19.BÖLÜM : UNUTULANLAR.
Merhaba aşklarım, nasılsınııız? <3
Uzun zaman oldu görüşmeyeli ama merak etmeyin, zor bir süreçten geçtim ve daha iyi hissediyorum artık.
Umarım siz de çoook iyisinizdir.
O zaman ben sizi daha fazla tutmadan bölüme geçiyorum, yorum yapmayı unutmayın sakın! :')
.png)
19.BÖLÜM : UNUTULANLAR.
(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)
Koltukta uzanmıştım yine. Günlerdir değişmeyen aynı eylemsizlik, aynı ruhsuzluk içinde… Ama bu kez pencereden içeri giren hava fırtınalı değildi. Yağmurun uğultusu yoktu. Tam tersine yazdan kalma bir akşamın ılık rüzgarı perdeleri usulca kımıldatıyordu. Gökyüzü nar çiçeğiyle mor arasında bir renge bürünmüş, sanki gün batımı ona ayrılan vakit biraz daha uzun sürsün diye inat ediyordu. Benim içimdeyse zaman aynı hızla akıp gidiyor, aklımda ise Devrim’in o gece kapıdan çıkıp gidişi dönüp duruyordu.
O gecenin üzerinden günler geçmişti. Ama onun sesi, nefesi, hatta gözlerindeki o kırgın bakışı bile hala aklımdaydı. O günden sonra Devrim’den bir daha hiç haber almadım. Tek bir mesaj, tek bir kelime, tek bir haber gelmedi ondan. Sessizliği hayatımın bu yapayalnız döneminde benim için olabilecek en ağır cevaptı belki de.
Yine de her gün kapım her çaldığında ve Ömer’i karşımda her gördüğümde umutla bir haber bekledim ondan. Annem ve arkadaşlarım nasıldı, Devrim nasıldı, babası iyi miydi, her şey yolunda mıydı?
Her şey derken, benim dışımda her şey yani... Zira benimle ilgili hiçbir şey yolunda değildi.
Tek yaptığım nefes almak ve yaşamaya devam etmekti. Yalnızca bu.
Ömer’den gelen cevap ise hep aynıydı. Annem iyiydi, arkadaşlarım iyiydi, Devrim de iyiydi, babası ise yoğun bakımdaydı ve söylediğine göre “en azından” tutunmaya çalışıyordu.
Ben ise Ömer’in getirdiği haberlere tutunarak yaşıyordum günlerdir. Ömer’e ağzından çıkarken bile ağır gelen, ama bana her defasında bir nefes daha veren o cümlelere... Ona ağır gelmesinin sebebini de biliyordum. Ailesinden ve sevdiklerinden uzak olan birine onların haberini vermek ama onları görmesini sağlayamamak zor geliyordu ona.
Devrim’in iyi olduğunu söylerken bu söylediğine kendisi bile inanmıyordu sanki. Annem ve arkadaşlarımın iyi olduklarını söylerken de yüzeyseldi elbette, yaşıyorlardı, hayattalardı ve sağlıklılardı işte. Ne kadar iyi olabilirlerse. Devrim’in babası için ise ölmedi demiyordu ama yaşıyor da diyemiyordu. Sadece hala hayattaydı ve tutunmaya çalışıyordu. İnce bir ipte yürümeye çalışıyormuş gibi… Koparsa ne yapacaklarını o da bilmiyordu belli ki.
Bugün ise Ömer tarafından henüz ziyaret edilmemiştim ve aklım yine ondan gelecek haberlerdeydi. Kendi yaptığım mumlardan biri yanıyordu sehpanın ortasında. Loş ışık odanın sessizliğini sanki biraz olsun yumuşatıyordu çünkü titreyen alev bana odada benden başka yaşayan biri daha varmış gibi hissettiriyordu. Mumun ateşi benden daha hayat doluydu.
Derin bir iç çektiğim sırada gözlerim televizyona takılı kaldı. Ben koltukta uzanmış boş gözlerle bakarken spikerin heyecanlı sesi odayı dolduruyordu.
“Sevgili seyircilerimiz, birazdan tüm Türkiye’nin nefesini tutarak izleyeceği Kadınlar Voleybol Dünya Şampiyonası maçı başlayacak ve milli takımımız şampiyon olmaya ilk kez bu kadar yakın! Meydanlarda, dev ekranların önünde toplanan kalabalıkların coşkusu şimdiden görülmeye değer... Şimdi sizleri canlı yayınla takımımızın maçını bekleyen kalabalık meydanlara götürüyoruz.”
Ekranda ellerinde bayraklarla tezahürat yapan insanlar vardı. Yan yana ve omuz omuza, kiminin yanında ailesi, kiminin yanında en yakın arkadaşları, kiminin yanında sevgilisi… Birbirlerine sarılmış gülüşerek heyecanlarını paylaşıyorlardı. Birlikte ve mutlulardı.
Ben ise koltuğun köşesine kıvrılmış, mum ışığının titrek alevine bakıyordum. O kalabalıklara yabancıydım artık, insan yanında sevdikleri varken nasıl hissederdi hatırlamıyordum bile, sanki başka bir dünyadan izliyordum onları.
İçimden ince bir sızı yükseldi o an. Tek başına olmak en çok da böyle anlarda kırıyordu insanın kalbini. Mumun alevi ve nefesim dışında hiçbir hareket yoktu etrafımda.
Kumandaya uzanıp televizyonun sesini kıstım. İnsanların ne kadar heyecanlı ve mutlu olduklarını anlattıkları röportajları izlerken ister istemez geçmişe gidecekti aklım ve daha fazla eziyet etmek istemiyordum kendime. Herkes aynı anda aynı ekrana kilitlenirken ben yalnızlığımın mum ışığındaki yansımasına kilitlenmiş oturuyordum.
“Keşke...” dedim içimden, devam edemedim cümleme.
Ne diyeceğimi kendim de tam bilmiyordum aslında. Keşke ne? Keşke annemin yanında o parmaklıkların arkasında mı olsaydım mesela? Yoksa annem parmaklıkların arkasındayken ben arkadaşlarımın yanında eğleniyor mu olsaydım?
Keşke en azından bu sessizlik biraz olsun hafifleseydi... Keşke en azından bir kalabalığın içinde öylece kaybolup gidebilseydim bir geceliğine...
Ama olmayacaktı. Mumun alevinin tek başına titreyip sönmesi gibi, yanarak sönecektim bir başıma.
İçimde koca bir boşluk açılmış gibiydi. Televizyondaki kalabalıklar gülüyor, eğleniyor, birbirlerine sarılıyorlardı. Bense yalnızca kendi nefesimi duyuyordum.
Çocukluğumda küçücük televizyonumuzun başında otururken yanımda mutlaka annem olurdu. Kendi heyecanını bana bulaştırır, tezahürat eder, sanki oyuncular onu duyuyormuş gibi ellerini çırpar, “Hadi kızım, bak bak bak geliyor sayı!” diye bana seslenirdi. Çocukluğumun o berbat günlerinin tek güzel yanıydı annem. Onunla izlediğim maçlarda yalnızlık nedir bilmezdim. Şimdi ise aynı ekrana bakarken içimdeki sessizlik bağıra bağıra konuşuyordu.
Gözlerim bir kez daha televizyona döndüğünde insanların meydanlara kurulan koca ekranlardan maça doğru yapılan geri sayımı izlediklerini gördüm. Tam üç dakika otuz saniye kalmıştı maça ve benim için en iyisi uyumaktı. Zamanı uyuyarak eritmek ve saatleri sessizce aşındırmaktan başka çarem yoktu… Belki bir gün benim için de bir umut olurdu.
