocuğun hiçbir düşmanı yok, ailesinin de…”Deha konuşmaya devam ederken önüme bırakılan bir fincan çay için teşekkür etmek adına başımı kaldırdım.“Teşekkür-…ler.” dedim şaşkınlıkla. Dilim tutulmuştu, “Sen…” diye devam ettim.“Afiyet olsun,” dedi bana etkileyici bir gülümseme ile bakan tanıdık yüz, “Geçmiş doğum günün kutlu olsun bu arada.”“Aziz Ata!” Annemin şaşkın sesiyle kendime geldiğimde çocuğa ağzım açık kalmış bir halde saf saf baktığımı fark ettim.Neye bu kadar şaşırmıştım acaba? Bu çocuk zaten İstanbul İl Emniyet Müdürünün kardeşi olduğunu söylememiş miydi bana? Ama kardeşiyim demişti, çaycısıyım dememişti. Üstelik annem çocuğu nereden tanıyordu? Annemin dünya üzerinde tanımadığı tek bir insan var mıydı peki?“Zeren Abla.” Aziz Ata elindeki çay tepsisini masaya bıraktı ve ayağa kalkan anneme sıkıca sarıldı.“Çaycımızı da mı işinden ettin?” Deha kardeşine gülerek laf attıktan sonra uzandı ve tepsiden bir fincan çay aldı.“Çaycı abla ile odana gelirken karşılaştık.” dedi Aziz Ata. Ağabeyi gülerek konuştu.“Sen de kadının tepsisini aldın elinden.”“Ben birilerinin ellerinden bir şeyler almayı severim ağabey, bilirsin.”Aziz Ata beyaz keten gömleği ile kendini annem ile benim ortamda kalan deri koltuğa bıraktı.Ben elimde bir fincan çay ile öylece kalakalmış odanın içinde dönen sohbeti dinlerken herhangi bir şey söyleyip söylememek arasında gidip geliyordum. Çocuk geçmiş doğum günümü kutlamıştı, ben de sadece suratına bakmıştım. Keşke teşekkür etseydim ama artık konusu da geçmişti, durup dururken teşekkür de edemezdim.“Ben çok kalmayacağım, sizi de bölmeyeyim,” diye söze girdi Aziz Ata. Oturduğu yerde ayaklarındaki siyah botlarının arasına evrak çantasını alıp eğildi ve çantanın fermuarını açtı.“Sana birkaç belge bırakmaya geldim, ağabey.” dedi, “Bahsettiğim mesele için. Hocam gönderdi, bir bakarsan sevinirmiş. Özellikle şu işaretlediğim yere bakarsan…”Çantadan birkaç dosya ve kalem çıkarıp kağıtları önüne aldı. Tam o an ben ne diyecek diye Aziz Ata’yı izleyerek çay içiyordum ki kalemin kapağını çıkarıp bir eliyle kağıtları tutabilmek için kapağı dişlerinin arasına aldı. Bir anda içtiğim çayın boğazıma kaçması sebebiyle öksürmeye başladım.Annem benim öksürmemle birlikte ayaklandı, “Derin iyi misin?”“İyiyim, iyiyim.” dedim zar zor, “Çay içerken nefes aldım da.” Ve öksürmeye devam ettim.“Su verelim mi?”Deha Bey telaşla masasının altındaki çekmecelerden birini açarken Aziz Ata endişe ile beni izliyordu.Annem telaşla sırtıma vurduğunda kendimi tutamayıp içinde bulunduğumuz bu hale güldüm ve artık bir yandan öksürüyor bir yandan gülüyordum. Harika. Aziz Ata ve ağabeyi Deha biz odadan çıkınca arkamdan “Zavallı kız, kafayı yemiş.” diye hayıflanırlardı artık.“İyiyim, iyiyim.” diye mırıldandım zar zor, “Bir lavaboya gidip geleyim. İyiyim…” Ayağa kalkıp çantamı da koluma taktığım gibi kapıya yöneldim.“Ben de geleyim mi kızım?”“Hayır anne, geliyorum birkaç dakikaya…”O kadar utanmıştım ki koridoru koşarak geçmek ve tam karşıdaki duvara çarpmak istiyordum. Hızlı adımlarla ilerleyip bu katta çalışan tek tük insanların arasından geçerek lavaboya girdim. Aynanın karşısına geçip nefes nefese bir halde kendime baktım.