18.Bölüm : Dünyanın Tanımı

Beyza Alkoç

*Ben sadece sana hayranım.*

Telefonum çalıyordu. Belki onuncu belki de yirminci kez. Sayı sayma yeteneğimi kaybetmiştim, koltukta uyuyan Ece’nin yanında yerde oturmuş balkonu izliyordum. Arayanın kim olduğunu tahmin edebiliyordum. Halsizce ve mutsuzca telefonuma uzandım. Seran Medya Dilan arıyordu, tam tahmin ettiğim gibi. Saat 13.46’ydı. Efe çoktan oraya ulaşmış olmalıydı, belki de hala Yeşil Küpeli Kız’ı bekliyorlardı. Telefonu kapatıp mesaj sayfasına girdim ve Dilan’a bir mesaj yazmaya başladım.

“Dilan Hanım, merhaba. Ufak bir kaza geçirdiğim için bugün gelemeyeceğim. Ama müsait olduğum en kısa zamanda orada olacağım. İyi günler dilerim.”

Sadece iki dakika sonra cevap geldi.

“Çok üzüldüm YKK. Sorun değil, sen iyi misin?”

Mesajda çok üzüldüğünü söyleyip arkamdan bir ton eleştiri yaptığına emindim. Kaza hikayesine inanmadığına da emindim. Salak değildi.

“İyiyim.” Yazıp gönderdim. Konuşmanın uzamasını istemiyordum.

Başımı Ece’nin başına yasladım. O koltukta ben yerdeydik, sadece birkaç dakika sonra uykuya daldım ve öylece kafa kafaya uyuduk. Gözlerimi açtığımda Ece’nin uyandığını, üzerimi kırmızı bir battaniyeyle örttüğünü ve kendine de bir bardak süt alıp çizgi film açtığını gördüm.

“Yaşıyorsun bu hayatı...” diyerek güldüm.

“O da ne demek?” dedi Ece şaşkınlıkla, “Sen de yaşıyorsun. Sen ölü müsün?” Bir çocuğun anlaması için oldukça zor bir cümle kurmuştum sanırım.

“Hayır, tabi ki ben de yaşıyorum. Ben başka bir şeyi kast etmiştim aslında. Espri yapmıştım.”

“Espri mi?”

“Evet, büyüyünce anlarsın.”

Ece gülümseyip çizgi filmini izlemeye döndüğü sırada ben toparlanıp kalktım ve üzerimdeki kırmızı battaniyeyi katlayıp yatak odasına götürdüm. Efe ne bir mesaj göndermişti ne de aramıştı. Bir anda ne olup da değiştiğini anlamaya çalışıyordum ama bunu anlamam imkansızdı. Ona mesaj atmalı mıydım? Dışarıdaki bahar yağmurları durmak nedir bilmezken kendime bir fincan kahve yapmaya karar verdim.

“Ece, sandviç hazırlamamı ister misin?” diye seslendim koltukta oturan Ece’ye. Amerikan mutfağın faydalarından biri de mutfakta vakit geçirirken koltukta oturan Ece’yi izleyebilmemdi.

“Hayır ama elma yiyebilir miyim?”

“Tabi ki yiyebilirsin.” Ece’ye de kırmızı bir elma çıkarıp kendi kahvemle birlikte salona doğru ilerledim.

“Al bakalım ufaklık.”

Ece’ye elmasını verdikten sonra kahvemi ve dizüstü bilgisayarımı da alıp balkona çıktım. Gözlerim binanın girişindeki No 26 yazısının karşı binanın camlarındaki yansımasına takıldı. Yazı sanki biraz yamuk mu duruyordu? Bir santim kadar.

Normalde bunu fark etme ihtimalin yüzde sıfır bile değil Mine, biliyorsun değil mi?

Susar mısın, İç Ses?

Telefonumu çıkardım ve Efe’ye mesaj yazmaya başladım.

“Selam, rahatsız ettiğim için kusura bakma. Bir şey söylemem gerekiyor.

Cevap saniyesinde geldi, sanki telefonu elinde benim mesaj sayfamı açmış bekliyordu.

