17.Bölüm : Sana Sürüklenmemeliydim

Beyza Alkoç

*Görmemek için kalbimin derinliklerine gömüp gizlediğim duygularım orada filiz vermiş, bir saksı dolusu çiçek olmuştu.*

Bu, uyanık olduğum kaçıncı gün doğumuydu bilmiyordum. Şu an bilmeye ihtiyaç duyduğum tek tük şeylerden biriydi bu. Kuşlar gökyüzünde uçuşurken her birinin konacak bir yeri olması beni hüzünlendiriyordu. Zira benim konacak bir yerim yoktu. Aklım, fikrim, duygularım, hislerim uçuşuyordu. Kendime dair bildiğim tek şey iyi olmadığımdı. Kabullenmek zorundaydım, mental olarak olabileceğim en kötü ve en dengesiz haldeydim. No 26’ya taşındığım ilk günden beri ne istediğimi bilmeyen, kendimi tanımayan, duygularından bi haber olan birine dönüşmüştüm. Ne duygularımdan emin olabilmiştim ne de hislerimden. Ne istediğimi bilemez tavırlarım yüzünden hem kendimi hem Efe’yi incitmiştim. Şimdi ise tüm Türkiye’nin gözünde “Efe Duran’ın sevgilisini aldattığı tek gecelik kadın” haline gelmiştim.

Kimse onun sen olduğunu bilmiyor Mine.

Ben biliyorum, İç Ses.

Kimse seni tanımıyor ama!

Ben tanıyorum.

Ben kendimin gölgesiydim. Tek yaptığım kendime gölge olmaktı, kendimi karartmak, kendimi kapatmak. İhtiyacım olan şeye sahiptim. Mine olarak ne kadar zayıf olursam olayım Yeşil Küpeli Kız olarak güçlüydüm. Yeşil Küpeli Kız’ın gücünü kullanmamak Mine’yi bitirecekti. Peki buna izin vermeli miydim? Telefonumu ellerimin arasına alıp hayatımın en üzücü maillerinden birini yazmaya başladım. Maili yazdığım kişi Türkiye’nin en büyük medya kuruluşu Seran Medya’ydı.

“Merhaba. Ben Yeşil Küpeli Kız. Bana bundan tam altı ay önce bir iş teklifinde bulunmuştunuz. Sosyal medyada kendi haberlerimi yazmayı bırakıp sizin kaynağınız olmamı, sadece size haber getirmemi teklif etmiştiniz. Bu teklifi o dönemin şartlarına göre reddetmek istedim ama artık buna hazırım, eğer hala geçerliyse teklifinizi kabul etmek istiyorum. Fakat bir şartım olacak.”

Mailimi gönderdikten sonra ayağa kalkıp odanın balkonuna çıktım. Ece içeride uyurken yağmurun sesiyle uyanmasın diye balkonun kapısını kapattım ve balkonun sırılsıklam olmuş sandalyelerinden birine ıslanacağımı umursamadan oturdum.

Mine, sence de bir psikologla görüşme vaktimiz gelmedi mi?

Ne var biliyor musun, İç Ses? Galiba geldi.

Sevilmeden, hoş görülmeden, şiddetle büyüyen bir çocuktum. Türkiye’de milyonlarca insan tarafından Yeşil Küpeli Kız ismi ile tanınıp gerçek ismimi ve görüntümü gizlemeyi tercih ettim. Tüm hayatım buydu. Tüm hayatım bir yumurta fotoğrafının altında başka insanların hayatlarının haberini yapmaktı. Sanki bir sanal zeka gibi, sanki bir teknoloji ürünü gibi, sanki son model bir yazılım gibi yaşayıp durdum. İçimdeki hisleri unuttum, içimde yaşayan bir ruh olduğunu unuttum. İçimdeki ruhun sesini kapattım ve böyle yaşamaya çalıştım.