“Kendine gel,” dedim içimden, “Saçma sapan sosyal anksiyete krizlerine girip rezil etme kendini. Kendine gel! Çocuk ağzıyla kalem kapağı tuttu diye senin boğazına neden çay kaçıyor Derin? Kendine gel!”Başımı eğip ellerimi yıkadıktan sonra birkaç kez daha öksürüp boğazımı temizledim. Başımı kaldırıp saçlarıma yöneldim, birbirlerine girmiş kaküllerimi tek tek ayırıp düzelttikten sonra kendime son bir kez baktım ve kendime gelebilmek için birkaç dakika daha orada öylece dikildim.“Tamam,” dedim içimden, “Bir rezillik daha yaşamam sanırım.” Lavabonun kapısına yöneldim.Kolumdaki çantayı düzelterek kapıdan çıktığım an gördüğüm manzara bugünün ikinci şaşkınlığıydı.“Selam,” dedi tanıdık ses, “İyisin, sevindim.”Aziz Ata koridordaki duvarlardan birine yaslanmış, elindeki evrak çantası ile beni bekliyordu. Üzerindeki keten beyaz gömleğin rengi koridorun sarı ışığının altında kırık beyaza dönmüş, saçlarındaki kumral ışıltılar daha da sararmıştı.“Ölüp ölmediğimi kontrol etmeye mi geldin?” dedim gülümsemeye çalışarak.O da güldü ve yaslandığı duvardan uzaklaşıp bana yaklaştı. Hafif dalgalı kumral saçları uzun boyu sebebiyle üzerime gölge gibi düşüyordu. Başımı kaldırıp kirli sakallarına baktığımda dudaklarını araladı ve konuşmaya başladı.“Buradaki işim bitmişti, gitmeden iyi olduğundan emin olayım dedim. Bu arada ağabeyime verdiğin defter bende.” Başıyla evrak çantasını gösterdi, “Giderken laboratuvara bırakacağım.”“Öyle mi?” diye sordum heyecanla, “Ne zaman haber gelir?”“Delilin durumuna göre. Kolay çözülürse yarın bile gelebilir, hiç belli olmaz.”“Harika, acaba belli olur olmaz bize de bilgi verirler mi? Yoksa soruşturma gereği saklarlar mı?”Aziz Ata’nın dudağı yavaşça kıvrıldı. Tam gülecekti ki dudaklarını birbirlerine bastırdı. Neyse ki ağzında bu sefer kalem kapağı yoktu.“Ben sana haber veririm,” dedi, “Telefon numaranı verirsen…”“Ha? Ah, tabi.” Bir anda telaşla telefonumu çıkardım.Telefon numaramı vermek için telefonumu çıkarmama hiç de gerek yoktu oysa ki. Neyse.“0533…” dedim, “318798… Sen beni ara istersen, ben de kaydedeyim.”Aziz Ata başını sallarken bir yandan da numaramı yazıyordu.“Derin Mavi.” diye mırıldandı, kalın ses tonundan ismimi duyar duymaz başımı kaldırdım, “Soyadın neydi Derin? Unuttum.”“Sezer.” dedim, “Derin Mavi Sezer.”İsmimi rehberine yazdıktan ve numaramı kaydettikten birkaç saniye sonra telefonum Ghostly Kisses’ın Crimson şarkısı ile çalmaya başladı. Aramayı kapatıp ekrandaki telefon numarasına tıkladım ve rehberime girdim.“Aziz Ata” yazdım, “Soyadın neydi? Unuttum.” Bal gibi de hatırlıyordum.“Yener.” dedi, “Aziz Ata Yener.”Ben ismini yazarken o telefonunu cebine attı ve beni izlemeye başladı. Nihayet ismini yazıp numarasını kaydettikten sonra ben de ona dönebilmiştim.“Teşekkür ederim bu arada,” diye mırıldandım, “Geçmiş doğum günümü kutladığın için… Ve o gün okulda yaptıkların için. Ve şimdiki yardımın için…”“Rica ederim ufaklık.”Aziz Ata’nın ağzından çıkan son kelimeyi duyduğum gibi kalakaldım. Ufaklık mı? Bunu bana mı demişti? Aramızda olsa olsa iki yaş vardı.