19.BÖLÜM : HEDİYE.
.png)
19.Bölüm : Hediye.
Sabahın en erken saatlerinde gözlerimi açtığımda yanı başımda uyuyan Hazar’ın artık yattığı yerde olmadığını gördüm. Başımı kaldırıp doğrulduğumda sabahın can yakıcı soğuğu yüzüme çarptı, başımı çevirip etrafıma bakındığımda Hazar’ın bu soğuğa rağmen gölge olduğunu gördüm. Buradan bakıldığında yalnızca başının arkası, dağınık koyu saçları görünüyordu. Vücudu tamamen suyun içindeydi. Vücudundaki kan izlerinden kurtulmak istemiş olmalıydı...
“Günaydın.” diye seslendim. Beni duymamış olacak ki dönüp bakmadı. Suyun içinde biraz yükseldiği sırada istemsizce sırtını gördüm. Gözlerim birkaç saniyeliğine sırtındaki uzun kesik izlerine, yaralara ve morluklara takıldı. Bir süre sırtındaki izleri izledim. Çektiği acıları, canının her bir kesikte ne kadar yanmış olabileceğini hayal ettim ve irkilerek gözlerimi kapattım. Sudaki kıpırdanmayı kulaklarıma gelen seslerden fark edip gözlerimi bir kez daha açtığımda Hazar’ın tüm vücuduyla suyun içine girdiğini gördüm.
“Günaydın,” diye seslendim bir kez daha. Bu kez sesim çok daha yüksek çıkmıştı, “Herkes nerede?”
Hazar bana önünü döndüğünde düne göre çok daha iyi, çok daha dingin olduğunu gördüm.
“Günaydın, Majesteleri.” dedi, sudan çıkardığı elini saçlarına götürdü ve ıslak saçlarını düzeltti, “Tuvalete gittiler. Su çok güzel, gelmek ister misiniz?”
“Senin yanına mı?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Evet, yanıma. Yani suyun içine.”
Gülerek omuz silktim ve teklifini yanıtladım.
“Hani her şeye ‘Bu pek doğru olmaz.’ diyorsun ya, işte bu gerçekten de pek doğru olmaz!”
Hazar gülümsediği an zaten şaka yapıyor olduğunu anladım, ciddi değildi.
“Öyleyse arkanızı dönerseniz sudan çıkıp giyinebilirim... Beni çıplak görmeniz de pek doğru olmaz sanırım. Öyle değil mi?”
Gülerek başımı salladım.
“Aynen öyle, Şövalye. Aynen öyle.”
Ona arkamı dönüp uyku tulumunun içinde iyice oturur hale geldim ve uyurken dağılmış saçlarımı ellerimle düzeltmeye başladım. Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirip oluşan karışıklıkları açtım. Gözlerimden uyku akıyordu ama artık yola çıkmak zorundaydık.
“Çıktın mı?” diye seslendim. Sudaki hareketliliği duymuştum.
“Çıktım ve giyiniyorum.” dedi Hazar.
“Pekala...” diye mırıldandım, “Sence ne zaman varırız?”
“Bir sonraki konaklama alanımıza mı?”
“Büyük halamın evine...” dedim, “Hedef noktamıza.”
Gelen hışırtılı seslerden Hazar’ın giyindiğini anlayabiliyordum.
“Bundan sonrası hızlı geçecek...” dedi Hazar, “Dilediğimiz süratle ilerleyebilirsek sizi birkaç gün sonra büyük halanızın evine ulaştıracağız.” Burnunu çekti ve birkaç adım atıp göz hizama girdi, giyinmişti fakat saçları hala ıslaktı.
“Saçlarını kurutmalısın, hava çok soğuk. Hasta olacaksın...” Benim endişeli uyarım Hazar’ı yalnızca güldürdü.
“Oradan bakınca soğuktan ölebilirmiş gibi mi görünüyorum?” dedi, bir yandan konuşuyor bir yandan da zırhını, dizliklerini ve üzerinde taşıması gereken ne varsa her birini tek tek takıyordu.
“Herkes her şekilde ölebilir,” dedim, “Üstelik sana ölürsün demedim, hasta olursun dedim.”
Hazar omuz silkti ve saçlarındaki ıslaklığı atabilmek için kafasını sağa sola salladı. Bugüne kadar bunu yalnızca köpekler yapar sanırdım.
“Benim vücudum hor kullanılmaya alışık. Üzerindeki onlarca kesik izine rağmen bir şey olmuyorsa vücudumun soğukta üşümeye ses çıkaracağını sanmam...”
Gözlerimi devirip derin bir nefes aldım.
“Pekala,” dedim, “Sen bilirsin.”