Belki bir gün yeniden bir yer bulabilirdim kendime mutlu kalabalıkların arasında.
Tam televizyonu kapatıp kendimi gecenin sessizliğine iyice gömmek için kumandaya uzanmıştım ki kapının çaldığını duydum.
İki kısa, bir uzun.
Tanıdık ritmi duyduğum an heyecanla doğruldum. Gelen Ömer’di belli ki. Yine marketten aldıklarını bırakıp sorularımı yanıtlamaya gelmiş olmalıydı. Bu ziyaretler tüm gün boyunca beni en mutlu eden şeylerdi. Hayata tutunabileceğim başka bir dalım yoktu.
Ömer benimle gerçek dünya arasındaki bir köprü gibiydi.
Heyecanla ayağa kalktım ve kahverengi terliklerimin çıkardığı hafif sesle yürüdüm. Terlikleri ayakkabı dolabının içinde bulmuştum, bana o kadar büyük geliyorlardı ki Devrim’in olduklarına emindim.
Kapının önünde durduğumda içimde en ufak bir endişe yoktu. Ama kapıyı açtığım an beklediğim tekdüze görüntünün yerinde baştan aşağı şaşkınlık vardı.
Karşımda yalnızca Ömer değil, Deha ve Demir de vardı! Ve onların biraz gerisinde, gölgelerin arasında, karanlıkta öylece bekleyen bir silüet daha vardı... Devrim.
Bir an nefesim kesildi. Gözlerim önce Devrim’in ciddi bakışına takıldı, sonra Deha’nın umursamaz gülüşünü görünce merakla gülümsedim.
“Merhaba?” dedim sorar gibi.
Gözlerim istemsizce Devrim’e kaydı. Onu günlerdir görmemiştim. O geceki fırtınadan sonra ilk kez karşımdaki kapının eşiğinde duruyordu. Omuzları dikti ama yüzündeki çizgiler sanki olduğundan daha derindi. Gözlerini gözlerimden kaçırıyor, karanlıkta kalmaya çalışıyordu sanki.
“O zaman hoş geldik!” dedi Deha elindeki market poşetlerini kaldırarak.
“Hoş geldiniz tabi ki!” dedim dalgınlıkla, “Pardon ya, birilerinin gelmesine o kadar alışık değildim ki tutulup kaldım böyle! Girsenize.”
“Maçı izlemeye geldik,” dedi Demir, “Müsaittin değil mi?”
“Tabi ki.” dedim heyecanlı bir kafa karışıklığı içinde.
Onlar sırayla içeri girerken Devrim’in benimle göz göze gelmemeye çalıştığı o kadar belli oluyordu ki ben de ona uyarak gözlerimi doğrudan kaçırdım ondan.
“Yakınlarda bir toplantıdaydık,” dedi Ömer, “Deha ve Demir maçı izlemek için Eliz’e gidelim diye tutturdular.”
“İyi yapmışsınız.”
Deha yemek masasında market poşetlerindeki içecek ve atıştırmalıkları çıkarırken Devrim paltosunu çıkarıp sessizce astı.
“Seni ve ağabeyimi de zorla buraya sürüklemiş olduk ama o kasvetli toplantıdan sonra evin matem havasına dönmek istemedik işte,” dedi Demir, “Hem Eliz’i de günlerdir görmedik!”
Demir bana gülümseyip yanağımdan bir makas alırken anında neşelendiğimi fark ettim.
“O zaman siz oturun,” dedim, “Ben bardak, tabak falan getireyim...”
Devrim en köşedeki berjere yerleşmiş ve telefonuna bakıyordu. Ömer ise onun yanına bir sandalye çekmiş televizyonun sesini açmakla meşguldü.
“Otur otur!” dedi Deha bana, “Emrivaki yaptık, sana iş yaptıracak halimiz yok. Evi de biliyoruz zaten, Demir’le biz hallederiz.”
Deha beni kollarımdan tutup televizyonun karşısındaki uzun koltuğun Devrim’e en yakın köşesine oturttu.
“Pizza almıştık,” dedi Demir orta sehpaya büyük pizza kutularını bırakırken, “Cipsleri birer kaseye koyuyoruz, içecekler için bardak getiriyoruz, bu kadar. Siz oturun.”
“Ben de bir su içeyim o zaman.” diyerek doğruldu ve Demir ile Deha’nın peşine takıldı Ömer.
İşte o an Devrim ve ben garip bir durumun içinde kalakaldık. O geceden sonra ilk kez bir araya gelmiştik ve birbirimizin yüzüne bakamıyorduk ama yan yana olup tek kelime etmemek de son derece tuhaftı.
“Kutuları açayım...” diye mırıldandım sessizce. Ben orta sehpaya doğru eğilirken Devrim de telefonunu kenara bıraktı ve bebek mavisi gömleğinin içinde öne doğru eğildi.
“Yardım edeyim.” dedi.
Kutulardan birini o açarken diğerini de ben açıyordum. İkimizden de çıt çıkmıyordu ama ilginç bir his vardı içimde, ondan bana akan bir şeyler hissediyordum sanki. Kokusu burnumdaydı ve tam o an kolu koluma değiverdi.
“Pardon,” dedi Devrim kendini geri çekerken.
“Sorun değil.”
Boğazını temizleyip açtığı pizza kutusunu ortaya doğru itti ve gözlerini gözlerime dikip ekledi.
“Zorla getirildiğimi fark etmişsindir,” dedi sessizce, “O geceden sonra bir daha seni rahatsız etmek istemezdim ama onlara durumu böyle açıklayamadım...”
Bakışları son derece mahcuptu.
“Sorun değil.” dedim bir kez daha, “Burası senin evin. Rahatsızlık veren benim.”
Söyleyebilecek hiçbir şeyim yoktu. Devrim ise bana çok şey söylemek ister gibi bakıyordu ama bu doğru bir zaman değildi. Doğru zaman bir gün gelecek miydi ondan da emin değildim artık.
“Başladı mı?” diye sordu Deha içeriye elindeki iki büyük kase cipsle girerken.
“Başlamak üzere.” dedim ve geri çekildim.
Herkes yerine yerleşirken maç da başlamıştı. Deha, Demir ve Ömer bir yandan pizzalarını yiyip bir yandan heyecanlı maçı izlerken Devrim’in de benim de aklım bambaşka yerlerdeydi.
“Biraz daha atik olmamız lazım.” dedi Deha.
“Vay be!” diye yanıtladı Demir, “Nasıl bir çıkarım bu oğlum? Teknik direktör müsün nesin?”
“Ya of...” diye söylendi Deha omuz silkerek.
O sırada Ömer söylenerek söze girdi.
“Susun bir sayıyı kaçırdık ya! Kim attı kim?”
Gülümseyerek arkama yaslandım ve elimdeki bir dilim pizzayı yavaş yavaş yerken bu evin salonunun ilk defa bu kadar gürültülü olduğunu fark ettim. Buracıkta bu gürültüyü dinleyerek uyuyabilirdim ve bu uyku bu evde uyuduğum en huzurlu uyku olurdu.
Yine de huzursuzluklarım vardı. Yanı başımdaki berjerde oturan Devrim bana karşı oldukça mahcup ve kırgın görünüyordu. Ben o gece yaşananları zihnimin “kırgınlık” bölümünden silip çıkarsam da o hala unutamamış gibiydi.
“Hadi kızlar hadi!” diye bağırdı bir anda Deha, “Hadi ya bak bu akşam kazanalım söz veriyorum bir daha çapkınlık yapmayacağım, söz!”