Efe Duran benim büyük haberim olacaktı. Hiç beklemediğim bir şekilde yüzüme bir tokat atar gibi beni kendimle yüzleştirdi, bana bir ayna tuttu. İçimdeki ruhu o kadar çok susturmuştum ki ruhum konuşmayı unutmuştu. Bir gün ondan uzaklaşmak istiyor, bir gün beni sevmesini diliyordum. Bir gün onu ve kendimi el ele bir geleceğe doğru yürürken hayal ediyor, bir gün onunla arkadaş bile olmak istemiyordum. İçimdeki duyguların dengesizliği beni öylesine yormuştu ki ruhumun halsizliğini hissedebiliyordum.

“Sakin ol.” dedim kendime, gaddar bir anne gibi, “Halledeceğim.”

Titreyen telefonumu elime aldım ve Seran Medya’dan gelen cevabı okudum.

“Merhaba YKK! Seninle çalışmak bizim için bir onurdur. Ne istersen yapmaya hazırız.”

Güçsüz bir nefes aldım ve cevabımı yazdım.

“Sizden tek bir haberi bütün medyadan silmenizi, sildirmenizi, yok etmenizi istiyorum. Sonra tüm haberlerimle, tüm kaynaklarımla sizin için çalışacağım. Bunu yapabilir misiniz?”

Mine için Yeşil Küpeli Kız’dan vazgeçiyordum. Haber her yere yayılmıştı, insanlar uyandıklarında fotoğrafları ve haberi her yerde göreceklerdi. Tüm bunları her yerden sildirmeye yetecek kadar güçlü değildim. Tek gücüm sahip olduğum bu iş teklifiydi. Onlara sunacağım haberlerle şirketlerinin değerini kat ve kat arttırabilirdim, bunu biliyorlardı. Tek bir haberden binlerce haber için vazgeçebilirlerdi.

“Hangi haberin silinmesini istiyorsun YKK? Ve sebebini öğrenebilir miyiz?”

Parmaklarım titrerken yazmakta zorlanıyordum. Bu işi hallettikten sonra yapacağım ilk şey kendimi bir terapistin önüne atmak olacaktı. Zamanı gelmişti, kendime gelmek zorundaydım.

“Efe Duran’ın dün gece otelde çekilen fotoğraflarının silinmesini istiyorum. Annesinin kalp krizi geçirdiğini biliyorsunuz. Haberleri sonradan ortaya çıkmıştı. Durumunun kritik olduğunu duydum. Böyle bir haberi kaldıramayabilirler.”

Seran Medya’nın sahibi Dilan Seran oldukça düşünceli ve hassas bir kadındı. Haberlerini yaparken kimseye zarar vermeden, kimseyi incitmeden yapmaya çalışırdı. Böyle bir durumda bu haberin yapılmasını engelleyeceğini biliyordum. Üstelik o bu güce sahipti. Tüm medyayı kontrol edebilecek güce sahipti.

“Öyle mi? Bunu söylemene çok sevindim YKK, inan ki biz de haberini girmek üzereydik. Annesinin durumunu araştırıyordum, ne tesadüf. Gerekli işlemleri yapıyorum. Haberin ve fotoğrafların her yerden kalkmasını sağlayacağım. Ne zaman gelir ve sözleşmeni imzalarsın?”

Dudaklarımı ısırıyor ve ekrana bakıyordum. Bu imzayı atmak Yeşil Küpeli Kız’a veda etmek demekti. Benden isteyecekleri şey tam olarak “Yeşil Küpeli Kız olarak artık sadece Seran Medya’dayım!” diye bir açıklama yazmam ve sosyal medyayı bırakmamdı. Evet, verecekleri maaş tahmin bile edemeyeceğiniz kadar iyiydi ama maaş umrumda değildi. Her şeye rağmen, ne kadar üzülecek olursam olayım bunu yapmak zorundaydım.

“Bugün.” Yazdım, “Bana adresinizi gönderirseniz bugün gelip imzalarım.”

