18.BÖLÜM : FIRTINA GECESİ.

Beyza Alkoç
0

18.BÖLÜM : FIRTINA GECESİ.

(YAZARIN ANLATIMIYLA)

Sergi salonu şehrin göbeğindeydi ama şehrin gürültüsünden bıçakla ayrılmış gibiydi. Dışarıda kornalar, içeride kristal avizelerin altına sinmiş bir uğultu… Mekanın ortasında dev bir sahne vardı. Sahnenin arkasındaki altın iplerle tutturulmuş kalın perde bu gecenin tek sırrını saklıyordu. Perdenin önündeki kokteyl alanında bekleyen heyecanlı insanların sohbetleri tüm salonu sarmıştı. Salonun birkaç farklı noktasında çekim yapan basın için de fazlasıyla önemli bir gündü bugün.

Araf Vural “Göktay Hatıra Sergisi”nin ev sahibiydi ama bu gece ev sahipliği onun üzerinde bir ceket gibi durmuyordu, daha çok bir zırh gibiydi. Sırtını dimdik tutuyor, kravatını düzeltirken yüzündeki o ince tebessümü hiç bozmuyordu. Kalbindeki intikam hırsı gülüşünün içinde saklı, sabırsızlığı kol saatinin tıkırtısında gizliydi. Bu gece herkese Altın Kancalar’ı tanıtacak ve bu Edmon Yöner’in tek başarısızlığı olarak tarihe geçen bu tasarımı tüm dünyaya gösterecekti.

Sahnenin solunda, kalabalığın karmaşasına bulaşmadan durmayı seçen dört kişi vardı. Devrim, Demir, Deha ve Ömer. Köşedeki yüksek kokteyl masasına dayanmış, şampanyalarını ağır ağır yudumluyorlardı. Üzerlerinde siyah takım elbiselerin koyuluğu bakışlarına bile yansıyordu.

Ömer’in gözleri tedirgince salonu süzüyordu. Giriş kapıları, güvenliklerin yer değişimleri, kameraların kör noktaları… Demir duvara asılı eski planlara göz gezdiriyor, Deha ise kalabalığın arasından geçip sahneye yaklaşan çiftleri, merakla fısıldaşan gençleri, öne atılmaya hevesli basın mensuplarını izliyordu. Devrim ise kupkuru bir sakinliğin içindeydi. Yüzünün her noktası derin bir sükuneti taşıyordu. Kadehi elindeki tek canlı şeydi.

Araf’ın bakışı nihayet onlara takıldığında, tebessümü biraz daha belirginleşti. Yanına iki adamını alıp ağır adımlarla yaklaştı. Kristal ışıklar omuzlarında gezinirken mutluluğu her halinden belliydi.

“Bak sen,” dedi sahte bir neşeyle, “Demek babanızın yadigarını görmeye geldiniz. Özlediniz herhalde.”

Devrim kadehini masaya bıraktı ama elini kadehin altından çekmedi. Gözleri Araf’ın gözlerini buldu.

“Davet etmişsin,” dedi Devrim, “Biz davet edildiğimiz her yere gideriz Araf.”

Araf’ın çenesi belli belirsiz gerildi ama gülümsemesi solmamıştı.

“Eh hoş geldiniz öyleyse!” dedi neşeyle.

Devrim elindeki kadehi ağabeyine doğru kaldırdı, başını yavaşça eğerek selamladı onu. Bu bakış Araf’ın içine kurt düşürse de Devrim’in kadehine karşılık kendi kadehini kaldırmaktan başka çaresi yoktu o an.

O dakikalarda şehrin bambaşka bir yerinde perdeleri kapalı bir salonda loş bir ışık yanıyordu. Televizyonun önündeki orta sehpanın üzerinde yarısı içilmiş bir su bardağı ile “İÇİNDEKİ IŞIĞI HATIRLAMANIN KOKUSU” yazılı küçük bir mum güçsüzce yanıyordu.

Eliz dizlerini kendine çekmiş, ince sarı fularını saçlarına gevşekçe bağlamış televizyonu izliyordu. Haber spikerinin sesi odanın duvarlarına çarpıp geri dönen bir yankıydı adeta.

“Göktay Havacılık’ın kurucusu ve Türk havacılık tarihine damgasını vuran iş insanı Alihan Göktay ve damadı mühendis Edmon Yöner… Savunma sanayiinde dönüm noktası sayılan pek çok denemenin arkasında bu iki ismin iş birliği var. Az sonra ülkemizin en büyük değerlerinden Edmon Yöner’in yaptığı ilk uçak tasarımı olan Altın Kancalar’ın ilk sergisine bağlanacağız...”

Spikerin cümleleri Eliz’in kalbinde bir kapıyı tıklatıyordu. YÖNER soyadı Eliz’in kalbine bir sızı gibi dokunurken at nalı kolyesine dokundu eli. Tam o sırada ekranda sergi salonunun genel planı gösteriliyordu, acaba Devrim de orada mıydı?

Eliz’in nefesi yavaşladı o an.

“İyi ol.” diye mırıldandı istemsizce.

Niye söylediğini bile bilmeden...

Tam o sıralarda sergi salonunda büyük gösterinin vakti gelmek üzereydi. Araf koyu perdenin önünde asistanının yardımıyla önce kıyafetlerini, sonra mikrofonunu düzeltti. Heyecandan ölmek üzereyken gözleri kardeşlerinin yüzlerini arıyordu.

“Saygıdeğer misafirler,” dedi titrememesi için mücadele ettiği sesiyle, “Öncelikle hepiniz hoş geldiniz!”

Araf’ın gözleri konuşmasına başlar başlamaz en köşedeki masadaki tanıdık yüzlere kaydı. Devrim ona nefretle gülümserken parmakları masaya tanıdık bir ritimle vurdu. İki kısa, bir uzun...

“Bugün burada sadece bir uçağı değil, bir ismin gerçek tarihini öğrenmek için toplandık. Altın Kancalar herkesin gıpta ile baktığı YÖNER ailesinin tarihi için en önemli parçadır. Ve birazdan bu önemli parçayı tozlu raflarından çıkaracağız.”

Araf derin bir nefes aldı. Vakti gelmişti. Titreyen parmağını kaldırıp kendisinden komut bekleyen çalışanlarına parmağıyla işaret verdi ve perde iki yandan ağır ağır çekilmeye başladı.

Salondaki herkes o kadar heyecanlıydı ki nefesler tutulmuş gibiydi. Fotoğraf makineleri hazırdı, ışıklar hazırdı ve bu unutulmayacak ana tanıklık etmek isteyen seyirciler hazırdı.

Kırmızı kadife kumaş aralandı, aralandı, aralandı...

Ve sahnede beklenen metal gövde yoktu.

Altın Kancalar orada değildi!

Altın Kancalar’ın olması gereken yerde tavandan zemine kadar uzanan devasa bir tablo yükseliyordu. Siyah fonun içinde altın rengi kancaların arasında keskin hatlı bir portre vardı. Edmon Yöner. Bakışı ileriye dönüktü, dudakları kararlıydı ve çenesi dimdikti.

Alt köşede, ince harflerle parlayan bir yazı vardı.

“EDMON YÖNER’İN SAYGIDEĞER ANISINA…”

Salonun uğultusu bir anda bir vakum gibi çekildi, kimseden çıt çıkmıyordu. Araf’ın sahneye bakan dehşet içindeki gözlerini görmek dünyalara bedeldi.

Bir kadın hafifçe “A-a!” dedi yalnızca ama o da yarıda kaldı. Birkaç fotoğraf makinesinin flaşı patladı art arda, sonra bir daha ve sonra bir daha.

Araf’ın yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Devrim kadehini dudaklarına götürdü ve kalan şampanyasını tek dikişte bitirdi ve sonra boş kalan kadehini sahneye doğru uzattı.

“Edmon Yöner’e!” dedi sessizce.

Bu tablo onun için de kardeşleri için de her şeye bedeldi. Bir salon dolusu insan ve televizyonlarının başında bu yayını izleyen yüz binlerce insan babalarının kendilerinden çalınan emanetlerini görmek yerine onun portresiyle baş başa kalmışlardı.

Canlı yayındaki spiker ne diyeceğini bilemez bir haldeydi.

“Değerli izleyiciler… Şu an Altın Kancalar yerine… Edmon Yöner anısına yaptırılmış dev bir anıt tablo görüyoruz. Detayları sergideki arkadaşımın aktarmasını bekliyorum...”