Tam o an, evren Deha’ya bir oyun oynuyormuş gibi bizim kızlar müthiş bir sayıyla öne geçirince Demir coşkuyla sevinen Deha’ya döndü.
“Sözünü unutma ama.” dedi Demir.
“Unutmuyorum!” dedi Deha, “Sözüm söz!”
O andan itibaren bizim takım o kadar iyi ilerledi ki Deha verdiği sözden pişman olmaya başlamış gibiydi.
“Tamam ya,” dedi bir anda, “Ben sözümü geri alabilirim çünkü bizim kızların bu akşam böyle bir adak adamama ihtiyacı yok bence, baya iyiyiz baksanıza!”
“Geri alamazsın ama,” diye mırıldandım gülerek, “Sözümün arkasındayım diyordun az önce.”
Deha bana gözlerini kısıp kınayan bir bakış attı.
“Hiç misafirperver değilsin.” diye mırıldandı.
“Doğru!” diyerek doğruldum, “İçecekleriniz bitmiş, ben doldurup geleyim. Hem ara verecekler şimdi...”
“Hayır hayır bırak sen,” dedi Deha, “Ara verdikleri zaman biz hallederiz. Bu evi de ilk defa böyle derli toplu bu kadar temiz görüyorum ha... Ne yapıyorsun bütün gün süpürüp siliyor musun?”
Gülümsedim.
“İnsan bir eve hapsedilince boş vakti çok oluyor.”
Devrim boğazını temizleyerek sessizce Ömer’e döndü.
“Buraya temizlik için birini getirelim Ömer,” dedi “Bizim evdeki çalışanlardan birini.”
Telaşla başımı kaldırdım.
“Hayır hayır, saçmalamayın. Ben temizlik yapmaktan rahatsız olmuyorum, bana yapacak bir şeyler çıksın diye yapıyorum zaten.”
“Olsun,” dedi Devrim, “Yorma kendini.”
“Aylardır misafirinizim ama...” dedim, “Bırak da daha fazla yük olmayayım size.”
“Kızım saçmalama ya!” diye söze girdi Deha, “Ama eğer yabancı biri yardıma gelsin istemiyorsan yarın biz Demir’le gelir bir güzel temizleriz burayı.”
Gülerek ona döndüm.
“Kendim yapsam daha az yorulurum sanki ya.” dedim gülerek.
“Niye canım,” dedi Demir, “Sen bizi Deha ile temizlik yaparken gördün mü hiç? Annem disiplin öğrenelim diye odalarımızı bize temizletirdi bazen. Plan yapmıştık bir keresinde, 10 yaşında falandık. Temizlik şirketi açıp annemin zulmünden kurtulacaktık...”
“İsmi ne olacaktı biliyor musun?” dedi Deha kendini açıklamamak için çok zor tutarak.
“Tahmin edeyim mi?”
“Hayır etme,” dedi, “Kendimi tutamayıp söyleyeceğim çünkü... İkizler Temizlik!”
Ufak bir kahkaha attım çünkü tahminim direkt olarak buydu.
“Hayali afişiniz gözümde canlandı bir an,” dedim, “Sırt sırta vermiş bir fotoğrafınız var... Üstte de İKİZLER TEMİZLİK yazıyor. Elleriniz göğsünüzde. Kendinizden emin ve kararlısınız!”
Herkes gülmekten yıkılırken Devrim yalnızca tebessüm ediyordu.
“Sen baya komik bir kızsın, ha!” dedi Deha.
“Teşekkür ederim,” dedim, “Hayatım kaydıkça komikleştim.”
O sırada maçın araya doğru gittiğini görünce tepsiyi aldım ve ayağa kalktım.
“Siz keyfinizi hiç bozmayın, hemen geliyorum.”
Tam o an Devrim’in de hareketlendiğini gördüm. Boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.
“O zaman ben de bir sigara molası vereyim...”
Ben boş bardaklarla dolu tepsiyle mutfağa girerken o da peşimden geliyordu. Tepsiyi tezgaha koyduğum sırada Devrim de arkamdan geçip mutfak camına doğru ilerledi.
“Sorun etmezsin değil mi?” diye sordu elindeki sigara ve çakmağı göstererek.
“Hayır,” dedim, “Az önce söylediğim gibi. Ev sahibi sensin.”
Bir yandan konuşurken bir yandan bardaklara zencefilli gazoz dolduruyordum. Devrim mutfağın penceresini açıp çakmağını yaktı ve bana döndü.
“Bunu söylemeye daha ne kadar devam edeceksin?” diye sordu.
Kaşlarımı çatıp ona döndüm.
“Neyi?”
“Evin sahibinin ben olduğumu...”
“Öyle ama.” dedim, “Sen ev sahibisin. Ben de senin misafirinim. Senin de hep söylediğin gibi.”
Hiçbir şey söyleyemedi. Sırtını açık pencereye yaslamış bir halde öylece bana bakmayı sürdürüyordu ki içeceklerle dolu tepsiyi alıp mutfaktan çıktım. Tepsiyi orta sehpaya bıraktığım sırada voleybol maçının araya girdiğini gördüm. Deha bir köşeye çekilmiş telefonda konuşurken Demir ile Ömer yan yana gelmiş Beşiktaş’ın yeni transferinden bahsediyorlardı.
“Ben...” diye mırıldandım, “Pizzaları daha rahat yemek için hepimize küçük birer tabak getireyim.”
Bu fikir bilinçaltımın mutfağa dönebilmem için oynadığı bir oyun muydu bilmiyordum. Mutfağa geri döndüğümde Devrim’in pencereden dışarı doğru döndüğünü, sigarasının dumanını gecenin serin havasına doğru üflediğini gördüm.
Tepsiyi tekrar tezgaha koyduğum an çıkan sesten dolayı bana döndü.
“Bırak ben getiririm ne getirilecekse,” dediğini duydum Devrim’in göz ucuyla, “Ne de olsa ev sahibi benim.”
“Niye takıldın buna bu kadar?” diye sordum, “Yanlış bir şey mi söyledim? Gerçekten.”
Tepsiyi tezgahta bırakıp anlam vermeye çalışarak ona döndüm, birkaç adım atıp ona yaklaştım ve pencerenin hemen önünde Devrim’in karşısında buldum kendimi.
“Cidden soruyor musun bunu?” dedi Devrim gözlerimin içine baka baka.
Mavi gömleği karanlık gözlerine öyle güzel yansıyordu ki gözleri de mavi mavi bakıyordu gözlerime. Saçları yine doğal dalgasını almış, alnı stresten gerilmişti.
“Soruyorum,” dedim, “Ben senin misafirin değil miyim Devrim? Ev sahibinin sen olduğunu söylemem neden kızdırıyor seni?”
Burnundan ufak bir ses çıktığında öfke ile güldüğünü fark ettim.
“Haftalar oldu Eliz.” dedi, “Ailemin hayatına ve ailemin evine benim misafirim olarak girdin ama şimdi bu evin sınırları içinde tek bir ev sahibi var o da sensin Eliz.”
Anlam veremeyerek güldüm.
“Bak Devrim...” dedim karmakarışık bir ses tonuyla, “Tamam anlıyorum, bana yardım etmeye çalışıyorsun ve iyi bir insansın. Ama böyle büyük laflar etmene gerek yok. En başında hayatınıza nasıl girdiysem hala öyleyim. Ben hala senin misafirinim ve günü geldiğinde hayatlarınızdan çekip gitmek için sabırsızlanıyorum.”