Diğer şövalyelerin aramıza dönmesinin ve bir şeyler atıştırmamızın ardından yola çıkmak üzere hazırlandık. Sıkıca giyinildi, atlar hazırlandı ve ben Hazar’ın kolları arasında yükselip kendimi atın üzerinde buldum. Hazar ise yalnızca bir saniye sonra hemen arkamda, atın üzerindeydi. Sırtımı göğsüne yaslayıp yola çıkmaya hazır olduğumda bana bir şey uzattığını fark ettim. Gözlerim hemen arkamdan önüme uzanan kolunu takip etti ve elinde duran kırık at nalını gördü.
“Tutmamı mı istiyorsun?” diye sordum, alay eder gibi güldü.
“Sizin olmasını istiyorum.” dedi. Parmakları arasında duran kırık at nalı, Hazar’ın kaybettiği atına aitti.
“Neden?” diye sordum şaşkınlıkla.
Tepkim onun bir anlığına bana alınmasına sebep olmuş olacak ki at nalını geri çekti.
“Kusuruma bakmayın.” dedi, “Size kırık bir at nalı hediye etmem pek doğru olmadı. Özür dilerim.”
At nalını ceketinin ceplerinden birine sıkıştırmaya çalışırken başımı ona doğru çevirdim ve elimi uzatıp at nalını tutan elini sıkıca tuttum. Atın üzerindeydik, Hazar arkamdaydı, sırtım onun göğsüne yaslı ve başım ona dönüktü. Gözlerimiz bir anlığına buluştu, elim at nalını tutan elini sıkıca tutuyor, parmaklarının soğuğunu hissedebiliyordum.
“At nalı...” diye söze girdim, “Bizim topraklarımızda şansın sembolüdür. Üstelik elinde tuttuğun bu at nalı senin en yakın arkadaşından, atından kalan tek şey... Onu gerçekten bana mı vermek istiyorsun?”
Sesim o kadar duygu doluydu ki neredeyse titriyordu. Hazar’ın gözlerime bakan gözleri ise nihayet anlaşılmanın verdiği yalın huzurla ve hüzünle bakıyordu.
“Sizde kalmasını istiyorum.” dedi ve “Hediye.” diye ekledi.
Hazar’ın kibar olamayışı karşısında kendimi gülmemek için çok zor tutuyordum.
“Hayatımda...” diye mırıldandım, “Daha güzel bir hediye almadım.”
Parmakları nihayet serbest kaldı ve at nalı nihayet elimi buldu. Gözlerine son kez baktığımda boğazını temizledi ve bakışlarını benden kaçırdı, sanki bu bakışma içinde bir şeyler uyandırmış ve onu korkutmuştu.
“Merak etme,” dedim sessizce, “At nalı hep benimle olacak.”
Hep öyle olacaktı. Annemin yatak odasının duvarında, tam yatağının karşısında kocaman, altın kaplama bir at nalı asılıydı. Kendimi kötü hissettiğim günlerde onun odasına girer, yatağına uzanır ve karşı duvarda kalan at nalını izlerdim. At nalını izler, annemin de tam burada uzanıp o at nalını izlediği anları hayal ederdim... Onu hayal etmek bana hep iyi hissettirirdi. Bazen o at nalına bakar ve içimden annemle konuşurdum. Sanki oraya geldiğimi, onun yatağına uzandığımı ve onun at nalını izlediğimi biliyormuş gibi hissederdim. Ona içimi döker, duygularımı anlatır, bazen de biraz ağlardım... Orası benim için tam bir şifa odasıydı. Annemin odasında, onun yatağına uzanıp o at nalını izlediğim her akşam ona sarılarak uyumuş gibi hisseder, saçlarım okşanmış gibi huzur bulurdum.
Derin bir nefes aldım, önüme döndüm ve at nalını üzerimdeki elbisenin korsesine dikilmiş cebe yerleştirdim.
“Hediye için teşekkür ederim.” diye mırıldandım.
“Rica ederim, Majesteleri.”
Önümüzde uzun bir yol vardı. Artık tek dileğim büyük halamın evine ulaşmak ve yolculuğa bir son vermekti. Her gece bir sonraki gün terk edeceğimiz yerlerde uyumaktan çok yorulmuştum. Çok kayıplar vermiş, karmakarışık bir sürü duygunun koridorlarından geçmiş ve çok yorulmuştuk. Her yol bir noktada bitmeliydi ve artık bu yolun bitme vakti gelmişti. Bir yere yerleşmeye, bir yeri “ev” olarak görmeye ihtiyacım vardı. Kendi evime dönmemin ne kadar uzak bir ihtimal olduğunun farkındaydım ama bir göçebe gibi oradan oraya savrulmak ve yol aldıkça eksilmek her birimizi bir bir tüketiyordu.
Çok zaman geçti, üzerine basamadığım ayağıma rağmen günlerce yol aldık. Nehir kenarlarında uyuduk, göl kenarlarında uyandık, bazen yağmurla yıkandık, güneşle kuruduk. Gökyüzü tavanımızda, ağaçlar avizelerimiz. Doğanın ihtişamı sarayı aratmazken içimdeki sabit kalma arayışı hiç dinmedi.
