2.Bölüm : 533’ün Hikayesi.

Beyza Alkoç
0

2.Bölüm : 533’ün Hikayesi.

(05.09.2001)

Bir Eylül günüydü. Bir yaşındaki Uraz, kendisinden on beş büyük abisi Araz, annesi Seldan ve babası Tayfun ile hayatının ilk tatilinden dönmekteydi. Koltuğunda uyuklarken arabanın radyosundan gelen müzik sesleri eşliğinde uyanık kalması imkansızdı. Küçük Uraz uyuklarken yanında oturan abisi elinde tuttuğu çizgi romanını okuyordu.

“Araz, hadi sen de uyu oğluşum. Bak Uraz’un gözleri kaymaya başladı bile.”  

“Bu bölüm bittiğinde uyuyacağım anne.”

Araz’ın okuduğu çizgi roman bölümünün bitmesine dört sayfa kalmıştı. Heyecanla bölümün nasıl sonlanacağını okurken gözleri hayranlıkla çizgi roman sayfalarının üzerinde geziniyor, çizimleri inceliyordu. Karakterlerden biri diğerine ismiyle hitap etmek yerine “Gün batımı aşığı.” diyordu. Bu o karakterin lakabıydı...

“Gün batımı aşığı...” diye fısıldadı Araz, kendi kendine bu kelime kalıbını tekrar etmek ve kulağa nasıl geldiğini duymak istemişti.

Uraz uyanır gibi oldu o sırada. Araz elini küçük kardeşinin elinin üzerine koydu.

“Tamam, sustum.” dedi, “Uyu hadi.”

Uraz tekrar uykuya daldığında Araz’ın eli hala kardeşinin elinin üzerindeydi. Araz okuduğu çizgi romanı kapatıp arabanın kapısındaki göze koydu. Derin bir nefes alıp gözlerini kapattı. Uykuya dalmasına sadece birkaç saniye kala hissettiği sarsıntıyla gözlerini açtı. Ne olduğuna anlam vermeye çalışacak kadar zamanı olmadığını biliyordu, iç güdüsel bir dürtüyle küçük kardeşi Uraz’ın üzerine yattı, adeta kardeşinin üzerinde bir kalkan oldu. Anne ve babasının bağırışları, kardeşinin ağlama sesleri eşliğinde gördüğü tek şey dumanlardı.

“Dumanlar...” dedi kendi kendine. Sonra daha güçlü bir çarpma hissiyle bilincini kaybetti. Gözlerini açtığında karşısında gördüğü yüz görmeyi beklediği yüzlerden biri değildi.

“Anneanne?” dedi şaşkınlıkla, “Neredeyim? Annem nerede? Babam nerede? Uraz nerede!” Araz yattığı hastane odasından korkuyla kalkmaya çalışırken anneannesi ona acı içinde sarıldı.

“Sakin ol yavrum.” dedi, “Uraz hayatta. O iyi.” Başka hiçbir şey söyleyemedi. Tek tesellisi buydu.

“Annem... Babam?” Araz şok içinde bir cevap beklerken hastane odasının kapısı açıldı. Bir hemşire kucağında Uraz’la içeri girdi.

“Ağlamasını durduramıyoruz.” dedi hemşire çaresizce, “Belki abisinin kucağında susar diye düşündüm. Başka çarem kalmadı...”

Hemşire Uraz’ı abisi Araz’ın kucağına verdi. Araz titreyen çenesiyle anneannesinin gözlerine bakıyor ve bir cevap bekliyordu. Oysa cevabı zaten biliyordu. Annesi ve babası artık hayatta değildi. Gözlerini Uraz’ın gözlerine çevirdi. Uraz ağlamayı kesip abisinin gözlerine bakarken iki kardeşe o güne ve öncesine dair kalan tek şey birkaç yara izinden başka bir şey değildi.

“Hadi uyu...” dedi Araz gözyaşları içinde, “Sorun yok. Ben buradayım.”

O günden sonra Araz acısını yaşamaya bile vakit ayırmadı. Anneannesinin evinde yaşadıkları süre boyunca tek derdi kardeşine iyi bakmak oldu. Akşama kadar çalışıyor, akşam geldiğinde ise Uraz’la ilgileniyordu. Uraz dokuz yaşına, Araz ise yirmi dört yaşına geldiklerinde anneannelerini de kaybettiler. Uraz’ın üst bacağında ve sol elinde kesik izleri vardı, Araz’ın sırtı ise yara izleriyle doluydu.

