19. Bölüm: Ferman
Baran’dan alabileceğim hiçbir yanıt olmadığını anlayarak ayrıldım odasından. Çünkü o yanıtları ondan değil, annemden almamı istiyordu. Kafam artık daha da karışık bir haldeydi. Her şey birbirine girmişti, yapboz darmadağınıktı artık, parçaların tamamı kayıptı.
“İyi misin?” diye sordu Aziz Ata odanın kapısından çıkar çıkmaz.
Sadece başımı sallamakla yetindim, konuşamıyordum, bedenim burada, ruhum bambaşka bir yerdeydi. Ruh gibi geçtim aralarından.
“Ben onunlayım,” dediğini duydum Aziz Ata’nın, “Siz Baran’la kalın.”
Öylece yürüyüp gittim, Aziz’in peşimden geldiğini biliyordum ama sesini bile çıkarmadı, o da öylece takip etti beni. Merdivenleri çıktım birer birer. İlk merdiveni çıkarken göz ucuyla Beren Teyze’yi gördüm, Berfu ve Dünya’nın anneleriyle birlikte Baran’ın odasının bulunduğu koridora giriyordu. Hüzünle başımı çevirip yoluma devam ettim, merdivenleri tırmanmayı sürdürdüm. Öylece, nereye gittiğimi bilmeden girdim. Boğuluyordum sanki, merdivenlerin beni hava alabileceğim bir yere çıkarmasını umuyordum ve öyle de oldu.
Merdivenler bizi nihayet hastanenin terasına çıkardığında güneş henüz doğuyordu. Havanın rengi mavi ile turuncunun tam ortasındaydı. Terastaki banklarda tek tük insanlar vardı ve ben onlara en uzak olan banka doğru ilerleyip can havliyle oturdum. Kendimi bir yere atmaya, bir yerlere oturmaya ve bir şeyleri sindirmeye ihtiyacım vardı.
“İç,” diyerek bana bir bardak su uzattı Aziz Ata, ben ona soran gözlerle bakınca ekledi, “Terasın girişinden aldım.”
“Teşekkür ederim.” diye mırıldanarak elindeki karton bardağa uzandım.
Aziz yanıma oturdu, gökyüzünün karanlık ve aydınlık arasındaki arafta kalmış haline şöylece bir baktı. Ellerini önünde birleştirdi ve bir şeyler söylemek yerine sessizliğimi benimle paylaşmayı seçti.
“Aziz…” dedim sessizce, “Galiba… Annem… Annem galiba tamamen masum değil.”
Aziz Ata sesini çıkarmadı. Önünde birleştirdiği ellerine çevirdi bakışlarını. Hastanenin terası İstanbul Boğazı’nı boydan boya görüyordu. Boğazın tellerinin üzerine konan kuşlar dakika başı uçuşuyor, birkaç saniye kadar uçtuktan sonra tellerdeki yerlerine geri dönüyorlardı. Bir süre onları izledim, ben de bir gün hayattaki yerime geri dönebilecek miydim? Evime, annemin yanına, bildiğim hayatıma geri dönebilecek miydim?
Aziz Ata’nın telefonundan gelen mesaj bildirimini duyunca dikkatim bir anlığına dağıldı. Aziz pantolonunun cebinden çıkardığı telefonunun ekranına hızlıca baktıktan sonra bir tepki vermeden ekranını kapatıp telefonunu da yerine koydum.
“Bir şey söylemeyecek misin?” diye sordum çaresizce. Aziz yutkundu ve istemeye istemeye bana döndü.
“Ne söyleyeceğimi bilmiyorum Derin…” dedi, “Ben… Bunca şeyin arasında sana neyi nasıl söylerim bilmiyorum. Ama sen de biliyorsun, her şey inceldiği yerden kopmaya mahkum. Herkes her şeyi yapabilir, her an her şey olabilir. Sana aşağıda da söyledim, kime ne olursa olsun benim meselem sensin Derin. Senin meselen de sen olmalısın, başka kimse değil.”
“Ama o benim annem Aziz!” dedim acı içinde, “Nasıl inanırım onun masum olmadığına?”
“Yeri geldiğinde…” dedi Aziz Ata gözlerini deniz manzarasına çevirerek, “İnsan kendinden bile her şeyi beklemeli.”
“Sen de gördün ama!” dedim sudan çıkmış balık gibi, “O da Baran’ı gördüğüne en az bizim kadar şaşırdı, şoka girdi! Benim annem öyle rol filan yapamaz ki. Yapmaz! Üstelik neden yapsın bunu? Baran’ın kaybolmasını neden istesin annem? Baran’ın halini gördün, her yeri yara bere içinde, annem ona neden zarar versin aklım almıyor? O da benim kadar endişeliydi, o da bizim kadar aradı Baran’ı. Baran’ın zarar görmesinden ve ortadan kaybolmasından annemin ne gibi bir çıkarı olabilir ki? Ailesine zarar vermek istedi desem o da imkansız, Beren Teyze onun en yakınlarından biri… Çıldıracağım resmen!” dedim can havliyle, “Delireceğim.”
Yüzüm yanıyordu, nefes almak da nefesimi tutmak da boğuyordu beni. Aklımın içinde yüzlerce senaryo vardı ve hiçbiri mantıklı gelmiyordu, hiçbiri anneme çıkmıyordu.
“Baran…” dedim sessizce, “Cevapları ondan almam gerektiğini söyledi, bana dedi ki, gerçekleri annemden değil de ondan duymam bana haksızlık olurmuş… Aziz…” diye mırıldandım halsizce, “Beni bugün annemle görüştürebilir misin?”
