17.BÖLÜM : KIRIK AT NALI.

Beyza Alkoç
0

17.Bölüm : Kırık At Nalı.

Saatlerdir yoldaydık. Kimse konuşmuyor ve her biri acısını üzerinden geçtiğimiz topraklardan çıkarmak istercesine süratle ilerliyordu. Tam o saatlerde, yaşamın birer muhalifi gibiydik. Hayatın elleri arasında hırpalanmış, yıpranmış ve yorulmuştuk fakat her şeye rağmen yol almaktan ve ilerlemekten başka şansımız yoktu.

Arasından geçtiğimiz ormanların sık ağaçlarının dalları ara ara yüzlerimize kadar uzanırken bir uyuyor, bir uyanıyordum. Düşünceler kafamın içini asla terk etmiyor, acı ise kalbime her dakika daha çok kazınıyordu. Ben henüz birkaç gündür tanıdığım birilerini kaybetmişken onlar dava arkadaşlarını, dostlarını kaybetmişlerdi. Hazar’ın atını ne kadar sevdiğini, ona ne kadar bağlı olduğunu atına dokunuşlarından bile anlayabilirdiniz, oysa şimdi atını da eski dostlarıyla birlikte kaybetmiş, ardında bırakmış ve birini daha kaybetmemek için son sürat ilerliyordu.

Yolculuğun son saatlerine girdiğimizde başımı çevirip göz ucuyla arkamda oturan Hazar’a baktım. Onun gözleri ise yoldan asla ayrılmıyor, öfkesi yüzünden silinmiyordu.

“İyi misin?” diye sordum. Yanıt vermedi.

Yol saatler boyunca devam etti. Ateşimin sık sık çıkıp kendi kendine indiğini tahmin edebiliyordum. Bir terliyor, bir üşüyor, zaman zaman farkında olmadan titreyerek uyanıyordum. Atlar nihayet yavaşladığında konaklayacağımız bölgeye geldiğimizi anladığımda üst bedenim tamamen Hazar’ın göğsüne yumulmuştu, kendime çeki düzen vererek uykumdan tamamen uyanıp atın üzerinde doğruldum.

“Geldik.” diye mırıldandı Hazar. Saatlerdir ağzından çıkan tek kelime buydu.

Diğerleri atlarından inip hepsini birer ağaca bağlarken Hazar atından iner inmez bana döndü. Kendimi bana uzattığı kollarına bıraktım ve beni kucağına almasına izin verdim.

“Ateşiniz var.” dedi, “Sizi yatırayım, sonra bir şeyler yer ve ilaç içersiniz...”

“Peki.” Başımı salladım.

“Atlas, tam şu ağacın altına bir uyku tulumu ser hemen. Çocuklar siz de evden getirdiğimiz erzakları çıkarıp birer sandviç hazırlayın.”

Hazar diğerleriyle konuşurken ben kucağında yatıyor ve bulunduğumuz bölgeyi inceliyordum. Bu sefer küçük bir tatlı su gölünün yanındaydık, ve ağaçların en sık olduğu yerde durmuştuk. Her birinin ne kadar üzgün oldukları gözlerinden bile okunuyordu. Kimse doğru düzgün konuşmuyor, birbirlerinin bile yüzlerine bakmıyorlardı. Sanki göz göze gelseler oturup hüngür hüngür ağlayacaklardı, ve belki de yapılması gereken buydu. Atlas benim için bir uyku tulumu sererken bir anlığına üşüyerek titredim. Hazar titrediğimi fark edip söze girdi.

“Sizi yatırayım, ateş yakacağım.” Başımı salladım.

“Ben iyiyim, bir sıkıntım yok.”

Hazar uyku tulumunun üzerine bıraktıktan sonra içine girmeme yardım etti, tüm vücudum uyku tulumunun üzerine girdiğinde yanında getirdikleri birkaç örtüyü de üzerime serdi ve her yanımı dikkatlice kapattı. Kundaklanmış gibiydim.

“Hemen ateş yakacağım.” diye mırıldandı, sesinde eksik bir şeyler vardı.

Yaşananlar sesinden bir şeyleri alıp götürmüştü ama bunu kelimelendiremiyordum bile. Eksilmişti, birer parçası uçup gitmişti, yarım kalmıştı...

“Atlas ilaçları da çıkar.” Hazar bir yandan çalı çırpı ve odun toplarken bir yandan diğerlerine emir vermeye devam ediyordu. Hepsinin suratı yerdeydi ve hepsinin gözleri birer kan çanağından farksızdı. Atlas atlara doğru yürürken eli başındaydı.

“Atlas!” diye seslendim ona.

“Efendim majesteleri?”

“İyi misin? Elin... başında...”

Bana öyle bir baktı ki kalbim acıdı. Üzgündü, çok üzgündü... Öfkeliydi, hırslıydı, yorgundu ama bana kalırsa her şeyden çok oturup ağlamak istiyordu.