“Adresimizi bildiğine eminim :) Sen her şeyi bilirsin YKK.” Hüzünle gülümsedim.

“Biliyorum. Ayıp olmasın diye sordum. O zaman bugün öğleden sonra oradayım, görüşmek üzere.”

Telefonumu kapatıp hızlıca bir duşa girdim. Duştan çıktığımda Ece hale uyuyordu. Bornozumla yatakta oturup tüm haber sitelerini tek tek kontrol ettim. Haber ve fotoğraflar her yerden kaldırılmıştı. O sırada Efe’den gelen bir mesaj olduğunu gördüm.

“Haber ve fotoğraflar web sitelerinden kaldırılmış. Nasıl olduğunu ve neden olduğunu öğrenemedim. Fotoğrafları sosyal medya hesaplarında paylaşan birkaç yüz kişi vardı, onları da biz kaldırttık. Fotoğraflara yayın yasağı getirttik. Sorun yok.” Sonra bir mesaj daha gönderdi.

“Nasıl hissediyorsun? İyi misin?”

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Birkaç saniye boyunca öyle kalıp dinginleşmeye çalıştım. Şimdi ne yapacaktım? Buradan nasıl çıkacaktım, eve nasıl gidecektim? Kapıda bekleyen magazinciler olmalıydı... Üstelik buradan çıkıp eve döndükten sonra terapiye gitmek için Ece’yi nereye bırakacaktım? Saçma sapan bir noktada sıkışıp kalmıştım. Efe’den yardım istemekten başka bir çarem yoktu.

“Daha iyiyim.” Yazdım, kötü hissettiğimi söyleyerek onu üzmemin bir mantığı yoktu.

“Yoldayım.” Yazdı, “Gelip sizi alacağım. Otelin otopark katına inin. Beni orada bekleyin.”

Ondan yardım istememe gerek kalmamıştı. Her zamanki gibi ben çağırmadan geliyordu. Ece’yi uyandırdım ve birlikte hazırlanıp odadan çıktık. Otelin asansörüne bindiğimizde bir magazinciyle karşılaşmaktan delicesine korkuyordum. Oysa ben de bir magazinciydim, ne tuhaf. Otopark katına indiğimizde Efe’nin otopark girişinde beklediğini gördüm. Arabasından inip yüzüme mahcup bir ifadeyle baktı.

“Merhaba.” dedim sessizce, “Ece, geç canım.”

“Merhaba Efe Abi! Dün ortalığı yıktın!”

Ece neşeyle Efe’ye sarılırken Efe gülümsedi. Efe Ece’yi arka koltuğa oturturken ben ön koltuğa geçtim. Efe de yanıma oturup arabayı çalıştırdığında arabanın tüm camlarının filmli olması içimi rahatlatmıştı. En azından fotoğrafımızı çekemezlerdi. Çekseler de paylaşamazlardı zaten. Efe arabası ile otoparktan çıkıp gazeteci yığınının yanından hızla geçip gitti.

“Eve mi?” diye sordu bana dönüp. Çaresizce yüzüne baktım.

“Bana yardım etmen gereken bir konu var.” dedim. Ondan yardım istediğim için kendimi kötü hissediyordum. Efe ise ondan yardım istememden çok mutlu olmuş gibiydi. Gözleri umutla parlamıştı.

“Ne istersen.” dedi.

“Ece’ye iki saat kadar bakabilir misin? Bir yere gitmem gerekiyor.”

“Nereye?” diye sordu merakla, “Bir sorun mu var?” Kendimi ona açarak, hiç çekinmeden konuştum.

“Bir sorun var.” dedim, “Mental olarak iyi değilim. Bir terapiste gitmem lazım. Dengesizliğimin farkındasındır.” Efe yutkundu.

“Farkındayım.” dedi. Sinir bozukluğu içinde güldüm.

“Keşke farkında değilim diye yalan söyleseydin.” diye mırıldandım.