Aziz Ata sıkıntılı bir iç çekti.
“Bir bakalım.” dedi, telefonunu cebinden çıkardı ve gözümün önünde Deha’yı aradı. Telefonun çalmasını beklerken ayaklandı Aziz Ata.
“Ağabey,” dediğini duydum ve konuşmalarını duymamam için benden birkaç adım uzaklaştı, yine de biraz olsun duyabiliyordum söylediklerini, “Derin bugün gelip annesini görmek istiyor ama, mümkün mü? Getireyim mi?” Sonra uzunca bir sessizlik oldu.
“Anladım.” dedi Aziz Ata, “Anladım…”
Başka hiçbir şey söylemedi. Telefonu kapattıklarına dair bir veda konuşması bile yapılmadı. Aziz Ata telefon kapandıktan sonra uzun uzun telefon ekranına baktı. Bana dönmeye cesaret edemiyor gibiydi. Ne olmuştu? İzin mi verilmemişti? Annemle görüşmeme neden izin verilmesindi ki?
“Aziz?” dedim sorar gibi.
Arkası hala bana dönüktü. Ve hala telefonuna bakıyordu.
“Aziz?” dedim bir kez daha endişeyle ve bu sefer bana döndü.
“Bir… Mesaj gelmiş de. Ona bakıyordum.” dedi dalgın bir ifadeyle.
“Annemle mi ilgili?” diye sordum.
“Hayır,” dedi Aziz Ata, “Başka bir şey…”
“Anladım,” dedim bozularak, “Peki ağabeyin ne diyor? Görüşebilir miymişim?”
Aziz Ata nefesini verip başını kaldırdı ve sıkıntıyla saçlarını kaşıdı. Elini kolunu bile nereye koyacağını bilemiyordu sanki. Yüzündeki gerginlik giderek artıyordu.
“Aziz,” dedim kendimi tutmaya çalışarak ve üzerine basa basa tekrar sordum, “Bugün görüşebilir miymişim?”
“Hayır.” dedi bir çırpıda.
Sadece “Hayır.” dedi, başka hiçbir şey söylemedi Aziz Ata.
“Ne demek hayır? Sebebi neymiş? Sadece gözaltında, mahkum edilse bile gidip görüşebilirim şimdi neden görüşemiyorum!”
Öfkeden delirmek üzereydim ama Aziz Ata’nın durumu da benden farklı değildi. İçindeki öfkeyi ne denli bastırdığını, nasıl bir stres altında olduğunu görebiliyordum. Ben sorularımı art arda can havliyle sıralarken en sonunda bana döndü ve çaresiz gözleriyle yüzüme baktı çenesi kasılırken.
“Bugün annenle görüşemezsin Derin.” dedi ve bir çırpıda devam etti, “Çünkü annen…”
Aziz Ata’nın sözünü kesen hastane bahçesine giren polis ekiplerinin siren sesleri oldu. Korkuyla baktım yüzüne. Aynı anda aynı endişeyle kalktık oturduğumuz yerden, terastaki herkes gibi. Herkes gibi terasın korkuluklarına yaklaşıp aşağı baktığımda hastaneye giren onlarca polisi gördüm ve bunun hiç de normal olmadığına emin oldum. Tam yedi polis arabası, onlarca polis…
“Sen burada kal,” dedi Aziz Ata, “Ben çocuklara bakıp geleyim.”
“Bakalım.” dedim ve endişeyle peşine takıldım.
Birlikte hızla merdivenleri indik, terastaki herkes peşimizden aşağı iniyordu. Hastane koridorlarını korku dolu bir sessizlik kaplamıştı. Herkes polislerin nereye, hangi kata gireceğini merak ediyor, camdan bahçedeki polis arabalarını izliyorlardı. Merdivenleri hızlıca inerek Baran’ın katına ulaştığımızda ise her şey bir kabus gibi ilerlemeye devam ediyordu… İçeriye giren korkunç polis kalabalığı buradaydı, Baran’ın odasının kapısında.
Kapı açıktı, Aziz Ata koridorun durduğumuz noktasında önüme geçti ve beni eliyle arkada tutmaya çalıştı. Tek bir cümle duydum polis kalabalığının en önündeki rütbeli polisten Baran’ın odasına doğru, elindeki kağıda bakıyordu ve keskin bir sesle okuyordu elindeki fermanı.
“Beren Bağcı, Yeliz Arslan ve Elmas Kıraç…” dedi polis ve acımasızca ekledi, “Cinayet şüphesiyle tutuklusunuz.”
“Ne?”
Neydi bu şimdi? Ne demekti bu? Delirmemek için bir nefes aldım, yanımda duran Aziz Ata’ya dayandım ve kafamın için tekrar etmeye çalıştım duyduğum cümleyi.
“Cinayet şüphesiyle tutuklusunuz.”
Tekrar tekrar döndü durdu bu cümle beynimin dehlizlerinde. Yankılandı, buharlaştı, yoğuştu, yağdı kafamın içine. Eğdim büktüm duyduklarımı, yaktım söndürdüm. Neresinden tutarsam tutayım anlayamadım duyduklarımı. Anlayamadım…
Deliriyor muydum? Tüm bunlar benim kafamın içindeki illüzyonlardan mı ibaretti? Tek mesele benim delirmem miydi? Belki de hiçbiri gerçek değildi bu yaşananların? Neyin içindeydim böyle, neyin dışındaydım? Neler oluyordu hayatımın merkezinde?
Neydi bunların anlamı?
Neydi tüm bunların amacı?
Kimdi bu insanlar?
Neredeydim ben?