“Sen…” dedim ne diyeceğimi bilemeyerek, “Aramızda olsa olsa bir iki yaş var, yanılıyor muyum?” Gülüşü büyüdü.“Yirmi yaşındayım,” dedi, “İki yaş var ama onu aslında boy farkımızdan dolayı söylemiştim…”“Ha!” dedim, “Doğru… Sen baya uzunsun.”Sanki ben baya kısa değilmişim gibi…“Doğru,” dedi alaycı bir gülümseme ile, “Ben baya uzunum.”Bu alaycı ve etkileyici gülüşün karşısında sessizce gülmekten başka bir şey yapamadım.“O zaman görüşmek üzere Derin,” dedi, “Ne zaman bir şeye ihtiyacın olursa yazabilir ve arayabilirsin.” Başımı salladım.“Sen de. Görüşürüz.”Aziz Ata ile koridorun farklı yerlerine yöneldiğimizde kendimi çok da iyi hissetmiyordum. Zaten son zamanlarda karmakarışık olan aklım bugün iyice karışmıştı. Deha Bey’in kapısını iki kere çaldıktan sonra açtığım gibi içeri girdim. Annem hala aynı yerde oturuyor, kocaman bir gülümseme ile sohbetine devam ediyordu.“Artık çıkalım mı?” diye mırıldandım, “Ödevim var.”Ödevim filan yoktu…“Tabi, tabi.” diyerek ayaklandı annem, çantasını omzuna taktıktan sonra ayağa kalkan Deha’ya yöneldi ve ona uzanan eli sıktı.“İyi ki geldiniz. Derin’ciğim, çok memnun oldum tanıştığımıza. Arkadaşının mevzusu hep aklımda olacak, merak etme.”“Her şey için teşekkürler Deha.” diye mırıldandı annem, “Ya bu arada, yarın akşam yeni atölyemin açılış kutlaması var.”Annem kutlama ve parti konuşmalarından birine daha giriştiği için olduğum yerde gözlerimi devirdim. Bu kadın hayatı boyunca yapamadığı bütün kutlamaların acısını bu yıl mı çıkaracaktı? Her akşam yemeğini bir kutlamaya dönüştürüyordu resmen.“Öyle mi?” dedi Deha Yener.“Evet, gelmek istemez misin? Değişiklik olur.”“Eh, takvimime bir bakayım. Sen bana saat ve adres bilgisini de yazarsan daha net bir dönüş yapabilirim sana Zeren.”“Tabi, tabi.” dedi annem, “Ben sana birazdan gönderiyorum bilgileri… Her şey için tekrar teşekkür ederiz. Seni de daha fazla tutmayalım. Görüşürüz Deha!”“Tekrar teşekkürler.” diye mırıldandım ve annem peşimden gelirken kapıya yöneldim.Nihayet emniyet müdürlüğünden çıkmış ve arabaya geçebilmiştik. Annemin yüzü müdürlüğün park yerinden çıkarken bile gülüyordu. Eğilip radyodan rastgele bir şarkı açtıktan sonra emniyet kemerimi taktım ve park yerinden çıkmayı başaran anneme döndüm.“Anlatın bakalım Zeren Hanım.” dedim merakla.“Zeren Hanım mı?”“Konuyu saptırmayalım. Sen İstanbul İl Emniyet Müdürü ile neden arkadaşsın anne?”“Ne demek neden?”“Nasıl arkadaş oldunuz yani? Kardeşi bile seni nasıl tanıyor ve ben bu aileyi neden hiç tanımıyorum?” Annem burnundan güldü ve gözlerini yoldan ayırmadan konuşmaya başladı.“Öyle yakın bir arkadaşlığımız yoktu be yavrum ya. Eski bir arkadaş işte, kardeşi Aziz Ata da o aralar ağabeyi nereye gitse peşindeydi, küçüktü daha. Arkadaş grubu buluşmalarımıza o da gelir bir köşede telefon oyunları oynardı. Uzun bir hikaye değil yani… Sıradan, eski bir arkadaş.”“Peki,” dedim, “İnanıyorum o zaman.”Radyodaki şarkının sesini açtım. Arkama yaslandım ve güneş gözlüğümü taktım. Güneşin sarısı tenimi yakmadan o kadar güzel ve nazik vuruyordu ki resmen dinlendiriyordu. Şansımıza trafik de yoktu. Her şey aktı gitti o gün, zaman aktı, yol aktı, güneşin tenime vuruşu bile yumuşak bir su birikintisi gibi aktı gitti…Eve vardığımızda bu sefer odama geçip test çözmeye, sınav çalışmalarıma kaldığım yerden devam etmeye kararlıydım. Mutfaktan bir fincan kahve alıp merdivenleri koşar adım çıkmaya başladım. Birkaç basamak ilerlemiştim ki arkamdan gelen sesle durdum.