Eliz televizyon karşısındaki şaşkın yüz binlerce seyirciden biriydi o an. Hem hiçbir şey anlayamamıştı hem de bir şeyler hissetmiş gibiydi. Bunu kim yapmıştı? Uçak neredeydi? Devrim iyi miydi?

Sergi salonundaki coşkulu bekleyiş bir karmaşaya dönüşmüştü. Araf’ın adamları her yerde deliler gibi koştururken Araf orada öylece kalakalmıştı.  

Devrim gülümsedi. Kendinden emin değil, kendinden eminliğin daha ötesinde bir yerdeydi. İçinde bir şeyler yerine oturmuştu.

Deha keyifle söze girdi.

“Size şöyle söyleyeyim,” dedi “Araf’ı doğurtan ebe bile şu an içinde bir huzursuzluk hissetmiş olabilir!”

Demir ufak bir kahkaha attı.

“Annem doğum için farklı kişilere gitmediyse o bizim de ebemiz olabilir yalnız.”

“Bak bu olmadı ama,” dedi Deha, “Araf’ı zorlayıp ebemizi aratıp özür mü diletsek?”

Devrim gözlerini devirerek baktı kardeşlerine.  

“Gidebiliriz,” dedi sakince. “Bu kadar misafirlik yeter.”

Ömer kendilerini gözetleyen korumalarından birine minik bir baş hareketi yaptı. Korumalar o işareti alır almaz diplerinde biterek dörtlüye arka koridora doğru yol açarak eşlik ettiler.

Dörtlünün o sergi salonundan çıkışı öyle efsanevi bir andı ki aile tarihlerinin hiçbir noktasında bu an her biri için unutulmaz olacaktı.

Araf ise sahnede yapayalnızdı. Dev tablo arkasında gölgesi gibi duruyordu. En alta yazılan yazı ise yerinden oynamıyordu, “EDMON YÖNER’İN SAYGIDEĞER ANISINA…”

Sergi salonunun arka çıkış kapısında Devrim kapı eşiğinde bir an durdu. Dışarıda serin bir gece oluyordu ve sanki şehir büyük bir karmaşadan sonraki sessizliğe bürünmüş gibiydi.

“Güzel geceydi,” dedi Demir gülümseyerek, “Sanata doyduk.”

“Ne yapsak böyle devam mı etsek sergilere katılmaya ya?” dedi Deha, “İçeride baya güzel ve kültürlü kızlar da vardı hem.”

“Zirvede bırakalım bence,” dedi Ömer ve saatine bakarak onları bekleyen arabalardan birine yöneldi.

Devrim ise hiçbir şey söylemedi ama yüzünde içeriye bıraktığı yazının aynası gibi bir ifade vardı. Sessiz, net ve tartışılmaz.

Ve gece, onlar sergi alanından uzaklaşırken tekrar şehrin karmaşasına ayak uydurdu. Sergi salonundaki avizelerin altındaki uğultu, televizyon stüdyolarındaki şaşkınlık, bir salonun köşesindeki küçük mumun alevi… Hepsi aynı cümlede buluştu sanki.

Bazı perdeler hiç açılmamalıydı...

Hem de hiç...

-

(ERTESİ GÜN)

(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)

Sabah gözlerimi açtığımda pencerenin perdelerinden süzülen loş gri ışık odanın içine yayılmıştı. Bugün havanın kasvetli olacağını o an anladım. Göğsümde tarifsiz bir yorgunlukla yataktan kalktım. En azından güneşli günlerde içim biraz olsun ısınıyordu, hava böyle karanlıkken yalnızlığım daha da artıyordu sanki.

Sessizlik içinde mutfağa geçip kendime kahvaltı hazırlamaya başladım ama bir şeyler yiyip içecek iştahım bile kalmamıştı artık. Bir dilim ekmek, iki parça peynir, birkaç zeytin ve birkaç küçük kokteyl domatesi çıkardım. Kesme tahtasının üzerinde domatesleri keserken aklım anneme gidip geldi yine.

Birlikte geçirdiğimiz kasvetli günlerde bütün imkansızlıkların içinde bana hazırladığı kahvaltıları anımsadım. Annemin bana kahvaltı hazırlaması perdelerin arasından güneş ışıklarının sızması gibiydi işte, neyin ortasında olursanız olun içiniz ısınıyordu.

Kahvaltı tabağımı masaya koyup sandalyeye oturduğumda gözüm televizyona takıldı. Televizyonu artık neredeyse hiç kapatmıyordum, yalnızlık ve sessizlik bana kafayı yedirtecek gibi oluyordu.

“Uzmanlar vatandaşlarımızı hava durumu konusunda uyarıyor!” diyordu spiker bastıra bastıra, “Bugün yağmur ve rüzgarın şiddeti çok artacak, rüzgar hızının elli kilometreyi aşması beklenirken sağanak yağış sabahın erken saatlerinde başlamış durumda. Akşam saatlerine doğru ise fırtınanın kuvvetleneceği ön görülüyor…”

Spikerin cümleleri odanın içine dolarken ürperdiğimi hissettim.

“Sana ne oluyorsa?” dedim kendi kendime, “Sanki evden dışarı çıkabiliyorsun da...” Çayımdan bir yudum alıp kanalı değiştirdim ve bir tadilat programı açıp boş gözlerle Amerikalı ailelerin ev tadilatlarını izleyip kahvaltımı yaptım. Hayatımın gidişatı harika, değil mi? Harika.

Günün geri kalanında ise kendimi her zamanki gibi oyalanmaya bıraktım. Kitaplıktan rastgele bir kitap çekip koltuğun köşesine kıvrıldım. Satırlar gözlerimin önünden akıp gidiyordu ama aklım çoğu kez başka yerlere savruluyordu.

Anneme, arkadaşlarıma, Devrim’e...

Aklımı bir türlü okuduğum satırlara veremeyince kalkıp boyama defterimi aldım ve rastgele birkaç renk seçtim. Kalemler sayfanın üzerinde dolaşırken bunu zevk için değil tamamen delirmemek için yaptığımı biliyordum.

Sayfaya bir şeyler çizip içlerini renklendirirken zihnimde hiçbir şeyin yerli yerinde olmadığını hissedebiliyordum. Renkler taşsa da umurumda değildi, benliğim de taşan renkler gibi dağılmıştı zaten. Her boya darbesinde içimden aynı cümle geçiyordu, “Ben artık kimim?”

Kimdim artık ben?

Gözlerimdeki bakışların sahibi bir yabancıydı artık. Sanki kendime her bakışımda orada bir yabancıyla karşılaşıyordum. İçimdeki ses aklımı kaybetmemin kıyısında dolaştığımı fısıldıyordu bana her gece. Sessizlikle, yalnızlıkla, bitmek bilmeyen belirsizlikle iç içe yaşamak beni her geçen gün daha da tüketiyordu. Ve ben artık tamamen tükenmeye yakın olduğumu hissedebiliyordum...

Akşam karanlığı çökerken mutfağa yeniden geçtim. Günüm her zamankinden farksız geçiyordu yine. Uyan, kalk, kahvaltı yap, oyalanacak bir şeyler bulup yap, akşam yemeği ye ve uyu.

Karnım çok aç değildi ama bugün içimdeki huzursuzluk hissi öyle çok artmıştı ki çocukluğumdaki tanıdık bir tadı aradı ruhum sanki.

Çay suyu kaynarken ekmeğin arasına domates ve beyaz peynir koydum. Üzerlerine de bir tutam tuz döktüm... Bu kadar. Yalnızca bu.

Çocukluk kadar yalın bir tat. Çocukluk kadar güzel.

Yanına da demlediğim çaydan bir fincan aldım ve salona geçtim. Televizyonun karşısına geçip her zamanki yemek programımı izlerken sandviçimden bir ısırık aldım ve çocukluğuma gitmiş gibi oldum bir an.

Annemin bana uzattığı küçük lokmalar, “Ye kızım” diyen sesi, pencereden süzülen akşam güneşi… Hepsi bir anda gözlerimin önüne geldi.

Oysa şimdi ne annemin sesi vardı yanı başımda ne de pencereden süzülen akşam güneşi...

Çayımı elime alıp arkama yaslandım. Bir yandan sandviçimi ısırıyor, bir yandan boş gözlerle televizyona bakıyordum. Her şeye rağmen hala yaptığım her şeyde kendimden bir parça bulmaya çalışıyordum.

