17.BÖLÜM : İKİ KISA, BİR UZUN.

Beyza Alkoç
0

Merhaba sevgili sevgililerimmmm <3

Nasılsınııız?

Bölüm sonunda size bir sürprizim var, iyi okumalar dilerim. <3

17.BÖLÜM : İKİ KISA, BİR UZUN.

(YAZARIN ANLATIMIYLA)

(SAATLER ÖNCE)

-

O gece her zamankinden soğuk, her zamankinden kasvetliydi. Rüzgarın taşıdığı yakıt kokusu eski depo kapılarının pasına siniyordu. Dışarıdan bakınca her şey sakin görünüyordu ama ışıkların titrek çizgileri, uzun süredir unutulmuş bir şeyin uykusundan zorla uyandırıldığını fısıldıyordu.

Eliz’in tutulduğu deponun ilerisindeki büyük hangara ilerleyen yolda iki siyah araç peş peşe göründü. En önde Araf’ın, arkada ise Devrim’lerin arabası vardı. Onların ardından en geride ise Altın Kancalar isimli uçağı taşıyan bir tır ilerliyordu. Tırın içinde taşıdığı şey Araf için tam bir keyif kaynağıydı, arabasının aynasından arkadan gelen tıra bakıp bakıp sırıtıyordu.

Devrim ise hayatının en zor kararını vermek zorunda kalmıştı bu gece.

Eliz’i düşmanı olan ağabeyinin elinden almak için babasının hatırası olan savaş uçağından vazgeçiyordu.

Uçağı düşmanının kollarına bırakacak olmak öyle çok gururunu kırıyordu ki içinde biriken öfkesi ona tek bir şey anlatıyordu : İntikamı ağır olacaktı.

Hangarın önünde ilk duran Araf’ın arabası oldu. Devrim’ler tırın da oraya yaklaşmasını arabanın içinde beklerken Araf arabasından inip adamlarının yanına geçti.

“Kız nasıl?” diye sordu Araf adamlarından birine.

“Abi biraz kötü...” dedi yanında duran adam sessizce, “Bayılıp kalmış kız, yeni fark ettik. Kaldırıp kenara çektik hemen. Biraz kendine gelir gibi oldu ama çok da kendinde sayılmaz.”

Araf sinirle çenesini sıktı.

“Bayılırken yanında değil miydiniz? Yere düştükten sonra mı fark ettiniz?”

“Sigara içmeye çıkmıştık ağabey...”

“Sizi de sigaranızı da...”

Araf dudaklarını birbirine bastırdı, öfkeliydi ama öfkesini gizlemek zorundaydı zira Devrim’in bunlardan haberi olmamalıydı. Kızın kardeşi için ne ifade ettiğini bilmiyordu ama ne kadar önemli olduğunu anlamıştı.

Devrim’e kendi canını mı verirsin yoksa babanın emaneti olan savaş uçağını mı deseler kendi canını verirdi ve Araf bunu çok iyi biliyordu. Şimdi ise adını daha önce hiç duymadığı bir kız için vazgeçiyordu babasının emanetinden.

Tır ağır ağır ilerleyip tam önlerinde durdu. Tırın arka kapısı Devrim’in adamları tarafından açılırken Devrim, Ömer, Demir ve Deha arabadan indiler. Arabadan inişleri öyle dikkat çekici, öyle güçlüydü ki etrafa “Bize bulaşmayın” enerjisini buram buram yayıyorlardı resmen.

“Ben de kardeşlerimi tam olarak böyle hatırlardım zaten,” diye söze girdi Araf, “Sözünü tutan ama asla tam olarak güvenilmeyen... Aferin çocuklar, sözünüzü tutmuşsunuz.”

Devrim’in bakışları soğuktu. Dizlerine kadar gelen siyah uzun paltosu rüzgarda uçuşurken yüz hatları gergindi. Başıyla adamlarını işaret etti Araf’a.

“Kızı getir,” dedi, “Ve istediğin şeyi al.”

Araf başını yana eğdi.

“Önce uçak.” dedi, “Eli güçlü olan benim, bende senin için çok önemli bir şey var, bunu unutma Devrim.”

Demir ve Deha başlarını öfkeyle Devrim’e çevirdiler. Her ne kadar Eliz’i kurtarmak isteseler de babalarının uçağını bu adama vermek onlara çok dokunuyordu. Yine de başka seçeneklerinin olmadığının farkındalardı, Araf’ın intikam için Eliz’i gözünü bile kırpmadan harcayabileceğini biliyorlardı.