“Bu kesiklerle, bu çiziklerle ne yapacağım?” diyordu bazen kendi kendine. Sonra acı içinde gülüp geçiyordu. Kardeşi bu izler sayesinde hayattaydı.

Araz, Uraz büyüyene kadar hayatına kimseyi almadı, kimseyle evlenmedi. Çocukluk tutkusu dövüş sanatları üzerine çizgi romanlar okumaktı, yirmi dokuz yaşına geldiğinde bir dövüş sanatları okulunda eğitim almaya başladı. Yirmi dokuz yıllık hayatı boyunca kendisi için yaptığı tek şey buydu. Uraz ise okul çıkışlarında koşa koşa gider abisinin dövüş sanatları derslerini izler, abisini alkışlardı.

Araz Kayalar, Uraz için bir idoldü.

Araz’ın hobisi hobi olmaktan çıkıp gecesini gündüzünü ayırdığı bir tutku haline geldi. Çok değil sadece iki yıl sonra, otuz bir yaşında kendi dövüş sanatları okulunu açtı.

“SELTAY – Dövüş Sanatları Okulu”

Okulun ismini annesi ve babasının isimlerini birleştirerek oluşturdu. Okuluna annesine ve babasına bakar gibi baktı, büyüttü, sevdi Araz. İlk öğrencilerinden biri ise canından çok sevdiği kardeşi Uraz’dı. On altı yaşını bitirmek üzere olan Uraz büyük bir hayranlıkla abisinden dersler alıyordu. Sadece ders almakla kalmayıp aynı zamanda dövüş sanatları okulunun her işini yapmaya çalışıyordu.

Uraz büyüdükçe abisinin en yakın arkadaşı olmaya devam etti. Abisine hayranlığı giderek artıyordu, Araz otuz üç, Uraz on sekiz yaşına geldiğinde her şey yerli yerine oturmuştu. Okulun işleri iyi gidiyordu, yetiştirdikleri öğrenciler yurtdışı yarışmalarında derece almadan dönmüyordu. Uraz bir yandan okulun işleri için koştururken bir yandan da üniversite sınavlarına hazırlanıyordu.

Aradan geçen yılların değiştiremediği tek şey Araz ve Uraz’ın vücutlarında taşıdıkları yara izleriydi. Bir de birbirlerine olan sevgileri...

(01.09.2019)

“Üzme kendini oğlum, halledeceğiz bir şekilde.”

“Bırak kredi çekeyim abi. Başka bir işe girer çalışır öderim. Yeter ki şu borcu kapatalım, gerisi önemli değil.”

“Sen düşünme bunları. Bırak abin düşünsün. Halledeceğim.”

Yıl 2019, aylardan Eylül, günlerden Pazar’dı. On dokuz yaşındaki Uraz abisine birlikte kurdukları okullarının yanlış tutulan muhasebe kayıtları yüzünden üzerlerine kalan borçlarını ödemeye yardım etmek için yalvarıyordu. Abisi ise her zaman olduğu gibi abilik yapıyor, bunu bile kabul etmiyordu.

“Kaç dakikaya orada oluruz?” diye sordu Uraz. Abisi direksiyonu tutan elini kaldırıp saate baktı.

“On beş dakikaya oradayız aslanım.” dedi.

Araz arkadaşlarıyla birlikte balık tutmaya giderken kardeşi Uraz’ı da yanında götürüyordu. Saat gecenin 1’iydi. Terkos Gölü’ne giden yollar bomboş ve karanlıktı, havada hafif yağmur çiseliyordu. Araz müziğin sesini arttırırken ters yönden gelen kamyoneti gördüğünde yıllar öncesine döndü. Anlam vermeye çalışmak için zamanı olmadığının farkındaydı. Arabanın hava yastıklarının olup olmaması umrunda değildi, aklına bile gelmemişti. Tek yaptığı direksiyonu kırmak ve kardeşi Uraz’ın üzerinde kalkan olmaktı.

“Sorun yok.” dedi tam on sekiz yıl önce söylediği gibi, “Ben buradayım.”

Bu cümleler, Uraz’ın abisi Araz’ın sesinden duyduğu son cümlelerdi. Araz Kayalar bir daha hiç konuşmadı, tek bir cümle bile kurmadı. 1 Eylül 2019 günü geçirdiği kaza sonucunda girdiği komadan bir daha hiç çıkamadı.

“Bir daha hiç uyanmayacak mı?”