Sandviçimin son lokmasını ağzıma atarken pencereye düşen ilk damlaları duydum. Sabahtan beri ince ince yağan yağmur yaklaşık iki saat önce dinmişti aslında. Şimdi ise daha güçlü bir şekilde yeniden başlıyordu. Önce ince ince, ürkek bir tıkırtıyla başladı yağmaya ama sonra büyük bir gök gürlemesi ile katlanarak arttı ses.

Yağmur öyle çok hızlanmıştı ki sesi televizyonun sesini bile bastırıyordu.

Çay bardağımı elime alıp ayağa kalktım ve pencerenin önüne gittim yağmuru izlemek için. Oysa dışarıda huzur içinde izlenecek bir yağmurdan çok güçlü bir fırtına vardı ve art arda gürleyen gök, gök gürültüsünden korkmayan beni bile ürkütmüştü.

Çay fincanımı pencerenin önündeki ahşap çıkıntısına bırakıp koltuğa kadar gittim ve dün gece orada bıraktığım ince uzun hırkamı alıp üzerime geçirdim. Endişeyle pencerenin önüne döndüğümde dışarıda göz gözü görmüyordu artık. Uzanıp orta sehpada duran acil durum telefonumu aldım ve ne olur ne olmaz diyerek çay fincanımın yanına koydum ve öylece izlemeye başladım fırtınayı...

Yağmur belki bir belki de iki saattir hiç dinmeden yağıyordu. Önce sadece şiddetli bir sağanak gibiydi ama gökyüzü giderek daha da kararmış, rüzgarın uğultusu şiddetini artırmıştı. Nedense koltuğuma geri dönememiştim, pencerenin önüne camımı çekmiş burada oturup kalmıştım.

Sanırım bu yağmuru tüm sevdiklerimin de izliyor olduğunu hissedebiliyordum. Annem ve arkadaşlarımla aynı yağmuru görüyor, biliyor ve duyuyor olduğumu bilmek bana huzur veriyordu.

“İyi olun...” diye fısıldadım geceye doğru, tüm sevdiklerime gitmesini dileyerek bu dileğimin.

Camın önünde oturmuş elimdeki ikinci fincan çayı ağır ağır yudumlarken dışarıdaki ağaçların nasıl savrulduğunu görüyordum. Dallar göğe uzanan eller gibiydi, sanki gökten yardım istiyorlardı.

Tam o sırada bir şimşek çaktı. Size yemin ederim hayatımda böylesine güçlü bir şimşek çaktığına hiç şahit olmamıştım. Tüm sokak ve evin içi tamamen aydınlanırken ardından gelen gök gürültüsü evin bütün duvarlarını titretti.

Çay bardağını tereddütle önümdeki ahşap çıkıntının üzerine bıraktım ve korkuyla evin içine baktım. Bu benim yapayalnız geçirdiğim ilk fırtınaydı ama en azından Danilo Şef televizyonda konuşmaya devam ediyordu.

Pencerenin perdelerini kapatıp fırtına gerçeğinden biraz uzaklaşmaya karar vermiştim ki beklenmedik bir şey oldu. Her şey bir anda karardı.

Televizyon sustu, buzdolabının uğultusu kesildi, ışıklar söndü.

Ben korkuyla pencerenin önünde kalakalmıştım ki bir anlık sessizlikten sonra geriye sadece fırtınanın uğultusu kaldı.

Elektrikler gitmişti.

“Sakin ol,” dedim kendi kendime, “ Sakin ol, sakin ol, sakin ol!”

Yavaşça ayağa kalktım ve sehpanın üzerinde duran kavanoz mumlara yöneldim. Fitilleri kibritle tutuşturduğumda odanın içine loş bir ışık yayıldı ve oda biraz olsun aydınlandı.

Üzerimdeki ince hırkaya beni her türlü tehlikeden koruyacakmış gibi sarıldım ve odanın ortasında öylece ayakta kalakaldım. Ne yapmalıydım şimdi? Oturmalı mıydım?

Mumların titrek ışığında gölgeler duvarlarda oynamaya başladığında her şey giderek ürkütücü bir hal alıyordu. Tam evin sessizliğini kabullenmeye çalışıyordum ki o sessizliği bölen bir ses duyuldu.

Tok tok tok.

Kapının çaldığını duyduğumda kalbim tekler gibi oldu. Önce ürkerek yerimden sıçradım ama sonra belki de kapımda bekleyen korumalar iyi olup olmadığımı merak etmiştir diye düşünerek kapıya yöneldim.

Oysa şöyle bir problem vardı, korumalar kapıya her zaman aynı ritimle vururdu : İki kısa, bir uzun...

Benim bildiğim, güvende olduğumu anladığım tek işaret buydu. Ama bu başka bir ritimdi. Dümdüz bir “tok tok tok” sesiydi bu.

Tedirginliğim yerini hızla korkuya bıraktı. Belki de yanlış duymuşumdur diye düşündüğüm sırada kapı tokmağının sesi bir kez daha duyuldu.

Bu kez daha sert ve daha netti ses.

Kalbim kaburgalarımı tek tek zorlayarak çarpıyordu. Adımlarımı kontrol edemeden kapıya doğru ilerledim. Ayaklarımın altındaki parke bile sanki çıtırtı çıkmasın diye çaba gösteriyordu!

Kapının önüne geldiğimde nefesim kesildi. Yavaşça eğilip kapının deliğinden baktım. Ama elektrik kesintisi yüzünden hiçbir şey görünmüyordu, deliğin arkasında sadece simsiyah bir boşluk vardı.

Ellerim titreyerek hırkamın cebine koyduğum acil durum telefonuna gitti. Parmaklarım tuşların üzerinde gezinirken kalbim deli gibi çarpıyordu. Birilerini aramak yerine tekrar deliğe bakıp gözlerimi zorladım ama karanlık aynı karanlıktı.

Ben telefonun ekranına bakarken o an zihnimde bir fısıltı yankılandı.

“Bir daha bir şeye ihtiyacın olursa önce Ömer’i ara. Onu bulamazsan son çare olarak beni ara. Sadece son çare.”

Derin bir nefes aldım ve hızlı bir kabullenişle parmağımı “Ömer” isminin üzerine götürdüm. Tam basacaktım ki kapının diğer tarafından boğuk ama tanıdık bir ses duyuldu.

“Eliz… benim.”

O an bütün tüylerim diken diken oldu. Sesin içindeki sertlik uğultulu rüzgarın ardına gizlenmiş gibiydi fakat ben yine de tanıyordum. Tanımamak mümkün değildi.

Devrim Ali Yöner’in sesiydi bu.

Onun sesiydi.

Telefon elimde öylece donup kalmıştım. Parmaklarım tuşun üzerindeydi ama artık hareket etmiyordu. İçimdeki korku, yerini çok daha başka bir duygunun ağırlığına bıraktı. Düşünmeden ve hiç sorgulamadan kapının kilidini çevirdim. Kapı ağır ağır açıldığında karşımdaki görüntü nefesimi kesti.

Devrim kapının eşiğinde duruyordu. Üzerindeki koyu renk ceket fırtınadan ıslanmış, saçlarının kenarından damlalar süzülüyordu. Yüzü normalde alıştığım o sert çizgilerden çok uzaktı. Şimdi yalnızca solgun, yorgun ve paramparça görünüyordu. Dudaklarının arasında zar zor bir nefes çıktı.

“İyi misin?”

Sesi titrek ve yorgundu, neredeyse fısıldıyordu.

“Asıl sen iyi misin?” dedim endişeyle.

Cevap vermedi. Adımlarını sürükler gibi içeri attı kendini ve onunla birlikte soğuk rüzgar da eve doluverdi bir anda. Ben hızla kapıyı kapattım ve her kilidini kilitleyip ona döndüm telaşla.

O ise odanın ortasında durmuş başını biraz eğmiş mumların titrek ışığına bakıyordu perişan bir halde.

“Babam…” dedi sonunda, sesi öyle ince ve öyle yaralıydı ki…

Bir an susup yutkundu, sonra devam etti.

“Sanırım onu kaybediyoruz. Ve ben… nereye gideceğimi bilemedim. Kendimi burada buldum.”

Donup kalmıştım. Karşımda her daim dimdik duran, kimseye eğilmeyen, her şeye karşı gururuyla ayakta duran o adam yoktu bu gece. Karşımda omuzları çökmüş, gözleri çaresizlikle dolmuş bir adam vardı.

“Ben...” dedim endişeyle ne dediğimi bile bilmeden, “Yapabileceğim bir şey var mı... baban için...”