“Öyle mi?” dedi Devrim.
Son cümlem onu hayal kırıklığına uğratmış gibiydi. Sanki ben başka bir frekansta konuşuyordum, o başka bir frekansta dinliyordu.
“Sabırsızlanıyorum derken...” diyerek ekledim, “Hepiniz iyi insanlarsınız ve her birinize minnettarım ama benim size bunu yapmaya hakkım yok. Senin tek başına vakit geçirdiğin, kafa dinlemeye geldiğin bir evi işgal ediyorum şu an, üstelik benim yüzümden hayatının en güzel döneminin heyecanını bile yaşayamıyorsun...”
Devrim söylediklerim karşısında hiçbir şey anlamıyormuş gibi çatık kaşlarla kalakaldı. Başını öyle bir salladı ki sanki söylediğim şeyler ona hiçbir anlam ifade etmiyormuş gibiydi.
“Hayatımın en güzel dönemi mi?” dedi küstahça bir tavırla, “Babamın ölüm döşeğinde olmasından mı bahsediyorsun? Bu mu hayatımı güzelleştiren şey? Buna mı heyecanlanamıyorum senin yüzünden?”
“Devrim yapma ya!” dedim içimde dolup taşan son sabrımla, “Neyden bahsettiğimi çok iyi biliyorsun.”
“Bilmiyorum Eliz.” dedi Devrim yüzünde yüzlerce soru işaretiyle bana bakarken, “Allah aşkına ne anlatıyorsun sen? Neyin güzelliğinden bahsediyorsun?”
İşte şimdi benim de kafam karışmıştı. Kafasının içinde yüzlerce soru beliren tek kişi Devrim değildi artık. Baba olacak olmasından bahsettiğimi nasıl anlamazdı?
Haberi olmayabilir miydi? Haberinin olmaması imkansızdı oysa. Lale o haberi Devrim’e vermeden duramazdı ki!
“Ben...” diye mırıldandım olan biteni anlayamayarak.
Tam o an Deha’nın coşkulu sesi duyuldu içeriden.
“İkinci yarı başlıyoooor!”
Oysa bizim için ne voleybol ne maç hiçbir şey kalmamıştı bir anda. Kafamın içindeki sesler birbirleriyle yarışıyordu. Ya bilmiyorduysa? Ya Lala Devrim’e hala söylemediyse?
“Ben içeri döneyim...” dedim dalgın bir sesle, “Tabakları bekliyorlardı...”
Tam kapıya doğru bir adım atmıştım ki Devrim beni kolumdan yakaladı. Diğer eliyle pencerenin perdesini hızla kapattı ve beni kendisine çekip durdurdu.
“Gidemezsin.” dedi, “Bir şey söyledin, devamını getireceksin.”
Eli hala kolumdaydı, gözlerini gözlerime dikmişti ama ben ona bakamıyordum bile. Ne söyleyebilirdim Allah aşkına? Baba olacağını benden mi öğrenecekti?
“Bak biliyorum kafan çok karıştı ama sen en iyisi bu konuyu Lale ile konuş...” diyebildim, “Bunu sana söylemesi gereken kişi ben değilim. Şimdi izninle içeri gideyim...”
“Gidemezsin.” dedi Devrim bir kez daha, “Kim sana ne söyledi bilmiyorum Eliz ama bana ne söylenecekse onu bana söyleyen sen olacaksın.”
“Devrim inan bana, bunu benden duymandan daha saçma bir şey olamaz... O yüzden lütfen, bırak beni.”
“Senden duymak istiyorum.” dedi, “Hangi saçma şeyi duyacak olursam olayım, senden duymak istiyorum.”
Tahammül sınırlarım aşılmak üzereydi. Alacağı güzel haberi ona veren kişi olup bu anı mahvetmemek için elimden geleni yapmıştım ama inat etmişti, gitmeme de susmama da izin vermeyecekti.
“Peki,” dedim, “Madem benden duymak istiyorsun...” Derin bir nefes alıp durakladıktan sonra devam etmeye çalıştım.
“Şimdi söyleyeceğim şeyi bildiğini sanıyordum aslında. Bilseydin çok daha iyi bir dönemden geçiyor olurdun ve muhtemelen geçen gece buraya geldiğinde yaşananlar hiç yaşanmazdı. O yüzden geç de olsa tebrik ederim Devrim...”
Devrim gecenin karanlığında yüzüme soran gözlerle bakarken onu kutlar bir nida ile bir anda açıklayıverdim.
“Baba oluyorsun!”
Gözlerim anında yüzündeki ifadeye takıldı.
Sanki birden donmuştu, dudakları aralandı ama hiç ses çıkmadı. Gözbebekleri büyümüş, alnındaki damar hafifçe belirginleşmişti. Sanki biri az önce ona başka birinin hayatını anlatmış da o, bu hikayenin merkezinde kendisinin olduğunu sonradan fark etmişti.
Şaşkınlıkla karışık bir boşluğun ortasına düşmüş gibiydi. Yüzünde öyle bir ifade vardı ki, içinde aynı anda ‘hiçbir şey anlamadığını’ da, ‘her şeyi anlamaktan korktuğunu’ da barındırıyordu. Kaşlarının arasında derin bir çizgi belirdi bir anlığına, sonra bakışları hızla yer değiştirdi. Bir bana baktı, bir yere. Ben ise ona bu haberi veren kişinin ben olduğuma inanamıyordum! Bunu nasıl bilmezdi? Bu nasıl mümkün olabilirdi ki?
“Dalga mı geçiyorsun Eliz?” diye sordu Devrim tekdüze ama öfkeli bir ses tonuyla.
“Bunu benden duyduğuna inanamıyorum...” diye mırıldandım, “Nasıl olur da...”
Söyleyecek kelime bulmaya çalışıyordum ama her şey o kadar zordu ki duygularımı ne şekilde ifade edeceğimi bile bilmiyordum.
“Lale nasıl olur da söylemez sana bunu anlamıyorum. Bana söylemesinin üzerinden haftalar geçti...”
Devrim hala aynı donmuşlukla bakıyordu yüzüme, bambaşka bir dilde konuşuyormuşum gibi dinliyordu beni.
“Eliz.” dedi ve aynı soruyu bir kez daha sordu, “Dalga mı geçiyorsun benimle Eliz?”
“Bu dalga geçilecek bir konu mu sence?” dedim.
“Eliz...”
“Bak sen en iyisi Lale’yi ara ya da çıkıp yanına git. Bu güzel haberi birlikte kutlayın ve sorularını da en iyisi ona sor çünkü...”
“Eliz!”
“Çünkü benim konuyla alaka seviyem şu masadaki vazonun konuyla alaka seviyesiyle aynı! O yüzden sorularını bana sormanın da bir anlamı y...”
“Eliz!” dedi Devrim bir kez daha ve bu kez daha net daha sert bir sesle.
Sustum. İçimdeki sızı büyürken onun da öfkesini kontrol altına almaya çalıştığını gördüm. Göğsü iki kez kalkıp indi, dudaklarını sıkıp birkaç saniye düşündü ve sonra tok bir sesle konuştu.
“Böyle bir ihtimal yok Eliz.” dedi öfkesini bastırmaya çalıştığı sesiyle.
Gözlerimi kırpmadan dinledim.
“Çünkü ben Lale ile aynı yatağa hiç girmedim.”
Bir anlığına odanın duvarları birbirine yaklaştı. Havada metalik bir tat hissettim adeta ve sanki odanın oksijeni çekiliverdi birden.
“Ne?” diyebildim yalnızca.
