18.BÖLÜM : MATEM GECESİ.
.png)
18.Bölüm : Matem Gecesi.
O gece Hazar’ın başını göğsüme yasladığı geceydi. Benim başımı onun başına yasladığım, onun yanımda gardını indirdiği, unvanların anlamsız kaldığı gece... Matem gecesi.
Gecenin ilerleyen saatlerinde hep birlikte ateşin etrafında oturmuş, sessizce bir şeyler atıştırıyorduk. Rüzgar nazikçe tenimize deyip geçiyor, ateşi harlandırıyordu. Hazar, Atlas, Poyraz, Deha... Herkesin gözü ateşteydi ve herkesin aklı geride bıraktıklarımızdaydı. Çocuklar yürüyüp geldiklerinden beri biraz daha iyi görünüyordu, dertleşmiş, ağlamış, belki bağırıp çağırmış ve biraz kendilerine gelmişlerdi. Hazar ise göğsümde yattığı yarım saat boyunca hiç konuşmamış, benimle birlikte sessizce ağlamıştı.
“Herkes nasıl?” diye söze girdi Hazar, “Bir yeri ağrıyan, büyük bir yara alan var mı?”
“Bende bir şey yok.” dedi Poyraz, “Yalnızca yaralarım var...” Ardından Deha söze girdi.
“Benim de aynı... Yalnızca yaralarım var ama artık acımıyorlar.” dedi ve omuz silkti, “Acısa da umurumda değil.”
“Bende de yalnızca yara bere, bir de baş ağrısı...” Başımı kaldırıp Atlas’a baktım.
“Rezene çayı.” dedim. Başını sallayarak elindeki çelik bardağı kaldırdı.
“İçiyorum.” dedi. Gülümseyerek gözlerimi kırptım.
“Siz nasılsınız, Majesteleri? Size yaklaşabildiler mi?” Deha’nın sorusuyla birlikte başımı ona doğru çevirdim. Ben kendimi onların bu hale gelme sebebi olarak görüp suçlarken onlar benim için endişeleniyordu...
“İyiyim,” dedim, “Bana bir şey yapamadılar... Hazar zamanında yetişti.”
İçimdeki mahcubiyet ve suçluluk hissi neredeyse yaşadığım acının bile önüne geçiyordu. Bu savaşı da bu ölümleri de isteyen ben değildim, bunu biliyordum fakat kendimi suçlu hissetmekten alıkoyamıyordum.
“Bugün yaşadıklarımızın çok zor olduğunu biliyorum,” diye söze girdi Hazar. Çocuklar döndüğünden beri tam karşımda, ateşin diğer tarafında oturuyordu. Başını kaldırıp birkaç saniyeliğine bana baktı ve konuşmaya devam etti,
“Lakin bizler savaşçıyız, bunun için eğitildik, bunun için yetiştirildik ve her an, her saniye buna hazır olmalıyız. Kayıplar verdik, daha da verebiliriz ama bu bizi durdurmayacak. Bugün orada dostlarımızı kaybettik ve artık kılıçlarımızı kaybettiğimiz her bir dost için daha güçlü tutacağız. Onların artık atamayacakları adımları da biz atacağız, gidemeyecekleri yolları da biz gideceğiz. Onlar bizim dostlarımız ve kardeşlerimizdi, bundan sonra ne yaparsak onlar için de yapacağız.”
Gözlerim hüzünle her birinin üzerinde dolaştı. Hiçbiri ne böyle bir gün yaşamayı, ne de böyle bir acıyla sınanmayı hak etmişti. Bu savaşın sebebi olmak ise sonsuza kadar en büyük üzüntüm olacaktı.
“Hiç kimse ve hiçbir şey bizi bu topraklara hizmet etmekten alıkoyamaz...” diyerek sözlerine devam etti Hazar, “Bizim davamız sonsuz.”
Artık babamın ona neden bu kadar güvendiğini çok daha iyi anlıyordum. İyi bir savaşçı hiç kaybetmeyen değildi, kaybettiğinde bile devam edebilendi. O gerçek bir liderdi.
“Bizim davamız sonsuz.” diye tekrar etti Atlas.