Ne yapacağımı bilemedim. Ellerim havada asılı kalmıştı. Ona sarılmak istedim aslında çünkü içimden geçen ilk dürtü buydu. Omuzlarını tutup onu kendime çekmek, ona sıkıca sarılmak istedim ama beynim “Bu yanlış!” diye bağırıyordu. Çünkü onunla aramızda çizilmiş görünmez bir sınır vardı ve bu, sınırı aşmak olurdu...

Kalbim gürültülü bir savaşın ortasındaydı. Gözlerimi ondan kaçırmaya çalıştım ama başaramadım. Dudaklarım aralandı ama hiçbir kelime çıkmadı dudaklarımın arasından. Onu izlerken sadece tek bir şey hissettim...

Devrim Ali Yöner ilk kez bu kadar kırılmış görünüyordu.

Gözlerim yüzündeki çaresizlikte, omuzlarının ıslaklığında, saçlarından damlayan su damlalarında gezindi.

“Gel…” dedim neredeyse fısıltıyla.

Koluna hafifçe dokunup onu koltuğa doğru yönlendirdim. Adımlarını ağır ağır attı, sanki her bir adımı tonlarca yük taşıyordu.

Koltuğun kenarına vardığında oturmasını işaret ettim. O da sessizce oturdu. Koyu renkli ceketi omuzlarına yapışmıştı, yüzünde ise hala o derin yorgunluk vardı.

Ben hızla banyoya gidip temiz bir havlu alıp döndüğümde o hala orada öylece oturuyordu.

“Saçlarını kurut, üşütme…” dedim.

Sesim çocukken annemin bana söylediği cümlelere benziyordu sanki.

“Yardım edeyim mi?” diye sordum.

Konuşmuyordu ama zihni gözlerinden okunuyordu. Havluyu elinden alıp yanına oturdum ve saçlarına uzandım.

“Burada kalan kıyafetlerin var mı?” diye sordum, “Üstünü de değiştir, bunlar sırılsıklam... Hasta olacaksın.”

Devrim o an bana öyle bir bakış attı ki gözlerinin rengi içime işler gibi oldu. O bakış öyle uzun öyle derindi ki içinde boğulacak gibi oldum. Ama yine de kaçmadım.

“Birazdan değiştiririm.” dedi Devrim sessizce.

Başımı salladım ve o gözlerini kapatıp koltukta arkasına yaslanınca saçlarını kurulamaya devam ettim. Genç yaşına rağmen göz kenarlarında oluşan çizgileri izledim ondan izinsizce, mum ışığının aydınlattığı detaylarını izledim yüzünün. Ben onu izlerken gözleri bir anda açılıverdi ve onu izlediğimi gördüğü anda telaşla kaçırdım bakışlarımı.

“Kurudu.” dedim, “En azından nemini aldım. Çay içer misin?” diye ekledim konuyu değiştirmeye çalışarak, “Elektrikler gitmeden önce demlemiştim… Hala sıcaktır.”

Bir süre bana öylece baktı. Sanki söyleyeceğim en sıradan cümlenin bile hayatı boyunca özlediği bir sıcaklığa dönüştüğünü düşünür gibiydi gözleri. Yüzündeki çizgiler yumuşadı bir anda.

“İçerim.” dedi kısık ama kesin bir sesle.

Hızla mutfağa gidip iki fincan aldım. Çaydanlığın kapağını kaldırdığımda buhar hala tüterken derin bir nefes aldım. İki fincanı da çayla doldurdum ve yanlarına dün Ömer’in getirdiği portakallı kurabiyelerden koyup salona doğru ilerledim.

Salona döndüğümde mumların ışığı hala titriyordu. Devrim’in gözleri orta sehpada duran mumların üzerindeydi, oraya doğru eğilmiş, üzerlerindeki yazıları okumaya çalışır gibiydi. Yanına yaklaşıp fincanları sehpanın üzerine koydum ve sonra tereddüt etmeden yanına oturdum.

İkimizin arasında yalnızca çayın buharı ve mumların alevi vardı. Fırtına dışarıda hırçınlığını sürdürse de içeride ilk kez farklı bir sessizlik vardı. İçinde yalnızlığı değil, başka bir şeyi taşıyan…

Yanımda oturan Devrim’in elini uzatıp fincanı kavrayışını izledim. Parmaklarının kalınlığına rağmen elleri titriyordu ve bunu saklamaya çalışmıyordu. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Gerçekten bilmiyordum.

Babasının ölmek üzere olduğunu söyleyen birine ne denirdi ki? Ne söylenirdi?

Bir an fincanı ellerinin arasında tutarken bana baktı. Gözlerinde öyle bir şey vardı ki, söze dökülemeyecek kadar derin, söylese yıkılacak kadar ağır. Öyle uzun sürdü ki o bakış, sonunda ben gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım.

“Tam olarak ne olduğunu sormak istiyorum…” diye mırıldandım, “Ama anlatırken sarsılmandan korkuyorum. Belki de buraya insan en kolay bir yabancının yanında üzüntüsünü yaşar diye geldin. Seni yargılamam, konuşmaya zorlamam diye... O yüzden sormaya da korkuyorum. Seni üzmek istemiyorum.”

Sözümün ardından salonda ağır bir sessizlik oldu. Mumların çıtırtısı dışarıdaki fırtınanın uğultusuyla karışıyordu. Devrim çayından bir yudum aldı ve çay fincanını sehpaya bırakıp bana döndü. Ben keşke hiçbir şey söylemeden yanımda sessizce üzüntüsünü yaşamasına izin verseydim diye düşünüyordum ki bir anda bana çevirdi bakışlarını.

Ve yine bir anda, sanki içinde tutamayacağı bir şey taşmış gibi konuşmaya başladı.

“Dün gece… bir sergideydik.” dedi.

Sesi alışık olduğum o soğuk, o kontrolcü tonla başlamıştı ama her kelime biraz daha ağırlaşıyordu.

“Eve döndüğümde babamın kalbinin durduğunu öğrendim.”

Gözlerindeki gölgeyi gördüm. Dudakları sıkıca kapandı ve çenesindeki kaslar gerildi. Devam ederken sesinde gizlemeye çalıştığı bir çatlak vardı ve ben onu duyabiliyordum.

“Yeni doktor uzun süre kalp masajı yaptı. Biz oraya varmadan önce başlamış zaten, biz oraya vardığımızda da uzun süre uğraştı… Sonunda tekrar hayata döndü babam ama...”

Kelimeler hızlanırken nefesi daralıyordu. Ellerini birbirlerinde kenetledi.

“Aması öyle işte... Dün geceden beri odasının önünde koridorda öylece oturup bekledik sabaha kadar. Oya Abla’yı da getirttik hemen.”

“O ne dedi?” diye sordum endişeyle.

Gözlerinden geçen karartıyı görür gibi oldum bir an, bir süreliğine nefesini tutup dudaklarını birbirine bastırdı ve ardından devam etti.

“Yarın sabaha çıkma şansının olmadığını söylüyorlar.”

Kalbimde hissettiğim sancıyla nefesimi tuttuğumda Devrim gözlerini bana çevirdi. O bakışların içinde fırtınalar koptuğunu görebiliyordum.

Ama kendisi her şeye rağmen güçlü görünmek için uğraşıyordu. Omuzlarını dik tutmaya çalışıyor, sesini mümkün olduğunca kararlı çıkarmaya çabalıyordu. Sanki duygularını anlatırken bile ağlamamaya yemin etmiş gibiydi.

Ama ben biliyordum. Birbirlerine kenetlediği elleri, hafifçe titreyen parmakları, gölgesi mum ışığında bile belli olan kederi apaçık ortadaydı.

Devrim Ali Yöner tüm gücüyle ayakta durmaya çalışıyordu ama ruhu artık yerlerdeydi.

Yaşadıklarını dinlerken ben bile nefes almakta zorlanırken onun bu kadar sakin görünmesi aslında daha da yıkıcıydı. Onun sakinliği bile hep güçlü, hep kendinden emin bir sakinlik olurdu. Şimdi ise onu ilk kez böyle görüyordum, böylesine savunmasız bir sakinlik içinde.

Ona sarılmak istiyordum. Bunu her şeyden çok istiyordum. Ona uzansam bütün acısını sırtından alacakmışım gibi hissediyordum ama yapamadım. Çünkü yanlış olduğunu biliyordum. Aramızdaki mesafe yalnızca fiziksel değildi. O mesafe onun dünyasıyla benim dünyamın arasındaki uçurumdu. Ona dokunursam düşebilirdim ve ona dokunursam onu da düşürebilirdim üstelik...