“Onunla hiç birlikte olmadım. Hiç,” dedi Devrim, “Anladın mı? Hiç.”
Dilim damağıma yapışmıştı.
“Ama Lale...” dedim kekeleyerek, “O bana dedi ki...”
Gözlerim mutfak masasında duran boş vazonun üzerine çevrildi.
Devrim olduğu yerde sabitti, bana bir adım bile yaklaşmadı ama yaklaşmadığı halde varlığı bir gölge gibi üzerime çökmüştü.
“Söyle,” dedi, yavaş ve keskin, “Lale sana ne söyledi Eliz?”
İçeriden Deha, Demir ve Ömer’in keyifli voleybol atışmalarının sesleri gelirken mutfaktaki sessizlik buz gibiydi. Lale o evden gitmem için bana yalan mı söylemişti? Hamile değil miydi? Belki de bir başkasından hamileydi.
“Bana...” diye mırıldandım ruhum çekilmiş gibi, “Barıştığınızı, hamile olduğunu ve... hayatlarınızdan çekip gitmem gerektiğini söyledi...”
O an sessizlik öyle ağırlaştı ki, nefesimin sesini bile duydum. Devrim ellerini ceplerine soktu. Bu onun öfkesinin kıyıya vurduğu andı.
“Sen...” dedi yavaşça, her kelimeyi dikkatle tartarak, “Benim Lale ile barışmama ve onunla bebek bekliyor olmama rağmen o gece gelip seni öpeceğime inandın, öyle mi?”
Sesinde alay yoktu, öfke desen öfke gibi de değildi ses tonundaki ağırlık, daha çok hayal kırıklığıyla karışık bir inançsızlıktı bu.
Yutkundum. Boğazımdan çıkmayı bekleyen kelimeler vardı ama yalnızca sustum.
“Takdir edersin ki seni o kadar tanımıyorum Devrim.” diyebildim yalnızca, “Bana bir şey söylendi ve ben de ona inandım.”
Devrim bakışlarını perdenin aralık kalan kısmına, pencereden dışarıya çevirdi. Duyduklarını hazmedemiyordu.
“Özür dilerim.” dedim sessizce, “O gece seni farklı şekilde yargıladım...”
Devrim yavaşça başını salladı.
“Özür dilemesi gereken sen değilsin.” dedi, “Birileri sınırı çoktan aştı.”
Derin bir nefes aldı, ellerini ceplerinden çıkarıp masanın kenarına yürüdü. Devrim içindeki ateş ile mutfaktan çıkarken peşinden gidiyordum.
“Ne yapacaksın?” diye sordum endişeyle.
O sırada salona böyle bir giriş yaptığımızı gören Deha, Demir ve Ömer merakla bize döndü.
“Abi?” dedi Deha.
“Siz oturun.” Devrim bir yandan konuşurken bir yandan kaşe ceketini üzerine geçirmekle meşguldü.
Endişeyle Ömer’e döndüm ve gözlerimi gözlerine çevirip bir şeyler anlatmaya çalıştım.
“Ömer onu yalnız bırakma.” dedim.
Ömer hemen ayaklandı.
“Ne oluyor ya?” dediğini duydum Demir’in.
“Baba oluyormuşum.” dedi Devrim.
“Ne!” Deha’nın boğazından çıkan ses bir ÇIĞLIK gibi tizdi.
Herkes merakla ayaklanırken Devrim çoktan dairenin kapısına yönelmişti.
“Ne oldu?” diye sordu yanımdan geçip montuna yönelen Ömer.
“Lale...” diyebildim sadece. Gerisini getiremedim.
Devrim’in kapıdan çıkışının ardından Ömer, Deha ve Demir’in gidişleri de apar topar oldu. Onu yalnız bırakmayacaklardı elbette.
Kapı kapanır kapanmaz salonun bomboş kalmış haline baktım. Öğrendiklerime hala inanamıyordum. Lale yalnızca beni o evden göndermek uğruna bana bir bebekleri olacağına dair yalan söylemişti. Nasıl yapardı bir insan bunu?
Kapının kapanış sesi bir yankı gibi kalmıştı evin içinde. O anda fark ettim ki Devrim gitmişti ama sesinin yankısı evin içinde asılı kalmıştı. Gözlerim mumun titreyen alevine bakarken aklım Devrim’in yüzündeki hayal kırıklığı ifadesinde kalmıştı.
Kendimi üzerimden tonlarca kiloluk bir yük geçmiş gibi hissederek koltuğa bıraktığımda voleybol maçı hala devam ediyordu. Öndeydik ama artık bir önemi kalmamıştı. Geçen gece yaşananlara gitmişti aklım. Devrim’in beni öptüğü o geceye... O gece beni öpen Devrim’i nişanlısıyla bebek bekleyen bir adam olarak itmiştim ben. Peki ya gerçekleri bilseydim ne yapardım?
Gerçekleri bilseydim ve Devrim yine öpseydi beni, ne yapardım?
-
(YAZARIN ANLATIMIYLA)
İstanbul’un kalabalık meydanlarından birinde insanlar kamp sandalyelerine oturmuş, ellerinde Türk bayraklarıyla dev ekranda milli takımın maçını izliyordu. Bu akşam hava yaz gibi kokuyordu, rüzgar bayrakları dalgalandırıyor, tezahüratlar sokaklara karışıyordu.
İzleyenlerin arasındaki Leyla, Seren, Umut ve Gurur uzun zamandır böyle bir kalabalığın içine katılmamışlardı. Öyle büyük bir buhranın içinden çıkmışlardı ki gülmeye bile yabancı kalmışlardı. Sandalyelerini yan yana koymuş bu dörtlünün aralarındaki sessizlik kalabalığın gürültüsüne rağmen kolayca fark ediliyordu. Birlikte gülmeye, tezahürat etmeye çalışıyorlardı ama içlerinden hiçbiri tam olarak orada değildi.
Eliz’in kaybının acısı artık ilk günkü kadar yakmıyordu belki canlarını ama yerini başka bir şeye bırakmıştı, tükenmiş bir bekleyişe. Her geçen gün umutları biraz daha soluyordu. Onu bulamayacaklarını kabullenmek istemiyorlardı ama içten içe biliyorlardı ki artık hiç umut kalmamıştı.
Ne de olsa bazı sessizlikler artık bir cevap gelmeyeceğinin işaretiydi...
“Ben gidip bize çay alayım.” diye mırıldandığı duyuldu Umut’un, “Araya girecekler şimdi.”
“Dur, dur!” dedi Leyla, “Ben de geleyim seninle. Şurada el arabasında tatlı satan bir amca var. Tatlı alayım ben de!”
Leyla ve Umut kendilerini neşelendirmeye çalışır bir halde sandalyelerinden kalktıklarında Gurur ve Seren geride kalmıştı. Gurur etrafına bakındıktan sonra derin bir iç çekti.
“Gözlerim hala onu arıyor sanki...” diye mırıldandı, “Her kalabalıkta ve her tenhada...”
Seren hüzünlü gözlerle çevirdi başını Gurur’a.
“Belki de artık...” dedi, “Artık kabullenmeliyiz bazı şeyleri. Kabullenmezsek daha fazla acı çekeceğiz.”
“Hala aklım almıyor,” dedi Gurur, “Nasıl olur da bir anda ortadan kaybolur. Nasıl olur da ardında hiç iz bırakmaz. Nasıl?”
“Bunları düşünmeye devam edersek delireceğiz artık.” Seren’in sesi yorgundu, “Hiçbir cevap yok Gurur. Hiçbir cevap alamayacağız.”