Ve diğerleri de sırayla ona katıldı...
“Bizim davamız sonsuz.”
“Bizim davamız sonsuz.”
Uyku vakti geldiğinde her birimiz birer ruhtan farksızdık. Yalnızca bedenlerimiz değil, ruhlarımız da yorgundu. Bugün arkadaşlarımızdan kayıplar verirken kendi içimizden de kayıplar vermiştik, var oluşumuzdan da eksilmiştik. Yalnızca onları değil, içimizden bir şeyleri de orada, o evde bırakmıştık.
Yan yana sıralanan uyku tulumlarımızın içine girdiğimizde solumda Atlas, sağımda ise Hazar yatıyordu. Ateşin sıcaklığı ayaklarımı ısıtırken uyku tulumumun içinde mayışmış bir halde uzanıyordum, bedenim ise sağa, Hazar’a dönüktü. Ne kadar mayışmış hissedersem hissedeyim beynimi esir alan düşünceler asla susmuyordu. Uyku tulumumun içinde kıpırdanıp duruyor, kafamın içinde odaklanabileceğim sessiz bir nokta arıyordum.
“Uyku tutmuyor mu?” Hazar’dan gelen soruyla birlikte başımı kaldırıp ona baktım. O da bana dönmüş, kıpırdanıp durmamı izliyordu.
“Ne kadar yorgun olsam da kafamı susturamıyorum.” diye mırıldandım.
Gözlerim karanlığın içinde ateşin aydınlattığı kadarıyla Hazar’ın gözlerini seçti. Kafasını uyku tulumunun zeminine yaslamış beni izliyordu.
“Kolay bir gün değildi...” dedi, “Atlatması da uzun sürecek ama biliyorsunuz, bizim davamız sonsuz.” Acı içinde gülümsedi.
“Bu cümle sizin hayat felsefeniz mi?” diye sordum merakla, “Yani siz savaşçıların...”
“Krallığınızda eğitim alan her askerin hayat felsefesi budur, bize eğitimlerde bu öğretilir...”
“Kendi krallığım hakkında biraz daha fazla bilgiye sahip olsam daha iyi olacak sanırım.” Bu sefer gülümseyen bendim.
“Merak ettiğiniz her şeyi anlatabilirim.”
“Öyle mi?” diye sordum.
“Tabi ki.”
“O zaman ilk sorumla başlayabiliriz. Bana bazen “sen” bazen “siz” diye hitap etmenin sebebi nedir?” Ona alaycı bir bakış attım.
“Ben size hiçbir zaman “sen” diye hitap etmem.”
“Ama ediyorsun.”
“Tehlike anlarında ağzımdan kaçıyor.”
Hazar’ın cevabı beni bir kez daha güldürdü, normal bir zamanda olsa bu cevaba kahkahalarla yanıt verirdim. Burnumu çekerek konuşmaya başladım.
“Fark ettim. Benimle ya attan düştüğümde ya da ölmek üzereyken öyle konuşuyorsun.”
“Söylediğim gibi,” dedi Hazar, “Tehlike anlarında ağzımdan kaçıyor.”
“Peki, bunu daha fazla sorgulamayacağım.” dedim gülerek.
O sırada Hazar’ın gözlerini boynumdaki kolyeye diktiğini ve dalıp gittiğini fark ettim. Gözlerini kolyemden ayırmadan konuşmaya başladı.
“Banyoya, yanınıza geldiğimde...” diye söze girdi, “Askerle ne konuşuyordunuz? Ben gelene kadar size neden zarar vermedi?”
“Bana zarar vermemek üzere emir almıştı.”
“Kolye yüzünden mi?”
“Evet. Bir de kralları beni karısı olarak istediği için...”
Hazar’ın bakışları birden kolyemden ayrılıp yüzümü buldu. Bana anlam vermeye çalıştığını her halinden belli eden bakışlarla bakıyordu.
“Kral Noyan...” dedi, “Yaşı babanızdan bile büyük.”
“Evet ama askerleri beni ‘baş tacı’ yapmak istediğini söylüyor. Kendine güveni tam!” dedim alay ederek.