“Senin yaşadığın hayatı bir başkası yaşasaydı belki de hastanede yatıyor olurdu.” dedi sertçe.

Kurduğu cümle bir kez daha yüzüme çarpan bir tokat etkisi yarattığında kaşlarımı çatarak önüme döndüm. Arabanın silecekleri yağmurun hızına yetişmeye çalışıyordu, işte aynen böyle yetişmeye çalışmıştım hayata. Araba sileceği gibi.

“Güçlü olmaya çalışmayı bırakmalısın. Önemli bir ameliyattan çıkar çıkmaz yürümeye çalışan bir hasta gibisin. Yürüyemezsin Mine, anlıyorsun değil mi? Zor şeyler yaşadın, kötü bir psikolojidesin. Artık kabul et.”

Başımı salladım. Gözyaşlarım yanaklarıma doğru süzülürken yüzümde ağladığıma dair herhangi bir ifade yoktu. Dümdüz bakıyor ve ağlıyordum. Yirmi dakika kadar sessizce ilerledikten sonra hiç tanımadığım bir binanın önünde durduk.

“Burası neresi?” diye sordum Efe’ye.

“Psikolog bir arkadaşımın evi.”

“Ama randevumuz yok ki...”

“Ben bıçaklandım deyip acile gidersen sana ‘Randevu al da gel.’ diyemezler.” dedi Efe, “Sen de psikolojik bir bıçaklanma yaşıyorsun, öyle düşün.” Efe’nin cümlesine gözyaşları içinde güldüm.

“Ne bu, psikolojik acil servis mi?”

“Evet. Bence hastanelerde böyle bir hizmet de olmalı. Psikolojim çok kötü deyip ambulans çağırabilmeliyiz.” dedi Efe arabadan inerken.

“Bekleyin. İnmeyin.” diye ekledi. Arabanın bagajına doğru ilerledi. Bagajı açıp içinden bir şemsiye çıkardı ve şemsiyeyi açıp benim kapıma geldi.

“Bana şemsiye tutmana gerek yok, sedye getirsen daha iyi olur.”

“Sedyemiz yok ama kucağıma alabilirim. Eğer istersen...” Efe’ye gülümsetip arabadan indim.  Efe Ece’nin kapısını açıp onu da indirdi ve birlikte binaya doğru ilerledik.

Sonrası benim için bir film şeridi gibi geçti gitti. Psikolog Can Efe’nin çocukluk arkadaşıydı, onu kırmadı. Efe ve Ece evin mutfağında beklerken Can ve ben evin onlara en uzak köşesinde tam elli dakika boyunca konuştuk. Ona her şeyi en baştan anlattım. Her ayrıntıyı, günlük hayatta yaşadığım tüm duyguları, tüm gelgitleri, tüm kararsızlıklarımı, tüm dengesizliklerimi anlattım.

“Majör depresyon.” dedi, “Travmatik sebeplerle oluşmuş ve bence geçici bir durum. Bir de belirsizlik sendromu denen bir durum var. Onu yaşıyorsun Mine.”

“Nedir bu?” diye sordum halsizce.

“Hayatın boyunca hep geleceğinin belirsiz olduğunu bilerek yaşamışsın. Geleceğinde neler olacağını bilmeden, tahmin etmeden, düşünmeden yaşamışsın. Belirsizlik sendromu yaşayan insanlar ne yapacağını bilemezler, nasıl yapacağını bilemezler, geleceğe dair tek tük beklentileri vardır onlar da hep olumsuzdur. Yaşamlarını yönetmekte zorlanırlar, insan ilişkilerini götüremezler çünkü onlar için hayat da insanlar da ilişkiler de kocaman birer belirsizliktir. Mutlu olmak, yaşam bağı kurmak senin için çok zor, biliyorum. Kafandaki gelecek algısı bozuk. Çocukluğunda tek yaptığın babanın eve gelmesini beklemekti, döneceği saati bile bilmiyordun. Eve geldiğinde hem mutlu oluyor hem de şiddet görüyordun. Üstelik anlattığın şeylerden en travmatik olanı ise babanın bazen iki bazen üç gün eve gelmediği zamanlar olması. Zaman zaman gelmesini istemişsin, zaman zaman gelmesin diye dualar etmişsin. Sen böyle büyümüşsün, böyle yetişmişsin. Dengesiz, tutarsız ve belirsiz. Yaşadığın şeyin sebebi bu. Hayat hikayen, ayaklarının üzerinde durman gurur verici Mine. Peki ne istiyorsun?”