“Henüz bitkisel hayatta değil. Çok küçük de olsa hala bir umut var ama bu sadece yüzde birlik bir umut...”

Uraz doktorlardan aldığı cevaplara inanmayıp aylarca abisinin başında bekledi. Dövüş sanatları okulunu borçlarından dolayı birine devrederken içinde hissettiği suçluluk duygusu içine sığmıyordu. Böyle olmamalıydı, bir şeyler yapmalıydı. Bir şeyler yapmak zorundaydı.

5 Ekim 2020 tarihine geldiğimizde Uraz hala pes etmiş değildi. Araz’ın uyanacağına inanıyordu. Tarihi o kazanın yaşandığı gün dondurduğunu ve Araz uyandığında kaldıkları yerden devam edeceklerini düşünüyordu. Kolundaki 01.09.2019 dövmesinin anlamı buydu. Gecenin bir vakti hastaneden çıkıp bomboş sokaklarda yağmurun altında gezerken yerde gördüğü bir kağıt parçası onun için bir dönüm noktası olacaktı.

“BU BİR KAYBOLMA PROJESİ!” yazıyordu kocaman harflerle.

“Sizi kaybetmemizi ister misiniz?”

“ENKAZ ALTINDAKİLER çok yakında tüm dünyayla aynı anda yayında! Ülkeni temsil edecek beş yarışmacıdan biri olmak için @enkazaltindakilertv hesabımızdan bizimle iletişime geçebilirsin.

Unutma, zor olan kaybolmak değildir. Zor olan eve dönmektir.”

Uraz içindeki dürtünün onu yönlendirmesiyle kağıtta yazan sayfaya girdi. Gönderileri ve yazanları inceledi. Bu televizyonda yayınlanacak bir yarışmanın ilanıydı. Gönderinin altındaki yorumlardan anladığına göre yarışmanın gizlenen bir ödülü vardı. İnsanlar “Ödülünü bilmediğim bir yarışmaya neden katılayım ki?” diye sızlanırken birisi aynen şöyle cevaplamıştı, “Kazanmak için.”

Uraz’ın içindeki öfkeyi dindirebilecek tek şey buydu. Kazanmak. Bir bilinmezin içine atlayıp yarışmak ve kazanmak istiyordu. Pahasının ne olacağı umrunda değildi.

Onun için yarışmak ve onun için kazanmak istiyordu.

Araz için...

Hayat Uraz Kayalar’ı bir savaşçı haline getirirken yaşadığı dönüşüm onun kaderinin bir parçasıydı. Abisinin uyanacağına her bir hücresiyle inanıyordu ve abisi uyandığında ona “Kazandık.” demek istiyordu. Okulu geri almak, bambaşka bir hayat kurmak ve başarmak istiyordu.

“Uraz Kayalar, 20.” Yazdı önünde açılan mesaj sayfasına. Sadece iki saat sonra gelen cevap onu şaşırtmamıştı bile.

“Sevgili Uraz Kayalar, yüzlerce yarışmacı adayı ile birlikte ilk elemeye katılmaya hak kazandınız. 9 Ekim günü saat 16.00’da aşağıdaki adreste olmanız halinde ilk elemeye katılabilirsiniz. Bol şans.”

9 Ekim günü geldiğinde ise Uraz eline tutuşturulan kağıtta yazan üç rakamlı sayının ta kendisi olmak üzere en büyük adımı atmıştı.

O artık 533’tü.

Tek dileği yarışmak, tek amacı kazanmaktı.

(Kumru’nun Anlatımıyla)

Saatler hızla akıp giderken nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Seçilirsem annem ile vedalaşacağımı düşünürken şimdi kültür merkezinin kapısının önünde durmuş ayaklarımın hiçbir yere kıpırdamak istemediğini hissediyordum. Büyüklük bende kalmalıydı, bunu da biliyordum ama bunun için hiçbir yere kıpırdamak zorunda değildim. Yanına gitmeyecektim, bunu istemiyordum. Telefonumu çıkarıp annemi aradım. Telefonu açmadı. Sinir bozukluğum beni güldürürken bahçedeki banklardan birine oturdum. Babamı aradım, ne şaşırtıcıdır ki o da aramamı yanıtlamadı. Bir kez daha güldüm. Daha sonra teyzemi aradım.

“Kumru, işteyim canım. Sonra konuşalım, olur mu?” Teyzemin telefonu böyle açmasıyla birlikte anlayışlı bir iç çektim.

“Tamam teyze,” dedim, “Sonra görüşürüz.”