“Tabi, bir sorun mu var Mine?”

Şimdi ne yazacaksın, binanın girişindeki tabela bir santim sola doğru eğilmiş mi diyeceksin mesela?

Aynen öyle diyeceğim, fikirlerimden rahatsız oluyorsan çık git içimden.

İç sesinle kavga ettiğinin farkındasındır umarım.

“Binanın girişindeki No 26 tabelası yamulmuş. Onu söyleyecektim. Haberin olsun.”

Mesajı göndermenden önce on saniye kadar mesajın saçmalığının üzerine düşündüm. Sonra gönder tuşuna bastım ve utanç hissiyle telefonun başında beklemeye başladım. Ne düşünecekti kim bilir? Ona yazmak için bahane bulduğumu düşünecekti. Ve galiba ona yazmak için bahane bulmuştum.

“Tamam, teşekkür ederim. Bugün düzelttiririm.”

Bu kadar mı? Yani insan en azından bir “Bugün düzelttiririm, bu arada şu anda şuradayım, bunu yapıyorum.” gibi günüyle ilgili bir haber verirdi. Telefonumu hayal kırıklığı içinde masaya bıraktım. Sonra son bir umut telefonumu bir kez daha elime aldım.

“Teşekkür ederim.” yazdım. Son bir umut yazdığım mesajın bu olması çok mantıklı değildi tabi.

Efe’den cevap gelmedi ve cevap gelmesini de bekleyemezdim. Telefonumu masaya bırakıp bilgisayarımı açtım. Yeşil Küpeli Kız sayfasına gelen mesajlar bir yığın olmuştu. Neden paylaşım yapmadığım, iyi olup olmadığım soruluyordu. Bir açıklama yapmalı mıydım? Buna değer miydi? Sıkıntılı bir iç çekip bilgisayarımı kapattım. Hiçbir şey yapmak istemiyordum. Başarı isteği, hırs, heyecan, hepsi uçup gitmişti. İçimde geriye sadece güzel duygulara dair özlem kalmıştı. Üstelik bedenim herhangi bir güzel duygunun nasıl hissettirdiğini bile çok iyi bilmiyordu. Güzel hislere aşina değildim.

Saatler geçip giderken tek yaptığım düşünmekti. Tek yaptığım ne istediğime karar vermeye çalışmak, içimdeki dengesizliği aşmak ve içimdeki dengesiz teraziyi bir dengeye oturmaktı. Hayattan isteklerim ve beklentilerim neydi? Nasıl para kazanmak istiyordum mesela? Anonim bir magazin yazarı olmaktan mutlu muydum? Psikolog Can’ın dediği gibi eğer her şeyin iyi olacağını bilsem hangi hayatı seçerdim? Neyi seçerdim? Bunları düşünüp durdum.

Dünya benim oyuncağım değildi. İnsanların duyguları benim oyuncağım değildi. Bir gün öyle, bir gün böyle diyerek kimsenin kalbini kırmaya hakkım yoktu. Emin olmadığım hiçbir duygumun, hissimin, hayalimin üzerine bir başkasının kalbinde bir kapı açamazdım, açmamalıydım.

Ne olursa olsun, her hayalimde Efe’yi yanımda görüyordum. Her şey iyi olsun veya olmasın. Tek istediğim Efe ve Ece’ydi. Başka kimse değil, hiçbir şey değil. Tüm bu düşüncelerimi tek tek not aldım, bir deftere uzun uzun yazdım. Sonra kalkıp mutfağa geçtim ve yemek yapmaya başladım. O sırada Ece de mutfak masasına oturmuş resim çiziyordu.

“Bunlar kim, biliyor musun?” diye sordu Ece çizdiği resimdeki karakterleri göstererek. Bir büyük adam ve bir büyük kadın küçük bir kızın elinden tutmuşlardı. Kim olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerekti..

“Bir düşüneyim bakalım. Yoksa Efe Abin ve ben mi?”

“Eh, evet!” dedi Ece gülerek.