“Başım ağrıyor.” dedi titreyen sesiyle. Ona bir abla edasıyla baktım, artık gerçekten de küçük kardeşim gibiydi.

“Şifacının çantasında rezene vardır,” diye mırıldandım, “Onu da al. Sıcak suda bekletir içersin, iyi gelir. Hem rahat uyutur...”

Gözlerini kaçırdı ve burnunu çekti, ağlamamaya çalışıyordu. Başını sallayarak teşekkür etti ve atlara doğru yürümeye devam etti. O sırada Hazar ateşi yakmış, elinde birkaç yiyecek ile bana doğru geliyordu.

“Bunları size getirdim.” dedi, “Yedikten sonra da ilaçlarınızı içeceksiniz.” Bana uzattığı sandviç, elma ve muza baktım.

“Sen yemeyecek misin?”

“Aç değilim.” dedi. Başımda dikilmiş, diğer evde bulduğunu tahmin ettiğim bir puroyu içiyordu.

“Acıkmaman imkansız.”

“Öyleyse canım istemiyor.”

Birkaç saniye başımda dikilen haline baktıktan sonra önüme döndüm. Kucağımda duran sandviç ve meyvelere bir bakış attım ve derin bir nefes aldım.

“Sanırım benim de...” diye mırıldandım, her ne kadar acıkmış olsam da midem bulanıyordu ve bu bulantı bana çok tanıdık geliyordu, bu bir üzüntü bulantısıydı.  

“Siz yemek zorundasınız.” dedi Hazar tekdüze bir sesle, “İlaç içeceksiniz.”

“Birazdan...” dedim, “Biraz oturmaya ihtiyacım var. Kafamı toparlayamıyorum.” Sonra başımı kaldırıp ona baktım, “Elindekinden ben de içebilir miyim?” diye sordum. Anında omuz silkti.

“Hayır,” dedi, “Zararlı.”

“Öyleyse sen neden içiyorsun?” Cevap vermedi.

Purosundan birkaç duman daha aldı, başını kaldırıp gökyüzüne baktı, bir süre orayı izledi ve tütününü söndürüp kalanını cebine attı.

“Patron,” Konuşan Deha’ydı, “Biz biraz yürüyeceğiz.” Sesi hiç iyi değildi. Hazar ona dönüp başını salladı.

“Uzaklaşmayın.” dedi.

“Buralardayız.”

Üçü birlikte dağılmış bir halde yanımızdan ayrılırken Hazar eğildi ve yanıma, zemindeki ıslak toprağın üzerine, gölün hemen önüne oturdu. Burnunu çekti ve uzanıp cebinden bir şey çıkardı. Kollarını kaldırdığı dizlerine yaslayıp cebinden çıkardığı o şeyi ellerinin arasına aldı ve incelemeye başladı.

“O ne?” diye sordum merakla. Elinde tuttuğu şeyi ateşe doğru uzattı ve görmemi sağladı. Bu, kırık bir at nalıydı.

“Senin miydi?” diye sordum, “Atının mıydı?”

Hazar başını salladı ve parmaklarını kapatıp kırık at nalını avucunun içinde sıkıca tuttu. Bir süreliğine gözlerini kapattı ve açtı.

“Ayağından aldım,” dedi, “Kırılmış.”

Titrek bir nefes aldım. Bir savaşçı için atı, ailesinden bile önemliydi. Acısını kalbimin en derininde hissediyordum.

“Ona hep iyi baktın,” diye mırıldandım sessizce, “İçin rahat olsun.”

“Ona iyi bakabilseydim şu an yaşıyor olurdu.” dedi, “Onu hayal kırıklığına uğrattım.” Sonra sustu ve ateşe döndü, ateş esen rüzgarla bir anda harlandı ve Hazar konuşmaya devam etti,

“Askerlerimi de atımı da sizi de hayal kırıklığına uğrattım.” dedi.

“Kimseyi hayal kırıklığına uğratmadın.” dedim.

“Kimseyi koruyamadım. O s*ktiğimin adamı sizin dibinize kadar geldi. Ben buna nasıl izin verdim? O çocukların hepsi bana güvendi, siz bana güvendiniz, babanız bana güvendi...”

“Ve sen kimsenin güvenini boşa çıkarmadın Hazar. Elli kişiydiler,” dedim, “Herkesi koruyabilmen insanlık dışı olurdu. Üstelik beni korudun... Buradayım, yaşıyorum. Kardeşin burada, Poyraz ve Deha da öyle.”

Hazar başını eğip yüzünü iki eli arasına aldı. Yüzü ellerinin arasındayken duyamadığım birkaç küfür savurdu. Ellerini saçlarının arasından geçirip yüzünü kaldırdı ve ateşe döndü.

“Sizi o adamla gördüğümde...” dedi, “Beynimden vurulmuşa döndüm. O adamın size o kadar yaklaşması benim suçum... Benim güçsüzlüğüm... Kendimi asla affetmeyeceğim.”