Yine de gözlerimi ondan çekemedim. Mum ışığı yüzünü aydınlatıyor, gölgeler yanaklarından süzülüyordu. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir titreme vardı. Onu öyle izlerken kalbim acıyordu.

“Ne söyleyeceğimi bilmiyorum…” dedim sonunda, sesim kısık bir fısıltıya dönüşmüştü, “Sana iyi gelecek bir cümle var mı onu da bilmiyorum.”

Devrim gözlerimi yakaladığında gözlerindeki bakış sanki “Yanımda olman yeter.” diyordu.

Ama dudaklarından dökülen tek şey boğuk ve yorgun bir cümleydi.

“Buraya geldiğim için pişman değilim.” dedi sessizce.

Bir süre öylece oturdu. Sonra gövdesini yan çevirip koltuğun sırtına doğru başını yasladı. Bakışlarını hep son derece keskin görmeye alıştığım bu adam şimdi uykusuz bir çocuk gibiydi. Gözleri açık olsa da çok yorgundu ve o halini izlemek beni üzüyordu.

Kalkıp koltuğun diğer kenarında kalan ince battaniyeyi aldım ve üzerine örttüm.

“Sana yastık getireyim.” diye mırıldandım ve doğruldum.

Tam o an söze girdi Devrim.  

“Buraya neden geldiğimi biliyorum,” dedi alçak bir sesle. Sanki kendine bile itiraf etmekte zorlanıyormuş gibiydi.

Ben olduğum yerde durmuş onu izlerken Devrim bakışlarını mum ışığından alıp bana çevirdi. Önce çenesindeki titremeyi gizlemek ister gibi dudaklarını bastırdı ve sonra devam etti.

“Çünkü sessizliğime eşlik edeceğini biliyordum, Eliz.” dedi, “Ben sessizce acımı çekerken beni hiç düşünmeden misafir edeceğini biliyordum.”

O an kalbim sanki göğsümden çıkacak gibi oldu. Söylediği cümlenin ağırlığı üzerime çökerken gözlerimin dolduğunu hissettim. Bu onun bana kurabileceği en samimi, en kırılgan cümleydi. Benden istediği şey bir teselli değildi, benden istediği tek şey sessizlikti.

“Burası senin evin,” diye mırıldandım sessizce, “İstediğin kadar kalabilirsin.”

Ve o gece, dışarıda fırtına uğuldamaya devam ederken içeride tek bir şey vardı. İki insanın sessizliği.

Sessizlik bizi yarım saat, belki de bir saat boyunca sardı. Ben koltuğun ayak ucunda oturuyordum, Devrim ise üzerine örttüğüm battaniyenin altında kıvrılmış, gözleri tavana sabitlenmişti. Mum ışığı odada titreyerek dolaşıyor, dışarıdaki yağmur hiç dinmeden devam ediyordu.

Sessizlik bu evde beni en çok boğan şey olmaya başlamıştı ama bu defa öyle değildi, sanki birbirimizin nefesini duymak bile yeterliydi.

Birden Devrim’in sesi karanlığın içinde bir güneş sızıntısı gibi belirdi. Düşük, boğuk ve alıştığım sertliğin çok uzağındaydı sesi. Halsiz ve yorgundu.

“Babanı hiç özlüyor musun…” diye sordu, “Yaşanan her şeye rağmen?”

Cümle bir ok gibi saplandı kalbime. Sorduğu sorudan geçmişime dair her şeyi bildiğini, bilmediğini söylediği detayları bile öğrendiğini anlayabiliyordum. Babamı, annemi, her şeyi… Hayatımın en derin yaralarını bildiğini anladığım o an, içimde bir şey kırıldı.

Başımı çevirip cama baktım. Yağmur damlaları camın üzerinde yarışırken kalbimdeki sızılar da birbirleriyle yarışıyordu. Dudaklarım istemsizce kıpırdadı.

“Özlemiyorum.”

Sözlerim dışarıdaki yağmurun sesine karıştığında zihnim beni hızla geçmişe götürdü.

(YILLAR ÖNCE)

Yaşadığımız gecekondunun teneke çatısından içeri sızan yağmur damlaları altlarına yerleştirilmiş kovalara değdikçe çıkardıkları sesle beynimi tırmalıyorlardı. Soğuk bedenimin her yerine işlemişti. Annemle ben ince bir yorganın altında birbirimize sokulmuş titrerken bu yatağın içinde bir başıma olsam daha ne kadar üşüyebilirdim diye düşünüp hayretler ediyordum havanın acımasızlığına. Annemin kolları bana sıkıca sarılıydı ve onun kalbinin atışını dinleyerek uyumaya çalışmak bir rutin olmuştu benim için.

Sonra kapı öyle bir gürültüyle açıldı ki gelenin ne halde olduğunu anlamamızı sağladı. Kapı sessizce açılırsa babam az alkol almış demekti bu, eğer böylesine bir sarılışla açılırsa ise durum felaket demekti.

Babam sarhoş adımlarla içeri girdi. Üzerinden alkol ve sigara kokusu ağır ağır yayılıyordu. Annemin ve benim gözlerim aynı anda açılmış, yorganın altında sesimizi çıkarmadan yatmaya devam ediyorduk. Oysa babam uyuyor olmamızı bile umursamadı, yorganı sertçe kaldırıp beni kollarımdan tuttu.

“Baba…” dedim endişeyle, “Ne oldu baba?”

“Sami ne oldu?” diye bağıran sesini duydum annemin, “Niye kaldırıyorsun çocuğu! Zor uyuttum zaten!”

Babam bize cevap bile vermeden beni kollarımdan tuttuğu gibi kaldırıp sürüklercesine annemin kollarının arasından çekip alırken korku dolu gözlerle bakıyordum bilinçsiz yüzüne.

“Baba kolum acıyor!”

“Ne yapıyorsun sen?” diyen sesini duydum annemin, “Sami ne yapıyorsun! Nereye götürüyorsun çocuğu bu karanlıkta bu yağmurda!”

Babamın gözlerinde ise ateş vardı. Dudaklarından taşan kelimeler boğuk ama kararlıydı.

“Maden buldum, maden!” dedi kararlı bir coşkuyla.

“Meyhaneden bir arkadaş anlattı. Zengin bir ağabeyi evlatlık çocuk arıyormuş. Çocukları olmuyormuş hanımıyla, onlara çocuğu veren aileye de para vereceklermiş. Aslında bebek istiyorlardı ama bizim kızın da küçük olduğunu görünce kabul ettiler.”

Sonra bana döndü gözleri, kendinde değil gibiydi, üstelik ben de pek bir şey anlıyor sayılmazdım.  

“Kız…” dedi bana, “Kız yine iyisin ha! Talih kuşu kondu başımıza!”

Annem ise dondu kaldı, sonra öfkeyle önüne geçti babamın.

“Parayla kızımızı mı satacaksın?” dedi dehşet içinde, “Bu senin çocuğun çocuğun! Hem evlatlık olarak istediklerine nasıl inandın Sami manyak mısın sen?! Kocaman çocuk bu alıp satacaklar belki de Allah’ım sen aklımı koru yarabbim! Delirdin mi sen? DELİRDİN Mİ?”

Babam yüzüme hiç bakmadan kolumdan çekiştirmeye devam etti. Canım yandıkça çığlık atıyordum ama öyle güçsüzdüm ki bağırmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden. Annemse elleriyle babamı geri çekmeye çalışıyordu.

“Bırak kızımı!” diyordu, “Bırak kızımı!”

Tam o an, evden çıkmak üzereydik ki babam susturamayacağını anladığı annemi öfkeyle itti. Annemin bedeni duvara çarpıp yere yığıldı ve o an zaman durdu benim için. Çığlığım boğazıma düğümlenmişti, gözlerim dehşet içinde kıpırdamayan anneme bakarken kalbim deli gibi atıyordu.

Ve ne acı ki kollarımın acısı da çıkmıyordu aklımdan... Bunun için bile suçlu hissediyordum kendimi, annem o haldeyken ben kollarımın acısını nasıl düşünürdüm?

Babam beni çekiştirerek dışarı sürüklemeye başladığında nutkum tutulmuştu. Yağmurun altında adımlarımız çamura saplanıyor, ben titreyerek direniyordum ama yağmur suyu yüzüme değdiği anda nihayet kendime gelir gibi olmuştum.

“Anne!” diye bağırdım ama sesim fırtınanın uğultusunda kayboldu, “Anne! Yardım edin! ANNE UYAN!”