“Keşke askerlerini yollamak yerine kendisi karşımıza çıksaydı.” dedi Hazar, bakışları hala gözlerimdeydi.
“Neden?” diye sordum.
“Onu dövsem rahatlardım.”
“Sen ciddi misin?” dedim gülerek, “Adamı biraz ittirsen ölecek zaten. Ayakta duramıyor.”
“Ayakta duramıyor ama evlenmek istiyor.” dedi Hazar, “Düğün istediğine göre bir etkinlik düzenleyesi gelmiş belli ki ama ben ona daha güzel bir etkinlik yaptıracağım.”
“Neymiş o?”
“Cenaze töreni.”
Gözlerimi devirip başımı sağa sola salladım. Ölüm ve cenaze kelimelerini artık kullanmak ve duymak bile istemiyordum. Bu kelimelerin varlığını her hatırladığımda tüylerim diken diken oluyordu.
“Senin bir şey yapmana gerek yok,” diye mırıldandım, “Onun vakti yakındır.” Sonra durdum ve gökyüzünü kapatan ağaç dallarını izlerken kendi kendime konuşmaya başladım, “Biliyor musun, belki bir oğlu olsaydı düşünebilirdim...”
“Öldürmeyi mi?”
“Saçmalama şövalye. Aklına başka bir şey gelmez mi senin?”
“Neyi düşünebilirdiniz?”
Derin bir nefes aldım ve yanıt verdim, “Evlenmeyi.”
Hazar ne diyeceğini bilemedi. Bir şey söyleyecek gibi oldu ama hemen sonra sustu. Başını çevirip sırt üstü uzandı ve o da benim gibi tepemizdeki dalları izlemeye koyuldu.
“Tek sorun yaşlı olması mı?” Omuz silktim.
“Mesele evlenmek değil,” dedim, “Eğer genç bir oğlu olsaydı benimle gerçekten evlenmek istediğine inanabilirdim. Oysa bunu kendisi isteyince tek amacının kolye olduğunu ele veriyor...”
“Bir oğlu olsaydı ve sizinle gerçekten evlenmek istediğine inansaydınız evlenecektiniz yani?”
“Bu kadar insanın benim için savaşıp ölmesinden iyidir.”
Bir süre yalnızca rüzgarın ve ateşin sesi duyuldu. Dallarda yürüyen kuşların ayak sesleri ara ara kulaklarımıza gelirken diğer yanımda uyuyan Atlas’ın ufak homurdanmaları ne kadar derin uyuduğunun ispatı gibiydi.
“Kimsenin iyiliği için istemediğiniz şeyleri yapmak zorunda değilsiniz.” dedi Hazar.
“İstediğim şeyleri de yapamıyorum.”
“Hepimizin isteyip de yapamadığı şeyler var.” dedi. Merakla ona baktım.
“Senin isteyip de yapamadığın bir şeyler var mı ki?” Sorumu duyar duymaz gözlerini bana çevirdi. Bana uzun uzun baktı ve dudaklarını araladı.
“Çok şey var.”
Sanki cümlesinde bir ima, bir anlam vardı. Ya da yalnızca ben öyle hissetmiştim...
“Mesela ne var?” diye sordum.
“Siz söyleyin,” dedi, “Siz bir prensessiniz, her imkana sahipsiniz, sizin isteyip de yapamadığınız ne var?” Acı içinde gülümsedim.
“Ne istersem yiyebilir, içebilir, giyebilirim. Neredeyse her şeye sahibim ama özgür değilim şövalye. Bir gün bu toprakları yöneteceğim ve bunu istememe gibi bir lüksüm yok. Aşık olmakta özgürüm ama evleneceğim kişiyi seçmekte özgür değilim. Kimlerle arkadaş olacağımı bile seçemediğim bir düzende yaşıyorum ben. Oysa senin hayatın öyle mi?”
“Nasılmış benim hayatım?” diye sordu, sesinden onu anlamadığımı düşündüğünü anlayabiliyordum.