“Peki bu kim?” dedim parmağımla kenarda duran figürü göstererek. Garip bir şekil çizmişti. Bir insan bedeni, ama vücudu kalp şeklindeydi. Kafası vardı ama yüzüne hiçbir şey çizmemişti.

“Bu...” dedi tereddütle, “Annem.” Bu kelimeyi Ece’nin ağzından duymak beni duygulandırmıştı. Ona doğru eğildim ve saçlarını öptüm.

“Neden böyle çizdin?” diye sordum.

“Çünkü neye benzediğini bilmiyorum. Bir kalbe benziyor olabilir.” Gülümsedim. Başımı salladım.

“Bir kalbe benziyor olabilir...” dedim onu tekrar ederek.

Ece çizim yapmaya devam ederken ona arkamı döndüm ve yemek yapmaya odaklanmaya çalıştım. Sol gözümden bir damla yaş akarken Ece’nin cümlelerinde kendimi görüyordum. Ruhunda, kalbinde, kurduğu cümlelerde küçük Mine’yi görüyordum.

Ece ile birlikte akşam yemeğimizi yedikten sonra televizyonun başına geçmiştik. O çizgi film izliyordu ben de bir kişisel gelişim kitabı okuyordum. Yaklaşık yarım saati bu şekilde sessiz ve huzurlu geçirdikten sonra kapının çaldığını duydum.

“Sen otur tatlım.” dedim Ece’ye.

“Zaten kalkamam çok heyecanlı bir sahnedeyim!” Gumball seyrediyor olması dışında bir problem yoktu. Gumball’daki heyecanlı sahnenin ne olduğu benim için bir merak konusu olarak kalırken kapıya doğru yürüyordum. Gelen Efe olabilir miydi?

Kapının deliğinden heyecanla baktığım sırada gelenin Efe değil Efe’nin bateristi Berkay olduğunu gördüm. Merakla ve endişeyle kapıyı araladım. Efe’ye bir şey olmuş olabilir miydi? Öyle olsa bile Efe’nin bateristi Berkay’ın burada ne işi olurdu ki?

“Selam.” dedi aldırışsız bir tavırla.

“Merhaba, buyurun.” dedim olabilecek en mesafeli ses tonumla.

“Eee,” dedi ve düşmemek için kapımın yanındaki duvara tutundu. Sarhoş muydu? Sarhoştu.

“Sarhoşsunuz sanırım. Gitseniz iyi olacak.” Kapıyı yüzüne kapatmaya çalıştığım sırada elini kapıya koydu ve sertçe itti.

“Dur,” dedi, “Bir saniye. Dinle beni.” Zar zor konuşuyordu ve aynı şekilde zar zor ayakta duruyordu.

“Lütfen hemen gidip yoksa polis çağırmak zorunda kalacağım.”

“Dur, dur, dur!” dedi kapıyı bir kez daha ittiği sırada, “Sadece bir saniye...” Sonra başını kaldırıp boş bol yüzüme baktı.

“Ne söyleyeceksen söyle ve git.” dedim sabırsızca bir öfkeyle.

“Sadece...” dedi, “Bazen seni izliyorum. Provaya geldiğimizde. Balkonda oturuyorsun. Çok güzelsin. Yüzün çok güzel...” diye saçmalarken sözünü kestim.

“Efe’yi arayacağım.” Cebimden çıkardığım telefonumla Efe’nin numarasına tıkladığım an elini uzatıp telefonumu sertçe aldı ve evin koridoruna fırlattı.

“O s*ktiğimin aptalını arayamazsın!” dedi, “Herkes Efe Duran hayranı oldu! Efe biz olmadan kimdi ha kimdi? Efe daha dünki çocuk!” diyerek Efe’ye olan kıskançlığının öfkesini bana bağırarak çıkarmaya çalıştığı sırada Efe’nin kapısının açıldığını duydum.

Efe merdivenlerden aşağı inerken içimde birikmeye başlayan korku ve öfke hissi yerini “Güvendeyim.” hissine bırakmıştı. Efe geliyordu. Öfkeden delirmek üzere olduğunu gözlerinden görebiliyordum. Berkay’ı üzerindeki ceketten tuttu ve bana döndü.