Devrim izin verse onu şimdi şuracıkta yere sermişlerdi ama işler bu noktaya sürüklenirse Eliz’i kurtarsalar bile Araf onlarla uğraşmayı bırakmayacaktı.

Devrim Ali Yöner için babasının uçağını düşmanına vermek hayatının en zor kararlarından biriydi. İçi içini yiyordu, karşısındaki bu adama boyun eğiyor olması onun için cehennemin tanımı gibiydi ama içinde bir yerlerde biliyordu ki bunu Araf Vural’ın yanına bırakmayacaktı. Babasının emanetini ondan geri alacaktı. Ne pahasına olursa olsun.

“Getirin.” dedi Devrim adamlarına dönmeden, “Yapın teslimatı.”

Tırın aralık bırakılmış arka kapıları Devrim’in adamları tarafından açıldı ve karanlığın içinden bir gövde belirdi : ALTIN KANCALAR. Gövdesine kazınmış o iki kelime, gecenin kalbine saplanan bir mızrak gibiydi.

Araf uçağı karşısında gördüğü an bu savaşı kazandığını anladı. Ağır ağır birkaç adım attı ve tırdan indirilen savaş uçağının burun kıvrımına elini sürdü. Metalin soğuğu içindeki tüm intikam ateşini alır götürür gibi oldu bir an.

“Dedemin soyadı hala üzerinde,” dedi kısık bir sesle. Eli “GÖKTAY” yazısının üzerinde gezindi.

Sonra kendi kendine konuşmaya devam etti.

“Bazen yenilgilerimizi müzeye kaldırırız.” diye mırıldandı Araf, “Ben çıkarıp salonda tutmayı seviyorum. Merak etmeyin çocuklar,” dedi, “Altın Kancalar’ı herkese sergileyeceğim.”

Devrim’in çenesi öfkeyle kilitlendiği an Demir sakinleşmesi için ağabeyinin kolunu tuttu. Kendine engel olamayıp Araf’a doğru atılmak üzereydi ki Ömer Devrim’in omzuna hafifçe dokundu.

“Kız ellerinde abi.” dedi, “Unutma bunu.”

Devrim derin bir nefes alıp dudaklarının arasından konuştu.

“Söyle adamlarına,” dedi gergin çenesine rağmen, “Kızı getirsinler. Yoksa hepiniz için kötü olacak.”

Araf gülerek parmaklarını şıklattı. Tam o an hangarın yan kapısından iki adam çıktı. İki iri yarı adamın arasında ise ince yapılı, başı öne düşmüş bir genç kadın…

Devrim, Deha, Demir ve Ömer’in yüzleri yan kapıya doğru döndüğünde gördükleri manzara karşısında hepsi nefeslerini tuttu.

Devrim Eliz’i o halde gördüğü anda donakalmaya bile fırsat bırakmadı kendine. Her şeyi unuttu, nerede olduğunu, kimlerle olduğunu, herkesi, her şeyi. Adımları koşarcasına hızlı, yeri göğü titretircesine sertti.  

“Doğru kargo, doğru anda teslim edilir.” dedi Araf.

Devrim ise çoktan adamların yanına ulaşmıştı.

“Eliz!” dedi Devrim, “Çekin lan ellerinizi üzerinden!”

Devrim bir eliyle Eliz’i kolundan tutarken diğer eliyle iki iri yarı adamı da sertçe iterek yanlarından uzaklaştırdı. Devrim zar zor ayakta duran ve gözlerini bile açamayan Eliz’i adamların kollarının arasından çekip aldı. Eliz’i kucaklarken gözleri telaşla her yerini inceliyordu, bir yeri incinmiş miydi, canı yanıyor muydu, zarar görmüş müydü?

“Eliz!” dedi Devrim sesinin çaresiz çıkmasını umursamadan.

O an Eliz’in gözleri açılır gibi olduğunda Devrim olduğu yerde durup kucağındaki Eliz’le birlikte yere eğildi ve elini uzatıp saçlarını yüzünden çekti.

“Devrim...” dedi Eliz sayıklarcasına.

“Buradayım,” dedi Devrim, “Buradayım, aldım seni.”

“Ben...” dedi Eliz gözleri kapanırken.

“Neyin var, söyle bana. Zarar verdiler mi sana Eliz, söyle!”

“Hayır...” diye mırıldandı Eliz, “Sadece başım...”

Ömer, Deha ve Demir koşar adım yanlarına geldiğinde hepsi ayakta bile duramayan Eliz için fazlasıyla endişeliydi. Demir ve Deha da Devrim’in yanına eğildiğinde Ömer etrafı kollamakla meşguldü ama hepsinin kalbi endişeyle doluydu.