Yolculuk devam ettikçe verdiğimiz kayıpların acısı azalmak yerine giderek artıyordu. Kat ettiğimiz mesafeler bize ne kadar eksik kaldığımızı, kayıplarımızdan ne kadar uzaklaştığımızı hatırlatıyordu fakat biz yine de yol almaktan vazgeçmiyor, ilerlemeye devam ediyorduk...
(Günler Sonra)
“Bir sonraki konaklama yerimize ne kadar kaldı?” diye sordum yorgun bir sesle. Sırtım her zamanki gibi Hazar’ın göğsündeydi, gözlerimi ise uykusuzluktan açamıyordum. Artık hiç gücüm kalmamıştı.
“Az kaldı.” dedi Hazar.
“Yine göl kenarı mı?” diye sordum.
“Evet,” dedi, “Yine göl kenarı.”
Huzursuz bir nefes aldım. Her ne kadar artık dışarıda uyumaktan yorulmuş olsam da atın üzerinde tüm gün yolculuk ettikten sonra yere inmek ve ormanın içinde bile olsa bir yere kıvrılıp uyumak cennette olmak gibiydi. İnsan zaman içinde her şeyi kabulleniyor, her şeye adapte oluyor, kabuslarını bile kendine rüya olarak kabul ettirebiliyordu.
“Yoruldunuz, değil mi?” diye sordu Hazar.
“Her günkü gibi, evet.” diye mırıldandım gülümseyerek.
“Yalnızca bugünü sormuyorum.” dedi, “Artık yolculuktan çok yorulduğunuzu biliyorum, her halinizden belli...”
Hüzünle başımı salladım.
“Elbette...” Derin bir iç çektim, “Ben tüm ömrümü tek bir çatı altında geçirdim, Şövalye. Benim için dışarı çıkmak yalnızca sarayın bahçesine çıkmaktı. Şimdi ise bir evim yok, her gece bambaşka yerler uyuyorum... Bir yerde sabit kalmayı o kadar özledim ki...”
Gözlerim kapalıydı. Bir yandan uyukluyor, bir yandan Hazar’a bir şeyler sayıklıyordum.
“Büyük halanızın evine ulaştığımızda eve gelmiş gibi hissedeceğinizi umuyorum.” dedi Hazar. Titrek bir nefes aldım ve konuşmaya devam ettim.
“Büyük halamın evi çok güzeldir,” dedim sessizce, “Yatakları çok rahattır, aşçıları harika yemekler yapar ve her odasında birer şömine vardır... Çiçekleri çok sever, hayvanlara aşıktır, günün her saati taze çay demlenir ve bahçesinde her türlü sebze ve meyve vardır... Küçükken onu ziyarete gittiğimizde yol yorgunluğuyla o şöminelerden birinin önüne kıvrılır uyurdum. Sarayda bile o kadar güzel uykularım olmazdı çünkü o aile sıcaklığını sarayın hiçbir yerinde bulamazdım. Ben şöminenin önünde uyurken sohbetler edilir, kuzenlerim oyunlar oynar, gülüşürlerdi... Orası benim ikinci evim.”
Anlattıklarım o kadar çok uykumu getirmişti ki mayışmıştım, esneyerek Hazar’ın göğsüne iyice yerleştiğim sırada atın yavaşladığını fark ettim. Konaklayacağımız yere gelmiş olmalıydık. Hazar atı önce yavaşlatıp sonra durdururken ben uykudan gözlerimi açamıyordum.
“Geldik mi?” diye sayıkladım.
“Geldik, Majesteleri.” dedi Hazar, “Dilediğiniz şöminenin önüne kıvrılıp uyuyabilirsiniz. Büyük halanız sizi bekliyor.”
Hazar’dan duyduğum cümleler uykulu halimin arasında bana bir rüya gibi gelirken şaşkınlıkla gözlerimi araladım, yüzümü kapatan başlığımı geriye doğru çektim ve şok içinde etrafıma bakındım. Çiçekler, sebze fideleri, meyve ağaçları...
“Geldik mi?” diye sordum göz yaşları içinde, “Biz gerçekten burada mıyız?”
“Geldik, Majesteleri.” dedi Hazar, “Sizi ne olursa olsun buraya getireceğimi söylemiştim...”
Sağ ve sol yanındaki köpek ve kedileriyle bizi karşılamaya çıkan büyük halam bahçenin diğer köşesinden bize heyecanla el sallıyordu. Camlardan bakan torunları ve bahçeye koşan kuzenlerimin görüntüsü o an bana uzun zaman sonra ilk kez evdeymişim gibi hissettirdi. Gözlerim dolmuştu. O ana kadar buna ne kadar ihtiyacım olduğunu bile yeterince anlamamıştım. Çok yorgundum ve çok doluydum. Bir köşeye çekilip bu zamana kadar yaşananları anmak ve hüngür hüngür ağlayarak o şöminelerden birinin önüne kıvrılıp uyuyakalmak istiyordum...