“Bana bir şey yapmadı,” dedim.

“Yapabilirdi.”

“Ama yapmadı! Kendini suçlamayı bırak artık şövalye, şu haline bak. Kan revan içindesin, darmadağınıksın, birilerini korumak için kendini paramparça ettin ve şimdi de ruhunu paramparça ediyorsun! Dur artık. Sen de bir insansın, doğaüstü savaş yetilerin yok, kimsenin olmadığı gibi.”

Tepemizdeki ağaçtan bir kuş sesi duyuldu. Derler ki, kuşlar tehlike sezdikleri hiçbir yerde konaklamazmış. İlk insanlar uyumak için hep kuşların donattığı ağaçların altını seçermiş. Başımı kaldırıp dallarda pinekleyen kuşlara baktım, gözlerimi kıstım ve içten içe teşekkür ettim onlara. Gözlerimi ateşe çevirip düşünmeye daldım. O evde yaşayan insanların umutlarını, hayallerini düşledim. Helga’nın güler yüzünü anımsadım, şövalyelerin yüzlerini hafızama kazımaya çalıştım.

“Büyük halamın evine ulaştığımızda birilerini gönderip onlara birer mezar kazdıracağım.” diye mırıldandım dolu gözlerimle, “Güzel birer mezarları olsun.”

Hazar bana döndü, bakışlarımı ona çevirdiğimde gözlerinin dolu olduğunu gördüm, bana acı içinde bakıyordu.

“Ağlayabilirsin.” dedim sessizce, “Bu güçsüzlük değil.”

Hazar titrek bir nefes aldı ve çenesini kasarak kendini tutmaya devam etti.

“İstersen...” dedim, “Eğer ihtiyacın varsa... Sana sarılabilirim.” Gözlerimden akan birkaç damla yaş yanaklarımı buldu.

Sarılmaya ihtiyacı olan bendim fakat farkında olmasa bile onun da sarılmaya ihtiyacı olduğunu biliyordum. Herkesin bir çift kol arasında dinlenmeye ihtiyacı olurdu, bazen sarılmak en büyük ilaçtı.

“Bu pek doğru olmaz.” dedi Hazar.

“Kime göre?” diye sordum.

“Aramızdaki sınıf farkına göre.”

Gözyaşları içinde gülerek omuz silktim.

“Sen bilirsin.” dedim, “Artık sana sınıfsal farklılıkları umursamadığımı anlatmakla uğraşmayacağım. Bunu daha fazla yapamam.”

Bir süre kimse konuşmadı, ne o, ne ben. Hissettiğim acının üzerine bir de duymaktan bıktığım “sınıf farklılığı” saçmalığını hatırlamak beni gerçekten yormuştu. Artık onlarla birer dost olmaya da çalışmayacaktım, aramızdaki mesafeleri aşmaya da. Eğer onun bunu yapmaya gücü yoksa, artık benim de yoktu.

Ben düşüncelere dalmış, kafamın içinde kendimle savaşırken Hazar’ın bakışları bana yöneldi. Ben ateşi izlerken o bir süre bana baktı, hiçbir şey söylemeden beni izledi, kendinde değil gibiydi. En sonunda bakışlarım bakışlarını bulduğunda gözlerinden birer damla yaş aktı ve başı göğsüme doğru eğildi. Başını çaresizce omzum ve göğsüm arasındaki çıkıntıya, köprücük kemiğimin üzerine yasladı.

Bunu gerçekten yapmış mıydı? Saçları yanaklarıma değerken ürperdiğimi hissettim. Başımı tereddütle eğdim ve başının üzerine yasladım. Sınıflar kayboldu o gece. Benim şövalyem, babamın en iyi savaşçısı o gece başını benim omzuma yaslayıp ağladı. Ne unvan kaldı ne isim. Acımız ortaktı o gece, öfkemiz ortaktı, matemimiz ortaktı...

Geriye yalnızca hatıralar kalmıştı. Bir de kırık bir at nalı... Ötesi değil.

O kırık at nalı bana hep bugünü hatırlatacaktı. Hani bazı toplumlara göre bazı eşyalar şans getirir ya, bizim toplumumuza göre, at nalı şanslı eşyadır. Çoğu kapılarda, kirişlerde, duvarlarda şans getireceğine inanılan birer at nalı asılıdır. Oysa bize Hazar’ın atından geriye kalan kırık at nalı üzerimizde dolaşan şanssızlığın simgesiydi adeta. Yine de acımızı kalbimizin derinlerine gömecek, kırık at nalımızı eski haline getirecek ve yaşamın bize arka çıkacağına inanmaya devam edecektik.

Savaş bir gün bitecek, dostlarımız güzel birer mezarlıkta huzur bulacaktı ve elimizde kalan bu kırık at nalı bizim şansımız olacaktı...