Koskoca kültür merkezinin bahçesinde yağmurun altında oturmuş etrafımdaki boşluğu izliyordum. Hayatımda hiç hissetmediğim kadar kimsesiz hissediyordum.

“Kimseyle vedalaşmayacak mısın?” diye sordu arkamdan gelen bir ses. Merakla arkamı döndüğümde benimle konuşanın Uraz olduğunu fark ettim. Diğer adıyla, 533.

“Hayır.” dedim, “Ailem şehir dışında.” Yüzüme bomboş baktı.

“Anladım.” dedi sadece, “Akşam görüşürüz.”

“Sen ailenle vedalaşmaya mı gidiyorsun?” diye sordum merakla. Başını salladı.

“Abimle vedalaşacağım.” dedikten sonra duraksadı, birkaç saniye sonra ekledi, “Sonra annem ve babamla.”

İçten içe onu kıskanmıştım. Vedalaşabileceği bir abisi, annesi ve babası vardı. Bir ailesi vardı. Hüzünle gülümsedim.

“Benden selam söyle.” dedim saçma bir samimiyetle gülümserken. Gözlerime bir süre baktı ve anlam veremedi.

“Senden selam mı söyleyeyim?” diye sordu anlam vermeye çalışarak.

“Evet. Kendi aileme ulaşabilmiş değilim. Bari sen ailene selamımı götür. Ve onların değerini bil, yanında oldukları için...” dedim her şeye rağmen gülerek, başını salladı.

“Söylerim.” dedi, sesi yorgun geliyordu.

Başka hiçbir şey söylemedi, zaten konuşmakta zorlanıyor gibiydi. Arkasını dönüp otoparka doğru yürürken telefonumun çaldığını duydum. Telefonumu elime alıp ekrana baktığımda arayanın annem olduğunu gördüm. Sesimi toparlamaya çalışıp telelefonu yanıtladım.

“Alo, anne.”

“Alo, beni aramışsın Kumru.” Sesi her zamanki gibi sevgi ve şefkatten yoksun geliyordu, sağ olsun.

“Evet, seni aradım anne. Sana bir haber verecektim.” dedim sessizce.

“Eve mi dönüyorsun?”

“Hayır. Aksine, bir süre buralarda olmayacağım.”

“Ne demek bu?”

“Ben bir yarışmaya katılmaya karar verdim anne. Yakında televizyonda izleyeceksiniz. Yani umarım izlersiniz...”

“Ne yarışması bu Kumru? Ne saçmalıyorsun sen?” dedi öfkeli bir sesle. Sabırla anlatmaya çalıştım.

“Bir nevi bir yol bulma yarışması. Bir platformun içinde verilen görevleri yerine getirecek ve çıkış yolunu bulup evlerimize döneceğiz. Bir ödülü de var tabi ama ödülü herkesten gizleniyor. Türkiye’yi temsil etmek için seçilen isimlerden biri de benim ve bu akşam yarışmaya başlayacağız.” deyiverdim kısaca.

“Tüm bunlar ne zaman oldu?” diye sorduğunda sesi hala öfkeliydi.

“Biraz hızlı oldu... Haber veremedim.” dedim, “Zaten seninle de birkaç gündür görüşmüyoruz.” Kısa bir sessizlik oldu.

“Kaç gün sürecek?” diye sordu.

“Ne kaç gün sürecek?”

“Bu saçmalığın. Kaç gün sürecek? Kaç gün boyunca yarışmadayım diye yalan söyledikten sonra eve döneceksin?”

“Ne yalanı anne? Söyledim ya, televizyondan izleyebilirsin. Yalan söylemiyorum.”

“Kumru şu aptallığına son ver artık. Neredeysen hemen eve dön. Ya şimdi eve dönersin ya da hiç dönemezsin. Duydun mu?” dediği an yaşadığım şoku anlatamazdım bile.

“Öyle mi?” diye sordum.

“Öyle.” dedi duygusuz bir sesle.

“Orası zaten hiçbir zaman evim olmamıştı. Beni hiçbir zaman istememiştin. Yanılıyor muyum anne?” Cevap vermedi, yanılıyorsun bile demedi.

“Hoşça kal anne, eğer beni görmek istersen televizyonu açabilirsin.”

Telefonumu tamamen kapatıp çantama attım. Çantamı sırtıma takıp kültür merkezinin içine girmeye karar verdim, o kadar ıslanmıştım ki tuvalete koşup el kurutma makinesinin altına girdim.