“Ne?”

“Ne istiyorsun?”

“Ben... Ne istediğimi bilmiyorum...”

“Ne istiyorsun Mine? Biliyorsun.”

“Bilmiyorum. Bir gün onu sevdiğimi hissederken bir gün ondan uzak olmak istiyorum. Bir gün o evden taşınmaya karar veriyor, bir başka gün sonsuza kadar orada yaşamak istiyorum. Bilmiyorum.”

“Mine...” dedi sabırla, “Ne istiyorsun? Eğer tam şu an neyi seçersen seç, nasıl yaşamayı seçersen seç hayatının bundan sonra hep müthiş gideceğinin garantisini alabilsen ne şekilde yaşamayı seçerdin? Hangi yoldan giderdin?”

Bu soru kalıbını defalarca duymak kafamda bir şeylerin oluşmasına yardımcı olmuştu.

“Sanırım...” dedim çaresizce, “Onunla olmak isterdim. Eğer her şey güzel gidecekse, hiçbir sorun olmayacaksa, her şey mahvolmayacaksa.”

Gülümsedi.

“Efe ile mi?” diye sordu. Başımı salladım.

“Korkuyorum.” diye mırıldandım, “Bilmediğiniz çok şey var.”

“Anlatmak istersen bil ki bana anlattığın her şey sadece senin ve benim aramda kalacak. Bu benim mesleğim, bana ne anlatırsan anlat bunu gidip bir başkasına anlatamam. Efe benim arkadaşım olsa bile.”

Sonra bana göre hayatımın en cesur adımını attım. Oturduğum bu koltukta ona tüm hikayeyi baştan sona bir kez daha anlattım. Bu sefer Yeşil Küpeli Kız hikayesini de anlattım. Efe’nin alt katına neden taşındığımı, her şeyi... Duydukları karşısında şaşkındı, çünkü YKK’yı tanıyordu. Hatta takip ediyordu.

“Kötü bir insan değilim.” dedim çaresizce, “Oraya taşınmam büyük bir hataydı. Efe ile ilgili öğrendiğim hiçbir şeyi haber yapmadım, haber yapılmasına bile engel oldum. Ben sadece hırsıma yenik düştüm. Şimdi işin içinden çıkamıyorum. Onunla olmak istiyorum, onunla olmaktan korkuyorum. İncinmekten ve incitmekten korkuyorum.”

“Tamam, sakin olalım bakalım. Şaşkınlığımın sebebini yanlış anlama, seni internetten tanıdığım ve takip ettiğim için şaşırdım. Yoksa emin ol öyle vakalardan öyle hikayeler dinliyorum ki anlattıkların bana çok da şaşırtıcın geldi diyemem. Neler neler duyduğumu bir bilsen...”

“Peki ne yapmalıyım?” diye sordum evdeki vazoyu kırmış küçük bir çocuk gibi.

“Ona her şeyi anlatmalısın.” dedi bir anda.

“Yapamam!”

“Bir gün mutlaka öğrenecektir, emin ol. Eğer onu karşına alıp tüm bunları anlatırsan canı çok daha az yanacaktır. Bunları senden duymalı Mine, bir başkasından değil. Eğer bunu bir başkasından öğrenirse bir şansınız olabileceğini düşünmüyorum. Bir psikolog olmaktan öte, Efe’yi tanıdığım için söylüyorum. Doğru olan ona anlatman.”