“Derin Hanım.”Bu ses evin çalışanlarından Mahperi Abla’nın sesiydi. Olduğum basamakta durup merakla ona döndüm.“Hanım mı?” dedim, “Abla bana ‘hanım’ demene gerek yok, Derin diyebilirsin.”Mahperi abla kırklı yaşlardaki kahverengi saçlı, hafif kiloluydu. İşe başlayalı henüz iki hafta kadar olmuştu ve birbirimize yeni yeni alışıyorduk.“Siz nasıl isterseniz,” dedi gülerek, “Derin…” diye ekledi, “Size bir şey geldi, çalışma masanıza bıraktım.”“Şey?”“Ne olduğunu söylemeyeyim de sürprizi kaçmasın.” dedi gülerek. Merakla kaşlarımı çattım.“Peki,” dedim, “Teşekkür ederim abla.”Elimdeki kahve fincanından bir yudum kahve alıp arkamı döndüm, merdiven basamaklarının kaldığım yerinden ilerlemeye devam ettim.“Şey…” dedim kendi kendime, “Ne olabilir ki bu şey?”Merdivenleri merakla çıktım. Odamın kapısını kahvemi dökmemeye dikkat ederek açtım ve soran gözlerle içeri girdim. Çalışma masama baktım ve kaşlarım daha da çatıldı.“Çiçek?” Masamda koca bir buket mavi zambak duruyordu, beyaz bir pakete sarılmış onlarca zambaktan oluşan bir buket…Kahvemi masaya bırakıp çiçek buketini merakla elime aldım. Üzerine iliştirilmiş küçük zarfı çiçek kağıdının üzerinden çekip aldım ve buketi masaya geri bırakıp zarfa odaklandım. Ellerim küçük zarfı hızlıca açtı. İçinden çıkan kağıda merakla baktım ve okumaya başladım.“Herkes hata yapar. Kötü bir zamandan geçiyorum Derin. Affet beni. -YİĞİT”Derin bir nefes aldım. Not kağıdını zarfla beraber avucumun içinde sıkıp buruşturduktan sonra çalışma masamın altındaki yuvarlak çöp kutusuna attım.Çiçekleri ise çöpe atmaya kıyamadım. Onlar Yiğit tarafından satın alınmayı seçmemişlerdi nasılsa, çöpe gitmeyi hak etmiyorlardı.Çiçekleri penceremin kenarında duran boş vazolardan birine koydum, içine biraz da su doldurup üzerimi değiştirdim.Nihayet eşofmanlarımı giymiş, kahvemi almış ve kitaplarımın başına geçmiştim. Bulduğum “BUL BENİ” notu sayesinde içime doğan umut beni Baran ile ilgili biraz olsun rahatlatmıştı. Fakat kimseyi boş yere umutlandırmamak için nottan Baran’ın ailesine bahsetmemiştim. Yazının benim düşündüğüm gibi Baran’a ait olduğu kesinleşmeden onlarla böyle bir bilgi paylaşmak ve onları hayal kırıklığına uğratmak istemezdim.“Evet,” dedim kendi kendime, “Gelsin edebiyat soruları…”Önümdeki kitabın ilk sayfasını açtım ve kalemi elime aldım… Artık biraz kendime dönmemin zamanı gelmişti.(ERTESİ GÜN, Saat 23.47)Saat gece yarısına doğru ilerliyordu. Annem yeni atölyesinin açılış kutlamasındaydı ve ben dün de olduğu gibi odamda, kitaplarımın başındaydım. Ara ara telefonuma bakıyor, Aziz Ata’dan Baran’la ilgili bir haber gelmesini umuyordum. Fakat bu saate kadar hiçbir haber gelmediğine göre yarına kadar da gelmezdi.Bıkkın bir nefes alarak çalışma sandalyemden kalkıp yatağımın üzerine uzandım. Yan yatıp telefonumu da görüş hizama getirdim ve sosyal medya hesaplarımı tek tek