“Özgürsün,” dedim, “Evim dediğin yerde bile hareketlerini sınırlandırmak zorunda değilsin, dilediğin gibi giyinebilir, dilediğin gibi davranabilirsin. Ailen sıradan insanlar... İstediğin herkesle arkadaş, dost olabilir, istediğine aşık olup evlenebilirsin...”
“Öyle mi sanıyorsunuz?” diye sordu, bu sefer alay eden oydu.
“Öyle değil mi?” dedim.
“Sizce ben istediğim herkese aşık olup kavuşabilir miyim?”
“Evet, çünkü senden saçma beklentileri olan manyak bir ailen yok.” dedim ve gülerek devam ettim, “Yani hanedan çocuğu değilsin.”
“İstediğim herkese aşık olup kavuşabilirim, öyle mi?” dedi Hazar, “Yok öyle bir şey.”
“Kime mesela?” dedim, “Kime aşık olup kavuşamazmışsın?”
“Mesela size.” deyiverdi birden.
Cevabı beni şoka soktuğu gibi onu da şoka sokmuştu. Ağzından çıkan cümle kulağına geldiği an pişman olduğuna emindim. Ben ise bu duyduğumu gerçekten duyup duymadığımı sorguluyordum.
“Bana mı?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Yani kralın kızına...” dedi Hazar, “Mesela... Örnek olarak söyledim...”
“Anladım.” dedim başımı sallayarak.
Hazar kurduğu cümle için bu gece sabaha kadar içinden kendine sövüp duracaktı, buna emindim. Kurduğu cümleden dolayı pişman olduğunu görebiliyordum. Sırt üstü uzandı ve bakışlarını bir kez daha gökyüzüne çevirdi. Ben ise hala ona dönüktüm. Söylediği cümle bana nedense bir masaldaymışım da başrol karakterlerden biriymişim gibi hissettirmişti. Onun ağzından çıkana kadar böyle bir şeyin gerçekleşme ihtimali olduğunu bile sorgulayamazdım ve şimdi hiç beklemediğim bir anda kalbim umutsuz bir heyecanla doluvermişti.
“Yanlış bir cümle kurdum, farkındayım.” dedi Hazar, “Tek söylemek istediğim sandığınız kadar özgür olmadığımdı. Siz ne kadar tutsaksanız ben de bir o kadar tutsağım.”
“Peki.” dedim başımı sallayarak, “Zaten aşkla bir işinin kalmadığını söylemiştin, unuttun mu?”
Sesini çıkarmayınca ben de sırt üstü döndüm. Ağaç dalları bu gece bizim tarafımızdan bol bol izlenmişti ve daha da izlenecek gibiydi. Rüzgarın gücü dalları birbirine çarptırdıkça üzerimize yapraklar düşüyor, hayat üzerimize sonbaharı yağdırıyordu.
Yollar boyunca ilerledikçe, köyleri, ormanları geçtikçe mevsimler değişiyor, sabah kışı yaşayıp aynı günün akşamı baharı yaşayabiliyordunuz... Güne ölümle başlayıp, aşka dair konuşmalarla devam edebiliyordunuz. Matem bir mum ışığı gibiydi, ufak bir nefes bile dengesini bozuyor, acısı bir gelip bir gidiyordu. Hayat geçici ve kalıcı duyguların bütünüydü.
Büyük annem “İnsan cehennemi gördükten sonra cennette mutlu olamaz.” derdi, belki de tek yanlış cümlesi buydu. Sonsuz acı da sonsuz mutsuzluk da yoktu, ardından ağladığımız herkesin hatıraları hep bizimle yaşayacaktı ama günün birinde her acı sona erecek, her mutsuzluk bitecekti. Bizim davamız da buydu, mutsuzluklar üzerine mutluluklar inşa etmek üzere yaratılmıştık. Ve etrafımı saran şövalyelere, kalp muhafızlarına öğretildiği gibi... Bizim davamız sonsuzdu.
“Sanırım kafamdaki sesler sustu...” dedim sessizce. Yüzümü uyku tulumunun içine gömdüm ve kafamda yakaladığım o sessiz noktaya odaklanıp gözlerimi kapattım.
“Öyleyse iyi geceler prenses...” dedi Hazar.
“İyi geceler şövalye.”