Can ile olan konuşmamız yaklaşık on dakika daha sürüp tamamen bittikten sonra Efe ve Ece ile birlikte oradan ayrıldık. Can’ın söylediği tek şey sakinleşmem, dinginleşmem, bol bol düşünmem ve tüm bunları Efe bir başkasından öğrenmeden ona anlatmamdı. Arabaya bindiğimizde Efe arabayı çalıştırırken bir yandan da birine mesaj yazıyordu. Gözlerim merakla telefonunu görmeye çalışırken başını kaldırdı.

“Sorabilirsin.” dedi.

“Neyi?” diye sordum.

“Kime mesaj yazdığımı...” Utanarak geri çekildim.

“Sadece saate bakıyordum.”

“Saati de sorabilirsin.” dedi Efe gülerek.

“Tamam soruyorum o zaman.”

“Menejerime yazıyorum.” diye cevapladı.

“Onu değil, saati soruyordum.”

“Ha, öyle mi? Saat 10.54.” Başımı sallayıp önüme döndüğüm sırada Efe konuşmaya devam etti.

“Hadi sor.” dedi.

“Neyi?”

“Ne yazdığımı sor. Aklında kaldı, biliyorum.”

“Tamam,” dedim pes ederek, “Belirsizliklere gerek yok. Ne yazdın?”

“Yeşil Küpeli Kız’ın telefon numarasını bulmasını istedim.” dedi Efe. Cümlesini duyduğum an başımın döndüğünü hissettim. Sanki araba altımızdan yok olmuş ve geri gelmiş gibiydi. Dünyaya baş üstü düştüğümü hissettim.

“Ne?” dedim algılamakta zorlanarak, “Kim?”

“Yeşil Küpeli Kız. Şu magazin yazıları yazan kız. Tanımıyor musun?”

Tanımıyor olduğunu söylemen çok salakça olur, bizi tanımayan yok ki!

Haklısın, İç Ses.

“Tanıyorum. Onun telefon numarasıyla ne yapacaksın ki?”

“Telefon numarasındaki sayılardan bir şarkı yazacağım...” dedi dalga geçerek, “Ne yapabilirim, onu arayacağım.”

“Neden?” dediğim an Efe gülümseyerek yüzüme baktı.

“Kıskandın.” dedi sessizce.

Aynen, kendimi her zaman çok kıskanmışımdır.

“Hayır, kıskanmadım. Sadece merak ettim.”

Gözlerimi ilerleyen yolda çalışan araba sileceklerine çevirdim. Efe’nin vereceği cevabı korku içinde bekliyordum. Yeşil Küpeli Kız olduğumu anlamamıştı, bu her halinden belliydi. Fakat neden aramak istiyordu? Telefon numaramı bulabilirler miydi? Sanırım bulamazlardı.

“Menejerim sabahtan beri haberleri kimin kaldırttığını bulmaya çalışıyor. Yeşil Küpeli Kız’ın kaldırttığını öğrenmiş.”

“Öyle mi?” dedim yapmacık bir şaşkınlıkla, “Böyle bir şeyi neden yapmış ki?”

“İşte orası daha ilginç. Annem kalp krizi geçirdiğini söylemiş. Bu zaten bilinen bir şey. Bu haberlerin onun durumunu kötü etkileyebileceğini söyleyerek kaldırılmasını önermiş.”

“İlginç.” dedim şaşkınlıkla. Bunu Seran Medya’dan birinden öğrenmiş olmalılardı. Bunu nasıl söyleyebilirlerdi? Bunu nasıl anlatırlardı?

“Peki sen onu ne için arayacaksın?” diye sordum korku içinde.

“Teşekkür edeceğim.”

“Teşekkür mü edeceksin?”