gezip Baran’ın profillerini inceledim.Herhangi bir hareket var mıydı, herhangi bir platformda çevrimiçi olmuş muydu tek tek baktım. Sonra kaybolduğundan beri defalarca kez yaptığım gibi bir kez daha Baran’ın sosyal medyada takip ettiği herkesi inceledim, ve sonra da onu takip edenleri…Anormal hiçbir şey yoktu, tanımadığım kimse yoktu. Hiçbir platformda, hiçbir hesabında bir hareketlilik yoktu. Paylaştığı son fotoğrafın üzerinden dört ay geçmişti. Fotoğrafa tıklayıp ekrana hüzünle baktım. Parmaklarımı ekrana dokundurup birbirlerinden uzaklaştırarak fotoğrafı yakınlaştırdım ve yüzüne, yüzündeki mutlu ifadeye baktım.Profilindeki son fotoğraf okulun basketbol maçı sonrasında çekilmişti ve fotoğrafın açıklamasına ise şöyle yazmıştı, “Dediler ki anlarsın.”Anlamını sorduğumda ise yıllar önce basketbol oynamaya başladığı ilk haftalarda “Kuralları bir türlü anlamıyorum, ezberime oturtamıyorum.” diye isyan ettiğini ve onun içinde bulunduğu takımı eğiten iki hocasının ise “Devam et, zamanla anlarsın.” dediğini ve tüm motivasyonunu bu cümle üzerine kurarak devam ettiğini söylemişti.“Dediler ki anlarsın…” diye fısıldadım kendi kendime, “Yardım et de anlayayım Baran. Yardım et de bulayım seni…”Telefonumun ekranını oflayarak kapattım. Bir süre yatakta uzanıp odamın tavanını izledikten sonra telefonumu merakla elime aldım. En sık kullandığım sosyal medya uygulaması olan Instagram’a girdim ve arama yerine şöyle yazdım : “Aziz Ata Yener.”Çok bir sonuç çıkmadı, belli ki bu isim ve soy isim tamlamasına sahip tek kişi benim tanıdığım Aziz Ata Yener’di.Profiline girer girmez önce profil fotoğrafını yakınlaştırdım, üzerinde siyah üstten düğmeli spor bir triko vardı, deniz manzaralı bir evin çatısında korkuluklara yaslanmış güneşin batışına doğru bakıyordu. Hafif dalgalı saçları rüzgardan dağılmıştı.Biyografi kısmında ise şöyle yazıyordu, “Aziz Ata Yener – 20 – Hukuk.”Kısa ve netti. Dikkatimi biyografisinden ve profil fotoğrafından uzaklaştırıp fotoğraflarına yöneldim. Çok fazla fotoğrafı yoktu. Olanlara da hızlıca baktım.Birinde ağabeyi, annesi, babası ve birkaç kişinin daha dahil olduğu tüm ailesi ile Aziz Ata İsviçre’de bir kış tatilindeydi. Bir diğer fotoğrafta okul formaları ile bizim lisenin bahçesinde ve eski sınıf arkadaşlarıylaydı, sonraki fotoğraflarda ise hep bir manzaranın önünde tek başınaydı…Son fotoğrafını iki ay önce paylaşmıştı. Bir masanın üzerine doğru eğilmiş, masaya açtığı dosyaları inceliyor gibi görünüyordu. Altına da şöyle yazmıştı, “Çok iş var… ve bu güzel bir şey.”Onu ne zaman görsem bir şeylerle uğraşıyordu, elinde hep bir evrak çantası vardı, hep bir telaş içindeydi. Bu çocuk işkolik olabilir miydi?