Devrim’in öfkesi alev alevdi.

“Demir,” dedi Devrim titreyen sesiyle, “Tut onu. Tutun onu!”

Eliz’i kardeşlerine emanet eden Devrim tüm vücudundan taşan öfkesiyle ağabeyinin karşısında buldu kendisini. Araf’ın yakasına bir kez daha yapıştı ve bu sefer durduramadı kendini. Araf’ı sürükleyerek depo kapısına öyle bir yapıştırdı ki Araf’ın adamlarından biri belindeki silahı çıkarıp Devrim’e çevirdi.

Devrim Araf’ın gözlerine öyle bir bakış attı ki Araf bu sefer kardeşinin öfkesinden zevk bile alamadı. Bunu asla itiraf etmeyecekti ama o an Araf’ın Devrim’den korktuğu ilk andı.

“Ne yaptın lan ona!” diye bağırdı Devrim, “Ulan bak ona bir şey yaptıysan, ona bir şey yaptıysanız...”

Araf’ın adamları Devrim’e doğru bir adım atmıştı ki Ömer Eliz’i Deha ve Demir’le bırakıp araya girdi.

Ömer de kendi silahını çıkarıp Araf’a doğrulttu ve tek bir cümle söyledi.

“Bizimkileri çağırmamı ister misiniz?”

“Tamam, tamam!” diye mırıldandı Araf zar zor, “Sakin olun! Hepiniz! Kızın bir şeyi yok, muhtemelen sadece tansiyonu falan düştü. Yemek ikram ettik ama inatla yemedi. Açlıktan ölsem de senin yemeğini yemem dedi bana. Kızda ne bulduğunu da o an anladım zaten, kız sana benziyor! Senin gibi inatçı.”

Devrim ellerini Araf’ın yakasından çekmeden ona doğru bir adım daha attı.

“Ruhumun içindeki zehri biliyorsun Araf,” dedi Devrim dişlerinin arasından, “Beni kızdırdığında neler yapabileceğimi çok iyi biliyorsun. Eğer kıza bir şey yaptıysan, eğer bundan sonra ailemden uzak durmazsan hayatı zindan ederim sana. Yaparım,” dedi, “Gözümü bile kırpmam.”

Araf korkuyla başını salladı çünkü artık işlerin ciddiye binmek üzere olduğunu idrak etmeye başlamıştı.

“Kıza bir şey yapmadık.” dedi, “Bir kadına zarar veremem, bunu hepiniz bilirsiniz. Götürün bir bardak ayran içirin kendisine gelir.”

“Dalga mı geçiyorsun lan sen bizimle? Ne ayranı!” Deha’nın sesi duyulduğunda Deha Eliz’i Demir’e bırakmış Araf’a doğru atılmıştı.

“Deha, yerine.” dedi Devrim öfkeyle ama Deha susmadı.

“Bak Araf Vural,” dedi Deha, “Eğer kıza zarar verecek bir şey yaptıysanız ya da babamın emanetine zarar verirsen... işte o zaman ağabeyim hayatınızı s*ker sizin.”

“Anladın mı?” diye ekledi Devrim, “Yoksa bir de ben söyleyeyim mi?”

“Tamam, tamam yahu tamam!” dedi Araf, “Yapmadık kıza bir şey!”

Devrim Araf’ın yakasını bıraktı ama bıraktıktan sonra bile gözleri üzerindeydi.

“Sen ve adamların...” dedi Devrim bir yandan elindeki anahtarla arabasının kilidini açarken, “İstediğinizi aldınız. Şimdi s*ktirin gidin hayatımızdan.”

Araf uçağın üzerindeki çizgilere bakıp öfkeyle gülümsedi.

“O kadar da değil. Burası benim bölgem Devrim Ali Yöner.” dedi, “Gitmesi gereken sizsiniz.”

“Şunu unutma Araf,” dedi Devrim, “Benim bölgem dediğin her yerde ben izin verdiğim müddetçe kalabilirsin. Sabrımın sınırlarını zorlama.”

Devrim eliyle işaret verdi. Ömer işareti alıp arabanın kapısını açarken Devrim Eliz’i ayakta tutmaya çalışan Demir’e doğru yürüdü ve Eliz’i kollarının arasına aldı.

Eliz’in nefesi sıcak, nabzı inatçıydı. Devrim’in güçlü kollarının arasında küçücük kalan bedeni sonunda huzuru bulmuş gibiydi. Saçları, yüzü, kirpikleri... Devrim’in gözleri Eliz’in her bir zerresinde dolaştı.