“İçeri gir.” dedi sertçe.

Beni içeri sokup kapımı çektikten sonra merdivenden gelen küfür sesleri eşliğinde Berkay’ı merdivenlerden üst kata sürüklediğini görebiliyordum. Grubun diğer üyeleri de yukarıdaydı, seslerini duyabiliyordum. Aklım o kadar Efe’de kalmıştı ki neredeyse yukarı çıkacaktım. Yukarıdan gelen bağırış ve bateri sesleri beni korkutuyordu.

Neyse ki yukarıda birçok insan vardı. Efe’yi sakinleştirecek, Berkay’ı alıp götürebilecek birçok insan vardı. Efe yanlış bir şey yapmazdı, biliyordum. Koridorda duran telefonumu alıp yarım saat boyunca balkonda oturup yukarıdaki durumun ne olduğunu anlamaya çalıştım. Fakat hiçbir şeyi anlamak mümkün değildi. Sonra telefonum bir mail bildirimiyle titredi. Yeşil Küpeli Kız mailine gelen maile şok içinde baktım. Mail Efe’den geliyordu. Yukarıda kocaman EFE DURAN yazıyordu. Merakla maile tıkladığımda karşıma bir video ve bir açıklama yazısı çıktı.

“Merhaba Yeşil Küpeli Kız.

Ben Efe Duran.

Benim için yaptığın güzellik için sana teşekkür etmek istemiştim. Karşılaşmak fırsat olmadı. Teşekkür ederim. Bu da sana teşekkür hediyem, kimsede olmayacak ve olamayacak bir haber fırsatı. Bateristim Berkay’ın gruptan “kovulduğunu” ve sebeplerini açıkladığı kısa bir video. Herkese yaymakta özgürsün. Teşekkür ederim. Her şey için...

-Efe Duran.”

Buz gibi olmuş ellerimin buz gibi olmuş parmaklarıyla videoya tıkladım. Video sadece elli yedi saniyelik bir videoydu. Berkay bir koltuğa oturmuş bir açıklama yapıyordu.

“Merhaba. Ben Berkay Altunkar. Bugün sizlerle aylardır birlikte çalıştığım sanatçı Efe Duran tarafından grubumuzdan ayrılmam istendiği haberini paylaşmak istiyorum. Sebebi ise Efe Duran için oldukça önemli olan birini taciz ve rahatsız etmemdir. Hakkımda yapılacak her türlü eleştiride ve yorumda haklı olduğunuzu şimdiden kabul eder, her birinize iyi günler dilerim. “

Ben tam bu satırları okuduğum sırada Berkay’ın grubun diğer üyeleri tarafından arabasına bindirilip gönderildiğini gördüm. Efe benim için Berkay’a böyle bir video çektirmişti, onu gruptan kovmuştu. Belki de bu Yeşil Küpeli Kız’ın son haberi olacaktı. Ama bu zamana kadar yaptığım haberlerin en büyüklerinden biriydi bu. Videoyu telefonuma indirip hesabıma yükledim.

“Merhaba sevgili magazin aşıkları... Günün bombasına hazır mısınız? Bu sefer açıklama bende değil, videonun içinde. İyi yorumlaşmalar dilerim. – YKK.”

Videoyu paylaşıp başımı kaldırdım. Efe’nin balkonda hava aldığını gördüm. Yansımamı görmüş olacak ki içeri girdi ve sadece iki dakika sonra kapımı çaldı.

“Abla ne oluyor?” diye sordu Ece, çizgi filmin sesi o kadar açıktı ki kapıda olanları duymamıştı bile.

“Bir şey yok canım. Efe Abi’nin bir arkadaşı biraz yaramazlık yaptı.”

Ece’nin önünden geçip kapıyı açtım ve karşımda duran Efe’ye baktım. Üstü başı dağılmıştı. Eliyle içeriyi gösterdi.

“Girebilir miyim?” diye sordu. Başımı salladım.

“Tabi.”