Biraz olsun kurulanmayı başardıktan sonra kafeye geçip kendime bir sandviç ve bir fincan kahve aldım. Cam kenarındaki masalardan birine oturup yağmuru izlemeye koyuldum. Saatler akıp giderken Eren ve Bulut’un birlikte yürüdüğünü gördüm. Binaya girdiler ama kafeye gelmediler. Daha sonra Nisan’ın ailesi tarafından buraya bırakıldığını gördüm. Babası Nisan’a son kez sıkıca sarılırken bakışlarımı önümdeki boş tabağa çevirdim.

Başımı tekrar kaldırdıktan sadece birkaç dakika sonra Uraz göründü. Otoparktan çıkmış binaya doğru yürüyordu. Üzerindeki yağmurluğun kapşonunu kapatmasına rağmen o olduğu duruşundan belliydi.

Hepsi direkt olarak salona geçmiş olmalıydı, kimse kafeye uğramamıştı. Kalkıp hesabı ödedim ve sırt çantamı sırtıma takıp salona doğru ilerledim. Salona giden yolda, koridorda jüri üyelerinden biriyle karşılaştım.

“Kumru, hadi salona geç tatlım, herkes orada.” Taylan Bey bana gülümseyerek yanımdan geçerken ona doğru döndüm.

“Taylan Bey.” dedim sessizce.

“Efendim Kumru?”

“Neden beni seçtiniz?” diye sordum merakla. Yüzüme bakıp anlayışla gülümsedi.

“Bence seni neden seçtiğimizi yarışmaya başladıktan bir süre sonra sen de anlayacaksın.”

“Her şey çok çabuk oldu. Sadece anlam vermeye çalışıyorum. İlk eleme için başvuru mesajını gönderdikten çok kısa bir süre sonra mesaj geldi mesela. Neden ben? Neden bu kadar çabuk?”

“Başvuran herkesi ilk elemeye çağırdık Kumru. Sana özel değil.”

“O zaman çok daha fazla kişi gelmesi gerekmiyor muydu?”

“Hayır. Yarışma hakkında sosyal medyada herhangi bir ilan gördün mü? Herhangi bir reklam?”

“Görmedim.”

“Göremezdin de zaten. Çünkü yarışmayı sadece yazdığımız kraft kağıtlarını sokak aralarına bırakarak duyurduk. Eleme için buraya gelen herkes o kağıdı yerde görmüş ve eline alıp okumuş herkesti. Ülkenin her yerine bu kağıtlardan dağıttık ama insanlar önlerine çıkan bir kağıdı eğilip yerden alıp okumuyorlar. Çöp sanıyorlar. Oysa yere atılmış her şey çöp değildir. Sizin farkınız buydu. Bir kağıt gördünüz, onu yerden alıp okudunuz. Bu da bir elemeydi aslında... Belki de ilk eleme buydu.” dedi gülümseyerek.

“Anladım.” dedim sessizce.

“Hadi bakalım, salona geç 889.”

889.

Bana böyle hitap etmesi nedensizce kalbimi hızlandırırken çok önemli bir görevi yerine getirmeye gidiyormuşum gibi başımı salladım ve salon kapısına doğru ilerledim. Uraz salonun bir köşesinde, Nisan koltukların en önünde oturuyordu. Bulut ve Eren ise orta koltuklara yan yana oturmuş sohbet ediyorlardı. Kapıya en yakın koltuklardan birine geçip oturdum ve beklemeye başladım. O sırada Uraz’ın başını kaldırıp bana baktığını gördüm. Ona başımla selam verdim, o da aynı şekilde başını eğdi. Koltukların önünde bir çekim ekibi bir yandan bizi çekiyor bir yandan hazırlıklar için koşuşturuyordu. Jüri üyeleri salonun farklı köşelerinde kameralara röportajlar verirken bizler oturmuş başımıza ne geleceğini merak ediyorduk.

“Çocuklar, merhaba!” Salona Taylan’ın girmesiyle birlikte bütün kameralar ona doğru döndü. Ortamda bu kadar çok kamera olması hiç rahatlatıcı değildi. Karnımın ağrıdığını hissediyordum.

“Öncelikle şunu bilin ki, şu an çekilen görüntüler sadece hızlandırılmış olarak birkaç saniyede verilecek. Sizi rahatsız edecek hiçbir şey yok. Ne konuştuğumuzu kimse duymayacak ve bilmeyecek. Şu an kameralardan rahatsız olduğunuzu biliyorum fakat yarışma alanında böyle bir ortam olmayacak. Platonun her yeri gizli kameralarla dolu olacak, siz onları neredeyse hiçbir zaman görmeyeceksiniz.”