Gurur hüzünle kamp sandalyesinin arkasına yaslandı. Kıpırdanırken omuzlarına örttüğü kapüşonlusu omuzlarından kayıp düşünce onu almak için yere eğiliyordu ki Seren’in de aynı anda yere eğilmesiyle tesadüfi garip bir yakınlaşma oldu aralarında.
Yere doğru eğilirken alınları birbirlerine çarpmış, öylece gülüyorlardı birbirlerine.
“Pardon...” dedi Gurur gülerek, “Ben alırdım, sen niye eğildin?”
O an Seren Gurur’un gözlerine bakıp gülerken içinde hiç beklemediği bir duyguyla karşılaştı. Kalbinde, ruhunun derinlerinde bir yerde bir kıpırdanma olduğunu hissetti.
Gülümsemesi soluverdi bir anda. Alnı Gurur’un alnındayken gözleri dudaklarına kaydı ve Gurur ne olduğunu bile anlamadan Seren’in dudakları karşısındaki genç adamın dudaklarını buldu.
Seren’in dudakları voleybol şampiyonasını izleyen kalabalığın tam ortasında, onca insanın içinde ve en önemlisi kalplerindeki Eliz’in gölgesinin altında Gurur’un dudaklarını bulmuştu ve bu, içinden çıkamayacakları bir labirentin girişine adım attıkları andan başka bir şey değildi.
Seren’in dudakları en yakın arkadaşına aşık olan Gurur’un dudaklarındaydı...
Ve Gurur’un kalbi her şeye rağmen hala Eliz’in aşkıyla dolup taşıyordu...
Şehrin bir başka köşesinde ise Devrim’in öfkeli nefesi dolanıyordu atmosferde. Demir, Deha ve Ömer’in başka bir arabayla peşinden gelmelerini umursamayan Devrim arabasını Lale’nin ailesinin malikanesinin önüne çekmiş, park bile etmeden bir hışımla aşağı inmişti.
“Devrim Bey geldiğinizi haber vermem lazım!” Peşinden koşturan güvenlik görevlisinin telaşı umurunda bile değildi Devrim’in.
“Devrim Bey haber vermeden içeri alamam sizi!”
Devrim’in ağzından kararlı bir küfür çıkıverdi o an.
“S*ktirme lan haberini!”
Kafasının içinde tek bir düşünce vardı. Kararlıydı, içeri girecek ve ödetecekti Lale’ye yaptıklarının bedelini. Hem de en zayıf noktasından vuracaktı onu. Ailesinden ve servetinden.
“Nasıl?” diye düşünmüştü yol boyu, “Nasıl olur da böyle bir yalan söyleyebilir bir insan? Nasıl?”
Kendini yiyip bitirmişti yol boyunca. Eliz’den duyduğu “Baba oluyorsun!” cümlesi aklından gitmiyordu. Zihni bir Lale’nin yalanı ile sarsılıyordu bir Eliz’i öptüğü o gece gidiyordu.
“Allah kahretmesin.” diyordu her seferinde, kim bilir Eliz o gece onunla ilgili neler düşünmüştü? Nişanlısından bebek bekleyen bir adam olarak mı öptüğünü düşünmüştü onu? Tiksinmiş miydi ondan?
Aklında başka bir soru daha vardı sormaya korktuğu...
Başka türlü olabilir miydi diyordu içten içe. Başka türlü olabilir miydi? Lale Eliz’e barıştıklarını ve hamile olduğunu söylememiş olsaydı o gece başka olabilir miydi her şey?
Aklında onu deli eden onlarca soruyla Lale’nin evinin önündeydi şimdi. Güvenliğin bütün ricalarına, bütün uyarılarına rağmen umurunda değildi dünya. Aşıp geçmişti herkesi. Lale, annesi, babası ve birkaç misafirlerinin karşısına çıkıvermişti büyük salonun ortasında.
Herkesin dehşet içindeki bakışları Devrim’in üzerindeydi.
“Devrim?” demişti Lale’nin babası endişeyle, “Bir şey mi oldu evladım? Ne bu hiddetin?”
Devrim’in hemen arkasında nefes nefese bir Deha-Demir-Ömer üçlüsü belirdiğinde ise salondaki herkesin çarpıntısı giderek artıyordu.
“Ufak bir açıklama yapmaya geldim.” dedi Devrim dişlerinin arasından.
Uzun paltosunun içinde öyle karizmatik öyle soğuk görünüyordu ki karşısında kim olsa tek kelime edemezdi.
“Abi emin misin?” diyen fısıltısı duyuldu Deha’nın.
Devrim kardeşinin sorusunu umursamadı bile.
“Aramızdaki saygıdeğer ortaklık,” diye söze girdi Devrim, “Şu an itibariyle bitmiştir.”
Lale şok içinde Devrim’i izlerken eli kalbine giden babası sendeleyerek ayağa kalktı.
“Ne diyorsun evladım sen? Nereden çıktı bu şimdi? Bizim ortaklığımız öyle şak diye bitirilecek bir ortalık mı? Delirdin mi? Kendine de bana da ne kadar zarar ettireceksin farkında mısın sen?”
Devrim kasılan çenesine rağmen gözlerini önce Lale’ye, hemen sonra babasına çevirdi.
“Ne kadar zarar edeceğim umurumda değil,” dedi Devrim, “Önemli olan size ne kadar zarar ettireceğim.”
Sonra asla pişman olmayacağı bir adımla aile birliklerinden vurdu onları.
“Kaybetmek üzere olduğunuz hisseleri satın alıp sizi batışın kenarından tutup çekip aldım, siz muhasebecinizle aldattığınız karınız yaşananları öğrenmesin diye kırk takla attığınız sırada ben sizin hisselerinizin değerini ona katladım. Üstelik hisseler size bile değil, karınıza aitti.”
Tam o an Lale’nin annesi dehşet içinde döndü kocasına.
Misafirler, çalışanlar, Lale, Deha, Demir, Ömer, herkes ama herkes şoktaydı.
“Devrim ne saçmalıyorsun sen evladım! Ne sekreteri!” Lale’nin babası eli kalbinde bağırırken annesi çoktan fenalaşmıştı.
Çalışanlar koşturarak kolonya taşırken Lale öyle büyük bir şoktaydı ki tek kelime bile edemiyordu. Misafirler ise neyin içine düştüklerini anlamaya çalışırcasına bakıyorlardı birbirlerine.
“Abi,” dedi Deha arkadan sessizce, “Sekreter derken genç olanla mı yaşlı olanla mı?”
“Sus be aptal,” dedi Demir, “Durup dedikodu mu yapacağız burada?”
“Ben aile arasında sırlarınız olduğunu bilmiyordum,” dedi Devrim, “Kusura bakmayın. Biz birbirimizden hiçbir şey saklamayız da. Çok da sıkmayın canınızı bu arada, ne de olsa sadakatsizliğiniz karşılıklı. Öyle değil mi Selda Hanım? Yardımcım Ömer sizi güvenliğiniz Murat ile samimi bir halde görmüş de.”
Salonun gerilimi giderek artıyordu. Bu sefer dehşet içinde kalakalan Lale’nin babasıydı, annesi Selda ise zaten baygın olduğu için son gelişmeyi duyamamıştı bile. Ya da duymamış gibi yapmayı tercih ediyordu.
“Samimi bir halde derken...” dedi Deha fısıltıyla, “Tam olarak nasıl gördün Ömer Abi?”
Ömer tahammülsüz bir bakışla Deha’ya döndü ve “Sen sabır ver Rabbim.” diye mırıldandı.