Efe Ece ile sarılıp kısa da bir sohbet ettikten sonra birlikte balkona geçtik. Koltuklardan birine oturduğunda uzanıp balkonun camlarını açtım. Karşısına oturdum ve derin bir nefes aldım. Yorgun ve bunalmış görünüyordu.

“Senden onun adına özür dilerim.” dedi enerjisiz bir sesle, “Bu binanın yöneticisi olarak, bu binanın ve bu dairenin sahibi olarak, Berkay’ın grubunun solisti olarak ve her şeyden öte senin bir arkadaşın olarak bunun yaşanmasına izin vermemeliydim. Suçlu olan benim. Bir şerefsize iş vermemeliydim.”

“Kendini suçlama.” dedim çaresizce, “Sen iyi niyetli bir insansın. Ünlülerin dünyasında birçok kötü insan var. Buna alışsan iyi olur...”

Efe uzun uzun yüzüme baktı.

“Sana bir şey yaptı mı?” diye sordu. Bu soruyu sorarken duymaktan korktuğu birçok cevap vardı, gözlerindeki korkuyu ve öfkeyi görebiliyordum.

“Hayır,” dedim, “Sadece saçma sapan birkaç şey söyledi. Bu kadar.”

O sırada Efe’nin telefonu çaldı. Telefonunu açıp kulağına götürdüğünde oldukça sinirliydi, sanki bir cümlesiyle dünyayı yakabilecek kadar bıkmış görünüyordu.

“Evet, o videoyu ben yolladım.” dedi tekdüze bir sesle, “Neden mi? Çünkü canım istedi de ondan.” deyip telefonu arayan kişinin yüzüne kapattı. Telefonu bir kez daha çalınca tamamen kapattı ve masaya bıraktı. O sırada benim masada duran telefonumu gördü.

“Ekranın kırılmış.” dedi, “Neden?”

“Sorun yok.” dedim sessizce.

“Neden? Ekranın neden kırıldı?” dedi bir kez daha.

“Seni aramak istedim. Telefonumu alıp yere fırlattı.”

“Telefonunu alıp yere fırlattı.” diye tekrar ettiğinde içinde büyüyen öfke taşmak üzere gibiydi. Ellerini yüzüne götürüp tahammülsüzce yüzünü ovuşturdu.

“Gitmem lazım.” diye devam etti ve öfkeyle ayağa kalktı, “Yarın sabah birkaç polis ifade almaya gelecek. Onlara olan biten her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlat.” diyerek içeri doğru yürüdü.

“Efe Abi gidiyor musun?”

“Görüşürüz ufaklık.”

“Görüşürüz!”

Efe dur durak bilmeyen öfkesini de alıp kapıya doğru ilerledi. Ben ise peşinden gidiyor ve onu nasıl durdurabileceğimi düşünüyordum. Peki durdurmazsam ne olurdu? Efe daha ne yapabilirdi?

“Ona zarar verme.” dedim çaresizce, “Bu sana yakışmaz. Sabah olduğunda gidip onun hakkında şikayetçi olacak olan benim, bu işi polislere bırak. Lütfen Efe...”

Hiçbir cevap vermedi. Öylece yüzüme baktı. Sanki yanında olmadığım birkaç saat onu bunalıma sürüklemiş gibiydi. Kötü bir haber filan almış olabilir miydi?

“Lütfen Efe...” dedim bir kez daha. Derin bir nefes aldı. Biraz olsun sakinleşmiş gibiydi.

“Gidip bir yerde oturup sessizlik içinde düşünmek ve içimdeki her şeyi halletmek istiyorum...”

“Ben de gelebilir miyim?” diye sordum. Onun yanında olmak istiyordum, iyi görünmüyordu, “Ama Ece var...” dedim çaresizce.

“Gelmek mi istiyorsun?” dediğinde yanında olmak istememe şaşırmış gibiydi.

“Evet.” dedim başımı sallayarak.

“Ece’yi de al. Sahile gideriz. O da biraz deniz havası almış olur...”