“Kameralar beni rahatsız etmiyor.” dedi Nisan gülümseyerek. Aman ne hoş.

“Senin yerinde olsam beni de rahatsız etmezdi!” dedi Taylan Nisan’ın güzelliğine vurgu yaparak.

“Şimdi, ne olacağını merak ettiğinizi biliyorum. Aslında bakarsanız çok bir şey bilerek yarışmanızı istemiyoruz. Size verebileceğimiz bilgiler sınırlı. Her şeyi sizin keşfetmeniz gerekiyor. O yüzden beni iyi dinleyin. Bu söylediklerimden başka hiçbir bilgi vermeyeceğim.” Derin bir nefes aldım ve konsantre olmaya çalıştım.

“Birazdan gözlerinizi bağlayacağız. Sizi bir arabayla yarışmanın yapılacağı platoya götüreceğiz. Sizi yıkılmış bir evin içine bırakacağız. Tek çıkışınız yerin altına doğru olacak, yerin altına inen bir kapı ve upuzun bir merdiven bulacaksınız. Merdivenden indikten sonra yarışacağınız alandasınız.”

“Delilik bu.” diye mırıldandı Eren, “Tam benlik.”

“Arabaya bindiğiniz andan itibaren her anınız kaydediliyor olacak. Platoya ulaştığınızda ise büyüklüğü konusunda hayrete düşebilirsiniz. Sizi 180 bin metrekarelik bir alan bekliyor, adeta bir yeraltı şehri. Yukarıda sabah olduğunda sizi ışıklarla aydınlatacağız, akşam olduğunda ise ışıkları kapatacağız.”

“Peki biz nerede uyuyacağız? Nerede duş alacağız?” diye sordu Nisan.

“Ben de tam o noktaya geliyordum. Amacınız alan boyunca ipuçları bulmak ve oradan çıkmanın bir yolunu bulup evlerinize dönmek.” Bu cümleyi duyduğum an artık bir evim olmadığını hatırladım ve hüzünle gözlerimi kapattım. Geri kalanını gözlerim kapalı dinleyecektim.

“Bu günler sürebilir, haftalar veya aylar... Sizi bırakacağımız evden platoya indikten sonra o evin merdivenlere olan giriş kısmını önce kapatacağız sonra o evi komple yok edeceğiz. Yani aşağıdan yukarı tek bir çıkış olacak ve sizin o çıkışı bulmanız gerekecek. Platonun içinde her on beş kilometrede bir eviniz olacak. Aşağıda belki on, belki yirmi, belki yüz belki iki yüz tane ev var. Dıştan ve içten her şeyiyle aynı evler. Üzerlerinde “1” , “2” , “3” şeklinde numaralar var. Bu şekilde ne kadar mesafe kat ettiğinizi ve kaçıncı evde olduğunuzu görebileceksiniz. Aşağı indiğinizde karşınıza direkt olarak “1” numaralı ilk eviniz çıkacak. Geceyi orada geçirdikten sonra sabah çıkıp platoyu gezmeniz, yürümeniz, ipuçlarını bulup takip etmeniz gerekiyor. Bir nevi bir bulmacanın içindesiniz. On beş kilometre yol aldıktan sonra karşınıza ikinci eviniz çıkacak ve bu hep böyle devam edecek. Bütün ihtiyaçlarınız o evlerin içinde mevcut. Her evin içinde bir alarm sistemi var. Alarm sistemi mavi yandığında evin bahçesindeki röportaj alanına geçmeniz gerekecek. Her birinizin sırayla bahçeye kurulmuş kamera sistemlerine röportaj vermeniz gerekecek.”

“Nasıl yani?” diye sordu Bulut, “Aşağıda bizimle röportaj yapan birileri mi olacak?”

“Aşağıda sizden başka kimse olmayacak Bulut. Soruları kameraların altındaki ekranda okuyacaksınız.”

Kısa bir sessizlik oldu. Sanırım aşağıda hiç kimse olmayacak olması ve yarışmanın ne zaman sona ereceğini bilmiyor olmamız bizi biraz korkutmuştu. En azından beni korkutmuştu.