“Yani uzun lafın kısası,” dedi Devrim, “Bu ortaklık size iyi gelmemiş belli ki. Baksanıza birbirinize vakit ayıramıyorsunuz. Bu akşam itibariyle herhangi bir ortaklığımız kalmadı. Ben ortaklıktan çekildiğimde hisselerinizin değeri de eski formunu alır herhalde, ama benden öğrenmişsinizdir bir şeyler, çabuk toparlarsınız. Ha bu arada...”
Devrim tam dönecekti ki durdu ve son bir cümle daha kurdu.
“Bir daha kızınızı ne evimin ne de sevdiklerimin etrafında görmeyeceğim. Eğer görürsem çok daha fazlasıyla yüzleşmek zorunda kalırsınız. Şirketin evini boşaltıp arabalarımızı teslim etmek için de acele etmeyin, bir hafta zamanınız var.”
Devrim kardeşleriyle birlikte kapıya döndüğünde arkasında bir enkaz bırakmıştı. Öfkesi ise hala dinmiş değildi. Bu ortaklığı bitirmek Devrim’i de zarara sokacaktı ama onun umurunda olan tek şey Lale ve ailesinin göreceği zarardı, ötesi değil.
Çıkar çıkmaz bir sigara yaktı Devrim. Deha, Demir ve Ömer içeride olanlarla ilgili konuşurlarken Devrim onları duymuyordu bile.
“Nasıl gördün abi anlatsana?” diye baskı yapıyordu Deha Ömer’e.
Hayatında ilk defa biri tarafından yanlış anlaşıldığı için canı yanıyordu Devrim’in.
Halbuki Eliz’in dudaklarını öperken hayatında da kalbinde de yer yoktu bir başkasına. Ve içten içe biliyordu yol boyunca düşünüp durduğu o sorunun cevabını aslında. Başka türlü olabilirdi her şey...
Çok başka olabilirdi.
Gecenin ilerleyen saatleri ise Eliz için karmakarışık rüyaların kollarında geçmişti. Yatağa bile gitmeden salonun koltuğunda uyuyakalmış, o rüyadan bu rüyaya geçtiği karmaşık bir sarmalın içine düşmüştü.
O koca sandığın içinde görüyordu bazı rüyalarında kendini, sandık bazen bir deniz kıyısına açılıyordu, bazen buz gibi bir geceye ama sandığı açan eller her seferinde Devrim Ali Yöner’in elleri oluyordu inatla.
Bir başka rüyasında Devrim’in büyük malikanesinde bulmuştu kendisini, koridorların arasında nefes nefese koşturuyor ve saklanacak bir oda arıyordu kendine. Sanki bir şeylerden kaçıyordu ama neyden kaçtığını bile bilmiyordu. Nihayet saklanmak için girdiği bir odada o sandığı buldu yine Eliz. Sandığın kapağı kapatılmıştı ve dışından sarı ince fuları sarkıyordu.
Bir an için kendini tehlikede hissetti. Telaşla dokundu sandığın kapağına ve kapağı açıp içine giriverdi korkuyla. Kapağı kapattıktan sonra karanlığın içinde bir süre sessizce bekledi.
Kimden kaçıyordu? Kimden saklanıyordu?
Kim duymasın diye tutuyordu nefesini?
Sandığın dışından gelen sesler giderek ona yaklaşırken iki insanın konuşmasını duymaya başladı Eliz.
“Ne yapıyorsun sen?” diye bağırıyordu bir kadın, kimdi bu? Kime bağırıyordu?
“Maden buldum, maden!” dedi karşıdaki adamın sesi.
Tam o an sesler ve konuşmalar tanıdık gelmeye başladı Eliz’e.
“Sami ne yapıyorsun!” dedi tanıdık kadın sesi, “Nereye götürüyorsun çocuğu bu karanlıkta bu yağmurda!”
Eliz titrek bir nefes aldı. Gözleri sesi tanımasının verdiği hüzünle dolarken yavaş yavaş açtı büyük sandığın kapağını. Titreyen vücudunu doğrulttu ve dolu gözlerle baktı manzarasına. Yağmurlu bir sokaktaydı şimdi Eliz, ruhunu bir rüyasında deniz kenarına bir rüyasında soğuk bir geceye götüren sandık şimdi hiç beklemediği bir yere çıkarmıştı onu.
Çocukluğuna...
Çocukluğunun en kötü gecesine.
Babası küçük Eliz’i kolundan tutmuş çekiştirirken annesi peşlerinden koşturuyordu. Onlar hala evin içindeydi ama olan biteni evin kapısından izleyebiliyordu Eliz. Yağmur şiddetini giderek arttırırken evin içindeki şiddet de giderek arıyordu.
Babasının gözlerinde ateş vardı. Dudaklarından taşan kelimeler boğuk ama kararlıydı.
“Meyhaneden bir arkadaş anlattı.” diye açıkladı babası, “Zengin bir ağabeyi evlatlık çocuk arıyormuş. Çocukları olmuyormuş hanımıyla, onlara çocuğu veren aileye de para vereceklermiş. Aslında bebek istiyorlardı ama bizim kızın da küçük olduğunu görünce kabul ettiler.”
Sonra küçük Eliz’e döndü babasının gözleri.
“Kız…” dedi ona, “Kız yine iyisin ha! Talih kuşu kondu başımıza!”
Annesi ise donup kalmıştı, sonra öfkeyle önüne geçti babasının.
“Parayla kızımızı mı satacaksın?” dedi dehşet içinde, “Bu senin çocuğun çocuğun! Hem evlatlık olarak istediklerine nasıl inandın Sami manyak mısın sen?! Kocaman çocuk bu alıp satacaklar belki de Allah’ım sen aklımı koru yarabbim! Delirdin mi sen? DELİRDİN Mİ?”
Kolundan çekiştirilmeye devam eden küçük Eliz canının acısıyla çığlık atıyordu ama öyle güçsüzdü ki bağırmaktan başka bir şey gelmiyordu elinden. Annesi ise elleriyle babasını geri çekmeye çalışıyordu.
“Bırak kızımı!” diyordu, “Bırak kızımı!”
Eliz ezbere bildiği bu hatırasının içinde söylenen her şeyi tekrar edecek kadar iyi hatırlıyordu.
Tam o an, evden çıkmak üzerelerdi ki babası susturamayacağını anladığı annesini öfkeyle itti. Annesinin bedeni duvara çarpıp yere yığıldığında Eliz’in çığlığı boğazına düğümlenmişti, gözleri dehşet içinde kıpırdamayan annesine bakarken kalbi deli gibi atıyordu.
Eliz çocukluğunu, annesini ve babasını izlerken donakalmıştı. Bir yandan annesine koşmak istiyordu, bir yandan kendisine, ama gerçekte orada olmadığını içten içe biliyordu ve hiçbir şey gelmiyordu elinden.
Babası küçük Eliz’i çekiştirerek dışarı sürüklemeye başladığında titremeye başlamıştı zavallı çocuk. Yağmurun altında adımları çamura saplanıyor ama bata çıka da ola ilerliyorlardı.
Eliz sandığın içinden çıkmış, peşlerinden bir adım atmış çaresizce izliyordu onları. Koşup almak istiyordu kendi çocukluğunu oradan. Omuzlarına bir battaniye vermek, ısıtmak istiyordu onu.
Birazdan olacakları çok iyi biliyordu ama bilmediği bir şey vardı...
O gece yaşananları hatırladığını sansa da aslında tam olarak hatırlamıyordu ve birazdan görecekleri onda bambaşka ışıklar yakacaktı...