“Evet, sonuç olarak tamamen iyi niyetle yaptığı bir hareket. Teşekkür edeceğim.” O sırada Efe’nin telefonuna bir mesaj geldi. Efe bir yandan yola bakarken bir yandan mesajı okuyordu. Göz ucuyla baktığımda ekranda yazan sayıları görebiliyordum. Bu YKK’nın numarası mıydı? Telefonumu belli etmeden elime aldım ve ikinci hattım için uçak modunu açtım. Şükürler olsun ki iş ve kişisel hayatım için iki ayrı hat kullanıyordum.

“Telefon numarasını bulmuşlar... Ama telefonu kapalı.” diye açıkladı Efe, sonra da menejerine göndermek üzere bir ses kaydı yapmaya başladı.

“Telefonu kapalı. Sen aramayı denersin, açık olduğunu görürsen bana haber ver ben arar teşekkür ederim.”

Sonra telefonunu kucağına koyup yola odaklandı. Telefonu kucağında titreyince bana döndü. Telefonunu bana doğru uzattı.

“Mine, bana mesajı okur musun? Yola odaklanamıyorum.”

“Tabi, okurum.” diyerek telefonunu elime aldım. Menejerinin yazdığı mesaj aynen şuydu,

“Dilan’dan öğrendim, bugün öğleden sonra Seran Medya’da olacakmış. İstersen gidelim, yüz yüze teşekkür ederiz.”

Mesaj kalbimin tam ortasına oturdu. Dudaklarım aralık kalmıştı. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Bana bu kadar yaklaşmış olamazlardı. Gerçeği öğrenmeye bu kadar yaklaşmış olamazlardı. Kalbimin sıkıştığını hissediyordum.

“Mine.” dedi Efe, “İyi misin?”

“İyiyim...”

“Mesajda ne yazıyor? Kötü bir şey mi?”

“Hayır.” dedim sessizce, “Okumayı unutmuşum, pardon. Şöyle yazmış, ‘Dilan’dan öğrendim, bugün öğleden sonra Seran Medya’da olacakmış. İstersen gidelim, yüz yüze teşekkür ederiz.’ Cevap yazayım mı? Gidecek misin?” diye sordum çaresiz gözlerle ona baktığım sırada.

“Cevap yazarsan sevinirim.” dedi, “Saat 13 gibi orada olurum yazar mısın?” Hüzünle gözlerimi kapattım.

“Tabi,” dedim, “Yazarım...”

Dediği mesajı yazdıktan sonra telefonunu ona geri verdim. Eve gidene kadar yağmuru izleyip durdum. Gölgem beni bırakmıyordu, gölgem hep peşimdeydi. Can’ı dinlemek zorundaydım. Efe’ye tüm gerçekleri anlatmak zorundaydım. Artık medya dünyasındaydı ve giderek yükseliyordu. Bir ünlü bir haber öğrenmek istediğinde bu haberi ona vermeyecek medya kuruluşu sayılı denecek kadar azdı. Efe benim kim olduğumu öğrenmek isterse öğrenecekti. O öğrenmeden ben anlatmak zorundaydım.

“Uyumuş.” dedi Efe arka koltuktaki Ece’yi izlerken, “Sen şemsiyeyi al, ben de Ece’yi kucağıma alayım ve sizi eve çıkarayım.”

“Sonra?” dedim merakla.

“Sonra gitmem gerekiyor. Birkaç işim var. Daha iyisin, değil mi? Eğer kötüysen kalabilirim.”

Ona kötü olduğumu söylemek, gitmesine engel olmak kötülük olurdu. Başımı salladım.

“İyiyim. Sorun yok.”

Birlikte arabadan indikten sonra benim elimde şemsiye, Efe’nin kucağında Ece yağmurun altında girdik No 26’ya. Efe bizi yukarı çıkarıp Ece’yi koltuğa yatırdığı sırada ben Ece’nin üzerini örtüyordum. Efe kapıya ilerlerken bana doğru döndü.

“Can senin biraz yalnız kalman gerektiğini söyledi...”