“Şu anda dünyanın birçok ülkesinde beşer yarışmacı sizinle aynı anda bu konuşmaları dinliyor. Hepsi birazdan sizinle aynı zamanlarda kendi ülkelerinde kurulmuş yeraltı platolarına götürülecek. Yarışmanın ödülünün büyük merak konusu olduğunu biliyorum. Ödül tabi ki bir para ödülü. Miktarı ise yarışmanın sonunda belirlenecek. İnanın bana, tahmin edemeyeceğiniz kadar büyük bir miktar. Hem sizin için, hem bizim için, hem ülkemiz için. Öte yandan yarışma boyunca sürekli devam eden bir oylamanız olacak. Bu oylama tamamen bireysel. Sıra numarası olarak aldığınız numaralar sizin yarışma numaralarınız. Dünyanın her yerinde herkes kendi yarışmacılarına oy verebileceği gibi sizlere de oy verebilir. Bireysel oylamalarınız sayesinde her hafta birçok ödül kazanabilirsiniz. Bir hafta araba, bir hafta ev. Bireysel olarak kazandığınız birincilikler yarışmanın sonunda herhangi bir beraberlik olması durumunda da etkili olacak. Örneğin iki takımın aynı anda çıkışı bulup çıkması durumunda bireysel oylamalara bakılacak. Bu sebeple, her ülkenin yaptığı gibi bir plan yapmak zorundayız...”

“Nasıl yani?” diye sordu Nisan merakla.

“Sizi insanlara sevdirmek zorundayız.” dedi Taylan, “Dizi karakterleri gibi düşünün. Onlara bir hikaye vermek zorundayız. Güzel bir kız, yakışıklı bir erkek, yarışmada doğan bir aşk ve arkadaşlıklar.” Gözlerim Nisan ve Uraz’a kaydı.

“Tabi eğer kabul ederseniz. İnanın bana, oylamaları kazanmak istiyorsak bunu yapmalıyız çünkü her ülkenin takımı yapacak! Bizim jüriler olarak fikrimiz şu yönde, Kumru ve Bulut, takımın zekası. Eren, takımın abisi ve ortamı yumuşatanı. Nisan ve Uraz ise takımın aşıkları. Dediğim gibi, kabul etmek zorunda değilsiniz. Fakat böyle bir senaryo ilgi çekeceği için aldığınız oylar kat ve kat artacaktır.”

Başımı kaldırıp bir kez daha Nisan ve Uraz’a baktım. Nisan gülümseyerek Uraz’a bakarken Uraz Taylan’ı dinliyordu.

“Buraya yarışmak ve kazanmak için geldiniz. Sizlere birer senaryo verip ‘Şunu söyleyin, bunu söyleyin.’ demeyeceğiz. Sadece sizlerde yaratmak istediğimiz imaj bu. Eğer herkes için uygunsa aşağı indiğinizde en azından bu hikayeye bağlı kalıp bunun ufak ufak sinyallerini verseniz bile yeterli olacaktır. Örneğin Uraz ve Nisan arasında ufak bakışmalar, ufak ilgilenmeler. Kumru ve Bulut arasında ipuçlarını çözmek üzerine konuşmalar, Eren’i bir abi olarak görüp dertleşmeler... Bu şekilde birer idol yaratmak istiyoruz. Çok bir şey değil. Zaten birkaç günde bir sizlerle konuşma ve toplantı yapma imkanımız olacak. Her takımın böyle bir hakkı var. Size tavsiyeler verebileceğiz. Dışarıdan birer göz olarak sizleri izlenimlerimizi aktarabileceğiz. Eğer sizin için uygunsa benim anlatacağım başka hiçbir şey yok çocuklar. Şimdi cevabınızı duymak zorundayım. Tüm bunları kabul ediyor musunuz? Uraz?”

Tüm gözler Uraz’a döndüğünde ne diyeceğini kestiremiyordum. Eğer tüm bunları kabul ederek bu yarışmaya girerse bu gerçekten de kazanmak istediği anlamına gelirdi.

“Kabul ediyorum.” dedi sessizce. Anlaşılan oydu ki Uraz gerçekten de kazanmak istiyordu.

“Nisan?”

“Kabul ediyorum.” Neşeliydi, başrol olacak olmak onu elbette ki mutlu etmişti.

“Eren?”

“Kabul ediyorum.”

“Kumru?”

“Kabul ediyorum.” dedim, içime büyük bir korku düşmüştü. Karın ağrım giderek ağrıyordu.

“Bulut?”

“Kabul ediyorum.”