“Anne!” diye bağırdı küçük Eliz, ama sesi fırtınanın uğultusunda kayboldu, “Anne! Yardım edin! ANNE UYAN!”
Hem çocukluğu ağlıyordu Eliz’in, hem de şimdiki hali.
Bundan sonrasını çok iyi hatırladığını sanıyordu. Annesinin koşarak yanından geçip gittiğini gördü.
“Anne...” diye bir fısıltı çıktı dudaklarının arasından.
Annesi zar zor ayakta duruyordu, bunu çok iyi biliyordu ama kızını kurtarmak için var gücüyle koşuyordu. Gözlerini kapattı Eliz. İstediği son şey annesinin kendisini kurtarmak için babasının hayatını elinden aldığı anı görmekti.
Ama o an bir şeyler beklediğinden farklı ilerledi Eliz’in...
Sanki her şey o an oracıkta olup bitmiş gibi hatırlıyordu aslında. Ama unuttuğu bir şey vardı. Belki de kendisini çocuk aklıyla unutmaya zorladığı bir şey... Başka bir konuşma.
“Bırak onu Sami!” dedi annesi, “Bırak kızımı! Sen beni aptal mı sanıyorsun ha! Ben senin çevrende çocuk evlat edinmeye niyet eden iyi kalpli zenginler olacağına inanır mıyım sanıyorsun?”
Eliz hatırlamadığı bu cümleleri duyduğu an gözlerini açtı yeniden. Babası yanında küçük Eliz’le annesine doğru dönmüştü. Yüzünde hırslı bir ifadeyle bakıyordu karısına.
“Ehh, yetti be!” dedi babası, “Sana hesap mı vereceğim bir de? Çocuk benim de çocuğum! İstediğime götürür veririm!”
Sonra öfkeyle yaklaştı karısına.
“Bana bak...” dedi, “Bu adamlar çok tehlikeli, kızı getireceğim diye söz verdim. Götürmezsem ağzımıza s*çarlar!”
“Kimmiş be onlar! Kim gelip alacakmış kızımı benden? KİM?”
Babası sabırsızca bir nefes aldı. Eliz o an şoktaydı, zihninden sildiği bu konuşmaları ilk kez hatırlıyordu.
“Çok güçlü adamlar bunlar...” dedi babası, “Hani şu aile var ya...”
Etrafına bakındı korkuyla, kimse olmadığını görünce devam etti.
“Şu bizim ünlü holding var ya... Savaş uçakları yapanlar... Göktay Havacılık mı ne?” Yutkundu, bir kez daha etrafına bakındı korkuyla.
Eliz anlam vermeye çalışıyordu duyduklarına. Duyduğu bu cümleler gerçek miydi yoksa bilinçaltının ona bir oyunu muydu bu?
Bunları gerçekten duyup unutmuş muydu yoksa bunlar tamamen rüyasının bir kurgusu muydu?
“Onların damadı...” dedi babası, “Edmon Yöner. Uçakları gönderirken parayla çocuk gönderiyormuş Rusya’ya, Rusya’nın zengin ailelerine evlatlık veriyormuş çocukları...”
Yer ayaklarının altından kayar gibi oldu Eliz’in. Duydukları kafasının içinde yankılanmaya başladığında gök gürlediğini fark etti ve babası konuşmaya devam etti.
“Mutlu oldun mu şimdi öğrendiğine! Sevinmen lazım buna! Kızın Rusya’ya gidecek, zengin bir Rus ailesinin çocuğu olacak artık, burada bizimle b*kunda boğulacağına orada hayatını yaşayacak!”
Ve sonrası... Sonrası birebir aynıydı. Babasının küçüklüğünün kolundan tutup yoluna devam etmesi, annesinin müdahalesi, kanlar içinde yere yığılan babası, küçük Eliz’in gözlerindeki dehşet...
Şoktaydı Eliz, bu anı tekrar izlemekten daha çok dehşete düşürmüştü onu duydukları.
“Bunlar doğru mu?” diye bağırmaya çalıştı annesine, “Anne bunlar doğru mu? Babam bunları sana gerçekten söylemiş miydi anne! Ben bunları unutmuş olabilir miyim anne? ANNE!”
Deniyordu ama çıkmıyordu sesi. Çırpınıyordu, bağırmaya çalışıyordu ama duyuramıyordu sesini kimseye. Ve korkuyla açtı gözlerini uyuyakaldığı salon koltuğunda, nefes nefeseydi...
“Anne!” dedi uyanırken, elleri boğazındaydı, gözleri ise gecenin karanlığında.
Kocaman bakışlarıyla etrafına bakınıyordu ve donakalmıştı adeta. Rüyasında gördüğü bu şey, o kadar gerçek gelmişti ki ona bu onun geçmişten gelen bir anısını hatırlama anı mıydı yoksa zihninin ürettiği basit bir rüya mıydı bilmiyordu.
Gözlerini kapattı nefes nefese. Tekrar ve tekrar aklına getirmeye çalıştı o anı. Tekrar ve tekrar.
Babasının rüyasında söylediklerini tekrar etti içinden. Düşündü durdu, en baştan aldı o geceyi. Kolundaki acıyı anımsamaya çalıştı. Annesinin peşlerinden koşuşunu, babasının ona dönüşünü...
“Şu bizim ünlü holding var ya... Savaş uçakları yapanlar... Göktay Havacılık mı ne?”
“Onların damadı... Edmon Yöner.”
“Parayla çocuk gönderiyormuş Rusya’ya.”
“Rusya’nın zengin ailelerine evlatlık veriyormuş çocukları...”
Ve işte o an gözleri dehşet içinde açıldı Eliz’in. Çünkü tam o an bir ışık yandı zihninde. Babasını kaybettiği o geceye dair unuttuğu her şey bir bir canlandı hafızasının içinde.
Korkunç bir farkındalığın içine düşüvermişti bir anda ve emin oldu o an, bunlar onun kurguladığı şeyler değildi.
Bunlar onun unuttuğu hatıralarıydı.
-
-
-
Merhaba sevgili sevgililerimmm. <3
Ben şimdi heyecanla yorumlarınızı okumaya geçeceğim o yüzden lütfen yorum yapmayı ve MİSAFİR'i arkadaşlarınıza önermeyi unutmayın. <3
VE SİZE BİR SÜRPRİZİM VAR!
Birkaç bölüm önce yaptığımız yarışmadan bir tane daha yapalım istiyorum ama şimdilik hediye kutusu olmayacak hediyeler arasında çünkü içindeki malzemelerin kargodan gelmesini bekliyorum onlar gelince bir kez daha kutulu yarışma yaparız. ^^
Şimdi gelelim bu seferki yarışmamıza!
.png)
Tiktok'tan MİSAFİR hashtag'i ile içerik paylaşacak kişiler arasından çekilişle belirlenecek 10 kişiye HEPSİBURADA'dan 1000'er tllik kitap hediye edeceğiz. <3
Süreç şöyle ilerleyecek, içerik paylaşmak için son tarih 25 Ekim.
Kazanan 10 kişiyi 30 Ekim tarihinde Instagram'dan ve buradan duyuracağım. ^^
Adres telefon isim soyisim bilgisi istediği kitapları göndereceğiz,
kitapların benim kitabım olması şart değil bu arada test kitabı bile olabilir. <3
Bol şans dilerim!
Yeni bölümümüzle birlikte görüşmek üzere aşklarım, lütfen MİSAFİR'i herkese önermeyi unutmayın. :')