Öylece yürüyorduk bilinmezliğe doğru. Küçücük kollarım bu zalim adamın, babamın ellerinde, aklım geride kalan annemde, sırılsıklam olmuş yürüyordum bata çıka...

Hayatımda ilk kez dua ettim o an.

“Lütfen...” dedim, “Lütfen... Bir mucize olsun Allah’ım. Lütfen...”

Tam o anda… Tam o anda bir ses duyuldu yanı başımda. Önce sert bir çarpma sesi, sonra kısa bir inleme.

Ve sonra… Beni tutan elleri çözüldü babamın.

Ben şok içinde ona bakarken bata çıka yürüdüğümüz çamurun içine doğru yığılıp kaldı.

“BABA NE OLDU!” dedim bu sefer de. Çocuğum işte, ötesi değil. Yalnızca bir çocuk...

“Baba! BABA NE OLDU SANA?”

Kollarım sızlıyordu, gözlerim babamda, kulaklarım arkamızda olduğunu yeni fark ettiğim annemdeydi. Annemin ellerinden yere düşen içi boş bakır vazo bana her şeyi anlatırken annem nefes nefese bana sarıldı.

“Tamam kızım...” dedi, “Geçti... Geçti.”

Oysa her şey yeni başlıyordu... O gece babamın gözlerimin önünde dünyaya veda edişini gördüm önce, sonra annemin gözlerimin önünde kelepçelendiğini...

İşte o gece bizim hayatımızın karardığı geceydi.

Beni ben yapan ama bizi yok eden gece...

-

(GÜNÜMÜZ)

Gözlerimi kırpıp geçmiş düşüncelerimden sıyrılıp yeniden salona döndüğümde hala cama bakıyordum. Yağmur damlaları geçmişle bugünü birbirine karıştırıyor gibiydi. Aklım o gece yaşadığım anların acısıyla dolarken gözlerimden tek bir yaş bile süzülemedi. Ama içimdeki o küçük kız her gece ağlıyordu.

Yanımda sessizce yatan Devrim’in nefesini duyduğumda bir kez daha gerçeğe döner gibi oldum. Onun sorusu içimdeki kapıları açmıştı ama cevabım hiç değişmeyecekti.

“Özlemiyorum ve özlemeyeceğim.” diye fısıldadım bir kez daha, bu kez çok daha kesin bir sesle.

Yağmuru izlerken dudaklarım kendiliğinden kıpırdadı. İçimdeki küçük kız bir cümle daha kurmamı istiyordu sanki.

“Ama sen özleyeceksin,” dedim sessizce, “Çünkü gurur duyacağın bir baban var Devrim Ali Yöner.”

Söylediğim sözlerin ağırlığını kalbimde hissettim. İçimde bir sızı oldu ağzımdan çıkan kelimeler ama gözlerim camda kaldı. Sonra yavaşça başımı ona çevirdim. Mumların ışığında yüzünü izledim bir kez daha. Gözlerinde bir fırtınanın öfkesi vardı ama aynı zamanda derin de bir kırgınlık görüyordum bakışlarında.

Bakışlarımı kaçırmadım. Madem o benim hikayeme dair her şeyi bildiğini göstermek istemişti bana, ben de ona artık gizli bir şeyi çözmüş olduğumu göstermek ister gibi fısıldadım.

“Zaten ne yaptıysan onun için yapmadın mı?” diye sordum, “Baban için.”

Devrim başını bana çevirdi. Gözleri gözlerimi yakaladığında o bakış bin kelimeden daha fazlasını söylüyordu. Bir şeyleri anladığımı anlamıştı artık. Dudakları kıpırdamadı, tek kelime bile etmedi ama bakışları… Bakışlarının derinliğinde hem bir kabul, hem bir itiraf, hem de yarım kalmış bir sızı gizliydi.

Uzun uzun baktı bana. Sanki içimi okuyor, saklamaya çalıştığım bütün yaraları görüyor gibiydi ama o da benim gözlerimden aynı sessiz cümleleri duyuyordu, ben de onun saklamaya çalıştığı bütün yaraları görüyordum.

Babasının yükünü omuzlamış, kendi hayatını feda etmiş, ama içinde kendi çocukluğunun acısını taşıyan o adamı görüyordum.

Bizler kendi çocukluğunun yasını tutan yetişkinleriz.

Çocukluğumuzu yaşayamayışımız sızı gibi kalmış kalbimizde, sanki mezarı başında bekliyoruz kendi çocukluğumuzun ama ne kadar beklersek bekleyelim vedalaşamıyoruz.

Ben onu ve yaşadıklarını anlasam da Devrim’in bana babasıyla ilgili tek kelime etmeyeceğini hissettim o an. Onu zorlayacak değildim. Üstelik böyle bir anında üstüne gitmek de istemiyordum ona geçmişi hatırlatmak da.

İçimde bir buruklukla ayağa kalktım. Sehpanın üzerindeki fincanları alırken sesimin normal çıkması için çabaladım.

“Ben bize birer fincan çay daha getireyim.”

Elimde boş fincanlarla karanlığa doğru bir adım attığım sırada arkamda kalan adamın sesi karanlığın içinden yankılandı.

Tavana bakmayı sürdürüyordu ama sanki her kelimesi yıllardır sakladığı bir yükün kırık parçalarıydı.

“Yıllar önce...” dedi, sesi boğuk ve yavaştı, “Bir gün babam bana annemin sandığının içine saklanmamı ve oradan asla çıkmamamı söyledi. Ve ben... saklandığım sandığın içinden babamın vurulmasına şahit oldum.”

Adımlarım dondu. Fincanlar ellerimde öylece kalakalmıştım. Gözlerim karanlığa bakarken asıl karanlığın Devrim’in anlattıkları olduğunu anladım.

“Ve bu sözler babamdan duyduğum son sözler oldu... Çocuk aklımla hiçbir şey yapamadım. Çıkamadım o sandıktan, korktum. Bağıramadım, koşamadım, engelleyemedim onları. Sandığın kapağının aralığından izledim sadece. Babamın yere düşüşünü, kanın tahta zemine yayılışını…”

Derin bir nefes aldı.

“Ürkek bir çocuktum, o sandıktan çıkıp babamın hayatını kabusa çevirenlere hesap soramadım. Seni o sandıkta gördüğüm an da kendi çocukluğuma gitti aklım... Ben o sandıktan çıkamamıştım ve güçsüz bir çocuk olduğumu düşünerek geçti ömrüm. Bana seni neden kurtardığımı sorup duruyorsun ya...”

Titrek bir nefes aldı ve karanlıkta bile parlayan bir damla gözyaşını silerek devam etti.

“Seni o sandığın içinde gördüğüm an başka çarem yoktu Eliz. Seni oradan çıkarmaktan başka çarem yoktu. Senden başka çarem yoktu."

Yutkundu ve sanki konuşurken bir yandan da içindeki duygularla savaş veriyormuşçasına zorlanarak devam etti konuşmaya.

“Sen beni geçmişe götürdün, o güne götürdün beni. Ben seni o sandıktan alıp çıkardığımda kendi çocukluğumu o sandıktan çıkarıp babamın katilleriyle yüzleştirmişim gibi özgürleştim aslında...”

“Ama sen...” dedim titreyen sesimle, “Sandıktan çıksaydın hayatta olmayacaktın Devrim. Yaşıyor olmayacaktın.”

Devrim acı içinde gülümsedi.

“Yine yaşamadım ki zaten...” dedi, “O günden sonra kendime bir söz verdim, o geceyi unutturmayacaktım. Babama bunu yapan insanları bulacaktım ve ben onlara daha fazlasını yapacaktım.”

Nefesim boğazıma düğümlenmişti. Ellerimdeki boş fincanları kırmamak adına sehpaya geri bıraktım ve koltuğa geçtim. Ayakta durmakta bile zorlanıyordum artık.

“Tüm hayatımı bunun üzerine kurdum, Eliz.” dedi Devrim, “Babamın tüm kitaplarını, defterlerini, yazdığı notları… yıllarca tek tek inceledim. Her cümlenin, her işaretin peşine düştüm. Okudum, öğrendim, planladım. Hayatımı, nefesimi, her şeyimi o geceye adadım.”

Sesinde gizlediği bir titreme vardı. Yıllardır içinde sakladığı o ruhu yaralı çocuk kelimelerin arasından çıkıp konuşuyordu sanki.

“Ve bulduğum her şey… beni tek bir isme götürdü.”

Bir an sustu. O sessizlik fırtınanın uğultusundan bile daha ağırdı.