“Öyleyse bu bir süreliğine yeryüzünü son görüşünüz olacak çocuklar. Gözlerinizi bağlıyoruz, yer altında görüşmek üzere.”

Görevliler üzerimizdeki tüm eşyaları alıp gözlerimizi birer kumaş parçasıyla bağlarken ellerimin buz gibi olduğunu hissettim. Adımı hatırlamaya çalıştım, ismim yerine geçecek o sayıyı hatırlamaya çalıştım. Kumru’yu ve 889’u hatırlamaya çalıştım. Korkmam mantıklı değildi, buraya isteyerek gelmiştim. Heyecanlıydım, istediğimin bu olduğunu sanıyordum. Şimdi ise içimi kocaman bir korku kütlesi sarmıştı.

Korkunun sebebinin ne olduğunu bağlanan gözlerimin ardında kalan karanlıkla baş başa kaldığımda anladım. Bu şekilde kazanamayacaktım. Gözler benim üzerimde olmayacaktı. Sahne ışıklarının altında dans eden bir dansçı değil, dansçıya ışık tutan bir görevli gibi olacaktım. Nisan ve Uraz’ın zaferlerini desteklemek için bir yan rol olacaktım. Oysa benim 889’a söz verdiğim hikaye bu değildi. Bu olamazdı.

“Kolaylaştır...” dedim kendi kendime. Bu yarışmaya katılacak mıydım? Katılacaktım. Şu an burada her şeyi bırakıp geri dönmek istiyor muydum? Hayır, istemiyordum. Öyleyse tüm bunları zorlaştırmayacaktım, kolaylaştıracaktım.

889’u insanlara sevdirmek istiyorsam önce kendim sevmeliydim.

İnsanların benim kazanmamı istemelerini istiyorsam önce kendim kazanmak istemeliydim. İçimde yaralı bir kumru vardı, kanat çırpmaya çalışıyor ama başaramıyordu. Hiçbir alanda hiçbir zaman başarılı olamamıştı. Onun yarası inançsızlıktı, kendine inanmıyordu. Oraya gitmeli ve onu iyileştirmeliydim. Her şeye rağmen mutlu kalmıştım, her zaman her şeye rağmen heyecanımı korumuştum. Şimdi de öyle yapacaktım.

Mutluydum, heyecanlıydım.

Her zaman olduğu gibi.

“Titriyorsun.” dedi arabada yanında oturduğum ses. Bu ses Uraz’ın sesiydi.

Gözlerim kapalıydı, bir arabanın arka koltuğunda oturmuş bir bilinmeze doğru yola çıkmıştım. Nasıl titremezdim?

“Sadece heyecanlıyım.”

“Zorlaştırma 889, kolaylaştır...” dedi Uraz.

“Sen bu cümleyi nereden biliyorsun?” diye sordum şaşkınlıkla.

“Jürilerden biri verdiği bir röportajda senin kurduğun bu cümleyi anlatıyordu. Hoşuna gitmiş.” diye açıkladı sessizce.

“Sevindim...” diye mırıldandım, “İsmimi söyledi mi?”

“Hayır. Yarışmacılardan biri diye bahsetti.”

“Peki sen bu cümleyi söyleyenin ben olduğumu nasıl anladın?” Bir süre cevap vermedi. Sonra durgun bir sesle cevapladı.

“Bilmem,” dedi, “Bir şekilde...”

“Sessiz olalım çocuklar, kayda giriyoruz.” diye sözümüzü kesti ön koltuktan biri, “Şu saniye itibariyle yaptığınız her şey tüm sesleri ve tüm ayrıntılarıyla televizyonda yayınlanacak. Şu andan itibaren sizler Enkaz Altındakiler’siniz.” Sonra bir ses daha geldi.

“Üç, iki, bir. Kayıt!”

O an sessizliğin nasıl ses getirebileceğini anladığım andı. Gözlerimiz kapatılmış bir halde sessizce bir yere götürülüyorduk ve yaşadığımız bu sessiz anı tüm dünya izleyecekti.

“Merhaba dünya.” dedim içimden, “Buraya içimdeki kumrunun yaralarını iyileştirmeye geldim. Buraya onu size göstermeye geldim.”

Sessizlik bir saate yakın devam ettikten sonra araba durdu. Kapısı açıldı ve bir ses duyuldu.

“İnebilirsiniz, geldik.”

Dışarı attığım adım kaderime doğru attığım ilk adımdı.

Ve işte, böyle başladı her şey...

Bu kadar kolay, bu kadar hızlı.