“Burcu ne ki acaba?” dedim kendi kendime, fotoğrafları baştan sona tekrar gezdim ama doğum gününe dair bir şey bulamadım.Aziz Ata’nın profilinden çıktıktan sonra ise sırası ile Dünya Can’ın, Berfu’nun ve en sonunda yeni düşmanım Yiğit’in profillerine girdim.Bu gece tam bir “gözetleme” gecesiydi. Bunu birkaç ayda bir yapardım aslında ama bu birkaç ay içinde takip ettiğim kimsenin profilinde çok da bir hareketlilik olmamıştı. Dünya ve Berfu da benim gibi sınava hazırlanıyorlardı, tek paylaştıkları test kitapları ve uykusuz gecelerdi…Yiğit ise Formula 1 paylaşımları yapmaktan kendisini aylardır paylaşmamıştı bile.Gözlerim saate kaydığında gece yarısını çoktan geçtiğimizi fark ettim. Annem kutlama sonrası yakın birkaç arkadaşı ile eve dönmüş olmalıydı, kış bahçesinde sohbet etmeye devam ediyorlardı. Yanlarına inmemiştim gerçi, bunu gelen seslerden anlamıştım fakat son on-on beş dakikadır sesler kesilmişti, belki de arkadaşları gitmişti.Ayağa kalkıp kendime dolaptan mor bir hırka çıkardım. Büyük beden hırkamı üzerime geçirdikten sonra telefonumu da cebime attım ve odamdan çıktım. Merdivenleri ağır ağır indim. Salonu geçip mutfağa uğradım ve buzdolabından bir sürahi soğuk su çıkarıp kendime bir bardak su doldurdum.Tezgaha koyduğum telefonumun ekranındaki uygulamaların arasında gezinirken bir yandan da suyumu yavaş yavaş ve yudum yudum içiyordum. Su içmeyi o kadar sevmiyordum ki bunu bir aktivite haline getirmeye çalışarak kendimi su içmeye teşvik etmeye çalışıyordum. En sonunda yarım bardak suyu kafama diktim ve bardağı bulaşık makinesine bıraktım.Telefonumu cebime atıp mutfağın kış bahçesine çıkan kapısına doğru yürüdüm. Bahçenin çoğu ışığı kapalıydı, yanan tek tük renkli led ışık ise kış bahçesine loş bir aydınlık sağlıyordu.Kapıyı sessizce açtığımda çok kısık bir müzik sesi duydum. Kış bahçesinin cam kapının ardında kalan tülünü de sessizce çektim ve sonunda kapalı bahçeye çıktım.“Anne…” dedim şaşkınlıkla. Ve donakaldım.“Derin!”“Siz… Sen…”Yalnızca kış bahçesinde duyulan hafif müzik sesi benim içimde büyür gibi oldu. Led ışıklar bir anda söndü ve geri yandı sanki, hava karardı ve aydınlandı adeta.Annem buradaydı. Kış bahçesinin ışıklarının altında, güzel elbiselerini giymiş, takılarını takmış, kutlamadan dönmüş ve dans ediyordu.Romantik müzik kış bahçesindeki iki kişinin etrafını sarmış, boş şarap kadehleri sehpanın üzerinde kalmıştı.O gece benim için unutulmaz bir geceydi, hep de öyle kalacaktı. Çünkü annesini yıllar boyunca yapayalnız görmüş olan ben kış bahçesine adım attığım an onları dudak dudağa dans ederken görmüştüm.Annem… ve Deha Yener.Annem… ve Aziz Ata’nın ağabeyi.O an anladım ki hayatlarımızda yeni bir dönem başlıyordu. Annem artık ömrümüz boyunca olduğu gibi yalnız değildi ve biz artık asla iki kişi olamayacaktık.Kaderin keskin ipleri Baran’ın kaybı ile Deha Yener’i annemin hayatına çekerken birinin hayatına çekilen tek kişi annem veya Deha Yener değildi.Aziz Ata’nın ağabeyi ve annemin ilişkisinden haberi var mıydı bilmiyordum fakat esas mesele şuydu ki, bu hikaye bizi bir araya getirmekten başka hiçbir şeye hizmet etmiyordu… Onları bir arada gördüğüm bu görüntü iyiye dair hiçbir şeye de hizmet edemezdi zaten. Biz bir araya gelecektik, gelmek zorundaydık çünkü ortada güzel bir aşk manzarasından ziyade çözülmesi gereken bir sorun, bir utanç tablosu vardı.Çünkü Aziz Ata’nın aile fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla ağabeyi Deha Yener evli ve iki çocuk babasıydı…Ve şimdi ise karşımda, burada ve annemleydi. Her şeyden çok sevdiğim, herkesten çok güvendiğim ve örnek aldığım kadınla.