Sadece on dakika sonra Efe, Ece ve ben arabadaydık. Sahile giden yola çıkmış yağmur havasını sonuna kadar açık camlardan içimize çekiyorduk. Efe arabayı deniz kenarına çektikten sonra Ece ve ben inip onu beklemeye başladık. Arabasının bagajından bir yağmurluk ve bir şemsiye aldı. Yağmurluğu yere serdi ve şemsiyeyi açtı.

“Çok güzel.” dedi Ece, “İlk defa yağmur yağarken denizi görüyorum. Denizin suyu taşmaz mı?”

“İçi dolan her şey taşmaz ufaklık.” dedi Efe, “Taşsa kalbim taşardı.”

Kısa bir sessizlik oldu. Efe şemsiyesini ağaca bağlamıştı, yağmurdan olabildiğince korunduğumuz sırada Ece oturduğumuz yerde bana sarılmış ve mayışmış gözlerle denizi izliyordu. Benim aklım ise yanımda oturan Efe’nin kurduğu son cümledeydi.

“Hani dengesiz olan bendim?” diye sordum.

“Ne?” dedi Efe anlam veremeyerek.

“Dengesiz olan bendim, şimdi ise dengesiz davranan sensin. Güya bana karşı duyguların vardı, güya hep yanımdaydın. Bugün ise bir anda değiştin. Sadece yardım isteyebileceğim bir komşuya dönüştün. Üstelik ben düzelebilmek için çabalarken...” Efe sessizce gülümsedi.

“Yanlış bir arkadaş tavsiyesi almışım demek ki...” diye mırıldandı.

“Ne demek bu? Ne tavsiyesi?”

“Bugün görüştüğün psikolog arkadaşım Can’dan ısrarla bir tavsiye istedim. Sana nasıl davranmam gerektiğiyle ilgili. Yol boyunca ona mesaj atıp durdum. O da sen ne istediğini anlayabil diye senden uzaklaşmamı söyledi.”

“Sen ciddi misin?” dedim şaşkınlıkla, “O yüzden mi böyle davranıyordun? Sırf ben ne istediğimi anlayabileyim diye.”

“Evet.” dedi başını yüzüme çevirip, “Anlayabildin mi?” diye sordu.

“Neyi?”

“Ne istediğini.”

“Evet,” dedim gözlerimi gözlerine dikerek, “Anlayabildim.”

“Ne istiyormuşsun?” dediği an derin bir nefes alıp tüm kalbimle ve tüm cesaretimle yanıtladım.

“Seni.”

Efe’nin gözleri gözlerimin önünde dolarken yüzü yüzüme yaklaştı. Dudakları dudaklarıma değip kendini geri çektiği sırada alnı alnıma yaslıydı.

“Beni mi istiyorsun?” dedi emin olmak için, sanki sesi bile titriyordu.

“Evet,” dedim, “Seni istiyorum. Her şey iyi olsun veya mahvolsun, umrumda değil. Ben hayranların gibi yalnızca müziğini dinlemek istemiyorum, ben senin ruhunu da dinlemek istiyorum. Ben notalarını değil, seni istiyorum Efe Duran.”

Efe duyduklarına inanamıyor gibiydi.

“Milyonlarca hayranım olması umrumda değil.” dedi, “Ben sadece sana hayranım.”

Yağmur şiddetini arttırırken kendimi hayatımda ilk defa ait olduğum yerde hissediyordum. Sanki gökyüzünün üzerindeydik, dünya ardımızda değil altımızda kalmıştı. Başımı eğip birbirini tutan ellerimize baktığımda dünyanın üzerindeydim ve dünyaya bakıyorum sanki.

Ellerimi tutan elleri dünyanın tanımıydı.

Dünya yaşamın ve ölümün, başlangıç ve bitişin, iyinin ve kötünün bir arada olduğu tek yerdi. Aşk da böyleydi, içinde iyiye ve kötüye dair her şey vardı ama aşk aşktı işte. Her şeye rağmen oradaydı, her şeye rağmen vardı.

Ne istediğimi biliyordum, geriye tek bir şey kalmıştı. Efe’ye tüm gerçekleri anlatacaktım, kim olduğumu, ne yaptığımı, neden yaptığımı... Her şeyi.