Sonra dudaklarından o ismi çıkardı.

“Dimitri Vetrov.”

Kalbim göğsümde çırpınıyordu. Çünkü o an anladım ki Devrim’in bütün yolculuğu, bütün karanlığı, bütün intikamı… tek bir ismin üzerine kuruluydu ve bizim kaderimiz bir şekilde bir noktada birbirimize bağlanmak zorundaydı sanki. Sesi mum ışığıyla aydınlanan loş salonda yankılanırken adeta bütün ışığı söküp alıyordu.

“Biliyordum...” diye fısıldadım sessizce, “Onlardan biri olmadığını biliyordum.”

“Dimitri’ye ilk ulaştığımda…” dedi yavaşça, “Tek amacım babama yaşattığını ona yaşatmaktı. Aynı acıyı, aynı korkuyu hissetmesini istiyordum. Bütün ömrüm boyunca kurduğum tek hayaldi bu.”

Sustuktan sonra derin bir nefes aldı, dudaklarının kenarı gerildi. Sanki söyleyecekleri boğazını parçalıyordu.

“Ama yıllar boyunca tüm bu araştırmaları yaparken çok fazla şey öğrendim…” dedi sesi daha da kısılarak, “Dimitri’nin babamla olan derdi sandığımdan çok daha derindi.”

Korku içinde dinlemeye başladım onu. Bu hikaye daha ne kadar kötüleşebilirdi? Daha ne kadar kararabilirdi?

“Yıllar önce babamın tasarladığı uçaklardan bazıları hava savunma sistemleri olarak Rusya’ya satılmıştı.” dedi Devrim, “Ama onlardan bazıları aslında bizim sandığımız amaçlarla kullanılmamış. Dimitri o uçakları bambaşka bir sistem için kullanıyormuş.”

Devrim’in gözleri tavana dikilmişti ama sanki o karanlığın içinden bana bakıyordu.

“Dimitri bir ‘parayla evlat edinme sistemi’ kurmuş.” dedi, “Çocuklar ailelerinden kaçırılıyor ve bizim uçaklarla taşınıyormuş. Kimin çocuğu oldukları fark etmeksizin milyonlar ödeyen ailelere ‘evlat’ diye götürülüyorlarmış çocuklar. Satılıyorlarmış. Uçaklar savaş uçakları olduğundan kimse onları aramıyormuş, kimse şüphelenmiyormuş. Ne polis, ne devlet, ne de dünya. Savaş pilotu eğitimi adı altında uçaklar oradan oraya geziyormuş.”

Ellerim tir tir titriyordu. Öyle büyük bir şok içindeydim ki nefesimi tuttuğumun bile farkında değildim.

“Babam bunu öğrendiğinde karşı çıkmış, benim tasarımım olan uçaklar nasıl böyle bir günaha alet edilir diyerek Dimitri’ye rest çekmiş. Elindeki bütün belgelerle bunu dünyaya duyuracağını söylemiş. Ve işte... Bu da onun sonunu getiren şey oldu. Babamı orada benim gözlerimin önünde vurup elindeki tüm belgeleri alıp gittiler. Hiçbir şey yapamadım.”

Devrim’in sesi giderek daha da sertleşiyordu. Yüzü taş kesilmişti ama gözlerinde ağlamamak için verdiği bir savaş vardı.

“Babamı susturdular.” diye fısıldadı, “Ama beni susturamayacaklar. Benim bütün ömrüm bu sır üzerine kuruldu Eliz. Dimitri’ye ulaşmak ve ona bütün bunları ödetmek benim tek hedefimdi.”

Derin bir sessizlik oldu. Yalnızca yağmurun uğultusu vardı aramızda. Ben ne diyebileceğimi düşünürken Devrim bir kez daha konuştu ama sesi bu defa buz gibi bir kararlılıkla doluydu.

“Planımın sonuna yaklaştım ama kendimi affedemiyorum.”

Başımı kaldırdım, nefesim daralmıştı.

“Neden?” dedim titreyen sesimle, “Neden?”

“Çünkü hangi çocukların kimden alındığını, hangi ailelere satıldığını tek tek öğrenmeden onun işini bitiremem. Eğer bunu şimdi yaparsam hepsi kaybolur. İsimler, belgeler, izler… hepsi onunla birlikte yok olur. O çocukların hayatları da ailelerin hayatları da babamınki gibi yok olur gider.”

Sesi derinleşti, gözleri daha da karardı.

“Elindeki son çocuğu da kurtarana kadar beklemek zorundayım. Çünkü onun kanıyla birlikte o çocukların hayatları da karanlığa gömülmemeli.”

Dudaklarının kenarında beliren acı bir gülümseme vardı. Acıyla, öfkeyle ve sabırla yoğrulmuş bir gülümseme.

“Ve o gün geldiğinde, Eliz… Dimitri Vetrov’un adını tarihten sileceğim. Ve işte o zaman... Sen de özgür olacaksın.”

Mum ışığı bile Devrim’in ne söylediğini anlamış gibi titredi. İçimde ise tek bir his vardı, onun intikamının ağırlığını ilk kez bu kadar yakından hissediyordum. Ve şimdi bu ağırlığın altında ben de nefes alamıyordum.

“Ben...” dedim içimdeki suçluluk hissiyle, “O gece o aptal depoya gelmeseydim belki de planın şimdiye kadar sorunsuz ilerleyecekti...”

Devrim uzandığı yerden doğruldu. Derin bir nefes alıp ayağa kalktı ve karanlıkta tam karşımda durdu.

“Bu planın tek hatası sensin Eliz,” dedi ve devam etti, “Ama tek doğru yanı da sensin.”

Sözleri kalbimin tam ortasına saplandı.

Gözlerim onun gölgelerle çevrili siluetine takılıp kaldı. Fırtına camları titretiyordu ama benim içimde olan gürültü dışarıdakinden çok daha büyüktü.

Ne söyleyeceğimi bilemedim. Dudaklarım aralandı ama tek bir kelime bile çıkmadı ağzımdan. Devrim adımlarını ağır ağır bana doğru attı. Gözlerindeki gölgeler mum ışığında daha da derinleşmişti. Karşıma geldiğinde öyle yakındı ki nefesini hissedebiliyordum. Dudakları kıpırdadı, sesi düşük ama keskindi.

“Benim dünyamda doğrulara ve yanlışlara yer yok, Eliz.” dedi, “Benim için sadece bedeller var.”

“Ben neyin bedeliyim peki?” diye sordum acı dolu bir gülümsemeyle ona iyi hissettirmeye çalışarak.

Gözleri gözlerime kilitlendi. Dudaklarının kenarında beliren kısacık bir gülümseme vardı.

“Sen bir bedel değilsin,” dedi duygu dolu bir gülümsemeyle, “Sen yalnızca benim misafirimsin...”

Gözlerimin dolduğunu saklayamadım. Yanaklarımdan süzülen yaşları silmeye bile yeltenmedim. Çünkü artık saklamanın bir anlamı yoktu. O yelkenlerini bu kadar derine indirirken onun önünde güçlü görünmek için savaşmaktan yorulmuştum.

Devrim bir an tereddütle elini kaldırdı. Parmakları yüzüme yaklaşırken nefesim kesildi. Sanki dokunursa tüm karanlığı çözülecek, ben de onun yükünü taşıyacaktım. Elinin sıcaklığını yanaklarımda hissetmek üzereydim ki… birden durdu.

Parmakları havada asılı kaldı. Gözleri karanlıkta yanıyordu ama bakışında kendine kızgın bir geri çekiliş vardı.

Elini yavaşça indirdi, dudaklarının arasından boğuk bir fısıltı döküldü.

“Yapamam…”

Başımı salladım.

“Yapamazsın.” diye mırıldandım, “Yapmamalısın Devrim.”

Derin bir nefes alıp gözyaşlarımı silerek yanından geçip gittim, orta sehpada duran çay fincanlarını elime alıp ona döndüm.

“Bir çay daha?” diye sordum gözyaşları içinde.

Başını salladı.

“Olur.” dedi.

Onun için yapabileceğim tek şey buydu. Gelmişti, bana içini dökmüş ve sessizliğine ortak olmamı istemişti. Onu dinlemiş, sessizliğine ortak olmuş, ona destek olmuştum ama ne onun için ne de benim için daha fazlası olamazdı.