“Bunu sana mı söyledi?” diye sordum, “Ne zaman?”

“Biz çıktığımızda mesaj atmış.”

“Başka bir şey söyledi mi?” dedim korkuyla.

“Hayır, sadece biraz yalnız kalmanı ve kafanı dinlemeni önermiş. Aslında bakarsan biraz da o yüzden gidiyorum. Kötü bir sabah geçirdin. Biraz yalnız kalıp düşünmelisin, dinlenmelisin. Eğer istersen akşam arkadaşın Efe olarak gelip yanında olurum, içindeki her şeyi dinlerim. Tamam mı?”

“Tamam.” dedim başımı sallayarak, “Ve seni suçladığım için özür dilerim. Fotoğrafların çekileceğini bilemezdin. Sana kırk yıldır ünlüymüşsün ve bu hayatı biliyormuşsun gibi davrandım. Hiçbir şey bilmiyordun, böyle olacağını bilemezdin.”

“Beni anlamana sevindim Mine. Bu bir ilk. Fakat yine de böyle olacağını öngörmeliydim, seni böyle bir olayın içine sürüklememeliydim. Ve belki de...” dedi ama devam edemedi.

“Belki de ne?”

“Belki ben de sana sürüklenmemeliydim.”

“Ne demek bu Efe?” dedim endişeli bir ses tonuyla. Efe bir dakika kadar etrafına bakındı. Gözleri boş ve pes etmiş bakıyordu.

“Bir gururum var Mine...” dedi gözlerime bakmadan.

“Peki bu ne demek? Neden böyle şeyler söylüyorsun?”

“Peşinde koşturuyorum.” dedi umutsuz bir sesle, “Beni gör diye çırpınıyorum. Nereye baksan orada olmaya çalışıyorum. Bir aptal gibi...”

“Hayır Efe, ben seni zaten görüyorum. Böyle düşünmene neden olduğun için senden binlerce kez özür dilerim. İçinde bulunduğum ruh halini biliyorsun.”

“Biliyorum Mine. İyi olmanı istiyorum ve iyi olman için elimden gelen her şeyi yapmaya hazırım. Ama...” dedi ve yüz ifadesi giderek ciddileşirken sonunda gözlerime baktı.

“Ama ne Efe?”

“Ama ben artık senin için savaşmayacağım Mine. Hep yanında olacağım ama senin için savaşmayacağım. Ne zaman ihtiyacın olursa, ne zaman kötü hissedersen üst kattayım. Çünkü benim de bir kalbim var... Şimdi gitsem iyi olacak. Görüşürüz, ne zaman ihtiyaç duyarsan.”

Efe kapıya doğru ilerlerken arkasında kalakalmıştım.

Aptalsın Mine, aptalsın.  

“Efe, bekle. Seni üzecek bir şey mi yaptım? Yani sabah yaşananlardan sonra seni kıracak bir şey mi yaptım?” dedim telaşla.

“Hayır.” dedi, “Aksine, tanıştığımızdan beri ilk kez senin tarafından kırılmadım.”

“O zaman sorun ne? Bunları bana neden şimdi söylüyorsun?”

“Sadece... gururumu ayaklar altına almaktan yoruldum. Bu kadar.”

“Anladım...” dedim çaresizce. Efe kapıyı açıp dışarı çıktığında öylece ayakkabılarını giymesini izliyordum. Bana elini kaldırıp veda ederken o gidene kadar merdivenleri izledim. O gittikten sonra merdivenleri izlemeye devam ettim. Yaklaşık yarım saat boyunca, orada antrenin halısında oturup merdivenleri izledim.

Belki de artık savaşması gereken bendim. Ne dersiniz?

Görmemek için kalbimin derinliklerine gömüp gizlediğim duygularım orada filiz vermiş, bir saksı dolusu çiçek olmuştu. Artık onları görmezden gelmem imkansızdı. Onlar varken Efe’siz yaşamam ise imkansızdan da öteydi.