“Devrim,” dedim çay fincanlarıyla mutfağa doğru ilerlediğim sırada, “Belki yeterince anlamanı sağlayamamışımdır ama... Nasıl ki sana göre beni o sandıkta gördüğünde kurtarmaktan başka çaren yoktu, o gün baban gözlerinin önünde vurulurken de bunu sessizce izlemekten başka çaren yoktu, buna emin ol. Baban senden hayatta kalmanı istedi ve sen de kaldın. Eğer o sandıktan çıksaydın sen de babanın gözleri önünde vurulacaktın ve o gece kimse beni o sandığın içinden kurtarmayacaktı. Kelebek etkisi diyorlar buna... Hiç duydun mu?”

Hüzünle başını salladı Devrim.

Gözleri saçlarımdaki sarı fulara kayar gibi oldu, aklı o geceye gitti sanki.

“Duydum.” diye fısıldadı.

Başımı sallayarak devam ettim anlatmaya.

“Her şeyin bir sebebi var,” diye mırıldandım, “Senin o gün hayatta kalman gerekiyordu ki yıllar sonra beni ve o çocukları kurtaracak kişi sen olabilesin. Sen suçlu değilsin.”

Hüzünle gülümsedim ve ekledim, “Hatta bana söylediğin gibi, bu planın tek doğru yeri sensin Devrim... Ben değilim.”

O an ben elimde boş çay fincanlarıyla konuşurken bambaşka bir şey gördüm Devrim’in gözlerinde. Ona bu karanlık salonun ortasında böyle bir gecede söylediğim bu teselli cümleleri bambaşka bir ışık yakmıştı içinde.

Gözleri saçımdan sarkan sarı fulardan gözlerime kaydı önce. Sonra bir adım yaklaştı bana ve bir adım daha.

“Eliz...” diye fısıldadı, “Nasıl?” diye sordu.

“Nasıl?” diye tekrarladım anlamayarak, “Ne nasıl?”

Tam önümdeydi, aramızda bir adım bile yoktu artık. Nefesi nefesime öyle yakındı ki ne yapacağımı, gözlerine mi yoksa dudaklarına mı bakacağımı şaşırmış bir halde öylece duruyordum.

“Acı içinde kapına geldim,” dedi Devrim hüzünle, “Buraya gelene kadar saatlerce içtim, hiçbir şey dindiremedi acımı. Nasıl olur da birkaç cümlenle alıp götürürsün ruhumdaki tüm acıyı? Nasıl?”

Tedirgince gülümsedim.

“İyi ki geldin o zaman...” diye mırıldandım sessizce.

Başını salladı.

“İyi ki geldim.” dedi.

Sonra hiç beklemediğim bir anda hiç beklemediğim bir şey oldu. Devrim’in kalbimi deli gibi hızlandıran nefesi bana giderek yaklaştı ve dudakları dudaklarımı buldu!

Dışarıda öyle bir gök gürledi ki sanki bütün dünya gördü bizi, sanki gök bile şaşırdı yaşananlara. Dudakları dudaklarıma dokunduğu an zaman bir anlığına durdu sanki. Aklımı da bilincimi de yitirdim.

Tir tir titreyen ellerim tuttuğu boş çay fincanlarını yere bırakırken cam kırılma sesi gök gürültüsünün arasına karışıp gitti ve kulaklarımıza bile gelmedi.

Çünkü o an yağmurdan, fırtınadan, şimşeklerden ve tüm gök gürlemelerinden daha önemli bir şey vardı...

Devrim Ali Yöner beni öpüyordu.  

Ellerim boşluktan kurtulup titreyerek göğsüne kaydığında kalbinin deli gibi atışını parmak uçlarımda hissettim. Yağmurun cama vuran sesi sanki arka planda bir orkestraya dönüşmüş, o anı daha da büyük bir hale getirmişti ama içimdeki korku hissi bu orkestranın müziğini susturacaktı...

Kendimi aniden geri gelen bilincimle geri çektim ondan ve yüzüne bir dolu öfke hissiyle baktım.

“Devrim...” dedim nefes nefese, “Bunu nasıl... Nasıl yaparsın?”

Lale’den ayrıldığını ve onu ne kadar sevmediğini biliyordum ama Lale ile bir bebekleri olacakken buraya gelip beni nasıl öperdi, bunu bebeğinin annesine nasıl yapardı, nasıl?

“Ben...” dedi Devrim büyük bir pişmanlıkla, “Özür dilerim Eliz... Sandım ki...”

“Lütfen git.” dedim nefes nefese, “Acın çok büyük, seni anlıyorum. O yüzden kendinde değilsin, biliyorum ama lütfen git ve bir daha gelme Devrim. Lütfen...”

Acı içinde başını salladı Devrim.

“Özür dilerim.” dedi, “Gerçekten, Allah kahretmesin... Özür dilerim.”

Başka hiçbir şey söyleyemedi, koltuktaki ceketini aldı ve derin bir pişmanlık içinde gözlerimin önünde çıkıp gitti. Ben ise orada öylece kalakaldım. Gözlerim yerdeki cam kırıklarındaydı, içimdeki asıl kızgınlık ise kendimeydi. Onun beni öpeceğini anlamıştım ve içten içe istemiştim bunu. Nasıl isterdim onun beni öpmesini? Nasıl?

Yere, dizlerimin üzerine eğildim öylece. Yerdeki cam kırıklarının yansımasında gördüğüm gözlerim kızar gibi bakıyordu bana. Nasıl sabahı olacaktı bu gecenin? Nasıl unutacaktım bu geceyi?

Nasıl?

-

-

-

(YAZARIN ANLATIMIYLA)

Devrim binanın geniş kapısından çıktığında yağmur hala bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Ne korumaları umurundaydı ne arabası. Yağmurun altında sigarasını yakmaya çalışıyor, rüzgar ve yağmur ona karşı koydukça öfkesi artıyordu.

“Yansana be yansana!”

Ceketi omzunda, yüzü ise hüzünden darmadağın olmuştu.

İçinde uğuldayan fırtına dışarıdakiyle yarışır haldeydi. Bir an için Eliz’in kalbine dokunduğunu sanmış ve o anı onun da istediğini düşünmüştü. Onun gözlerinde saklı duran ışığı gördüğüne inanmıştı. Üstelik Devrim’e göre onlara engel olabilecek hiçbir şey yoktu. Lale’den ayrılmıştı, hayatında ilk defa böylesine yoğun duygular hissediyordu kalbinde ve karşılığı olduğunu sanmıştı. Ama yanılmıştı. Büyük bir hata yapmıştı.

Kendine lanet ederek adımlarını hızlandırdı. Her bir yağmur damlası yüzüne çarptıkça, Eliz’in gözlerindeki öfke yeniden canlanıyor gibiydi. Eliz’in sözleri onu yalnızca suçlulukla değil, aynı zamanda anlaşılmaz bir boşlukla vurmuştu.

Lale’den ayrıldığını, aralarında bir bağ kalmadığını biliyordu Devrim ama Eliz’in gözlerinde gördüğü öfke ona kendini sorgulatmıştı. Oysa Eliz’in kalbine dokunduğuna neredeyse emin gibiydi...

Adımlarını durdurdu bir an. Ellerini saçlarının arasına geçirdi, derin bir nefes aldı. Yağmurun altında, kimsesiz bir sokakta, kendi gölgesine bile tahammül edemez hale gelmişti artık.

Ne acımasız bir geceydi bu böyle. Babasını kaybetmeye hazırlandığı gece hayatı boyunca kalbinde ilk kez hissettiği duygular onu Eliz’in kapısına kadar götürmüştü, üstelik haberi olmasa da Eliz de aynı duyguları ona karşı hissediyordu.

Oysa ikisinin de bilmediği karanlık bir gerçek vardı aralarında... Devrim’in Lale’nin Eliz’e anlattığı bebek hikayesinden haberi yoktu. Üstelik daha da kötüsü... Eliz’e söylenenler gerçek bile değildi.

O gece gök bile onlar için ağladı, gök bile onlara gerçeği anlatmak için gürledi sanki ama karanlığın sakladığı bu acımasız sır kendini açık etmedikçe ikisinin de hiçbir şeyden haberi olmayacaktı...

Hem de hiçbir şeyden.

MERHABA AŞKIMLARRRRR^^

Umarım bölümü sevmişsinizdir ama sonda bir takım sinir krizleri geçirdiğinizi biliyorum sbfhsfbsjfnsjf

Şimdi heyecanla yorumlarınızı okumaya geçiyorum.

MİSAFİR'i arkadaşlarınıza önermeyi unutmayın lütfen.

Görüşmek üzere! <3

-BEYZA

Instagram : beyzalkoc