“Bitti,” dedi sessizce, ona mı yoksa kendine mi söylüyordu belli değildi, “Bitti. Buradasın.”

“Devrim...” diye sayıkladı Eliz gözlerini bile açmadan, ne söylediğinin bilincinde bile değildi, “Devrim... sen lütfen... iyi ol...”

Eliz Devrim’in kollarında sayıklarken Devrim yanlış bir yolda olduğunu biliyordu. Düşmanının önünde gözlerinin dolması Devrim’in kabul edebileceği bir şey değildi. Buna bir son vermek zorundaydı.

Eliz’in hayatına dahil olması her ne kadar onu korumak için olsa da Eliz için Devrim’in yanında olmak da en az Dimitri Vetrov’un yanında olmak kadar tehlikeliydi.

Karanlık bir dünyası vardı Devrim Ali Yöner’in. Karmakarışık bir intikam mübadelesinin içinde kimseye merhamet duymayacağına dair bir söz vermişti kendine. Oysa Eliz geldiğinden beri hiçbir şey planladığı gibi gitmiyordu. Hem de hiçbir şey.

“Görüşürüz, kardeşim. Babanın emanetine iyi bakacağım!”

Devrim kucağındaki Eliz’i arabanın arka koltuğuna yatırırken Araf’ın son cümlesi duyuldu.

Ve o an Devrim bir karar verdi. Eliz yaşayacak, o ise geride duracaktı.

Eliz’in güvende olması için her şeyi yapacaktı ama bir daha asla onun yanında da yakınında da olmayacaktı. Yoksa bu gidişat Eliz’in sonu olacaktı...

(SAATLER SONRA)

(O GECENİN SABAHI)

(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)

Gözlerimi yeniden açtığımda bulut şekilli avizenin loş ışığı hala yerindeydi. Başım artık daha az uğulduyordu ve boğazımdaki kuruluk biraz olsun yumuşamış, dudaklarım nihayet eski haline dönmüştü.

Yorganın içinde öylece uzanırken yazlık evden çıktıktan sonra yaşananları düşündüm. Lale’nin beni o adama götürmesini, orada tutulmamı, sandalyeden düştüğüm o anı ve Devrim’in beni bir kez daha kurtarmasını...

“Her şey rüya mıydı?” diye fısıldadım kendi kendime.

Şimdi yine hiç bilmediğim bir evde bir başımaydım. Devrim bana her şeyi açıklayıp gideli kaç saat geçmişti bilmiyordum bile. O kadar yorgundum ki o gider gitmez uyuyakalmıştım çünkü kolumu kaldıracak halim bile yoktu.

Yatakta yavaşça kıpırdanırken baş ucumda duran siyah, küçük telefona baktım. Parmağım bir an telefonun tuşlarının üzerinde oyalanıp geri çekildi. Derin bir nefes alıp telefonu yatağın yanındaki ahşap komodine bıraktım ve yorganı üzerimden kaldırıp yavaşça doğruldum. O an at nalı kolyemin boynuma yaydığı sıcaklığı fark ettim. Parmak uçlarımla dokundum ona.

“Yaşıyorsun.” diye fısıldadım kendi kendime, “Yaşıyorsun ama kimsin sen?”

Artık hiçbir soruma cevabım yoktu. Kendimi o kadar çok kaybetmiştim ki artık bulabileceğime de inanmıyordum. Parmaklarım at nalı kolyemin üzerinde dolaşırken bir anlığına gözlerimi kapattım ve Devrim’in cümleleri zihnimin içinde bir fısıltı gibi geçti...

“Benim içimde sevgi de yok merhamet de. Adımlarım hep sakindir, acelem de yoktur telaşım da. Kime sorarsan sor huysuz bir adamımdır ben. Ben öyle şeyler yaşadım ki Eliz, içimde duygu kırıntısı kalmadı. Kimseyi sevemedim, sevemedikçe kendime kızdım. Küçüklüğümde ürkek bir çocuktum ve bana göre ürkek bir çocuk olmam bana her şeyimi kaybettirdi. Senin bilmediğin her şeyimi... Bu yüzden bir söz verdim kendime, korkuya yer olmayacaktı hayatımda. Yanıyorsam kendimi söndürecektim ama bir an olsun ateşten korkmayacaktım. Öyle de yaptım. Öyle korkusuz birine dönüştüm ve bu yolda o kadar çok kötü insanın canını yaktım ki ne kadar cesur olduysam o kadar düşman kazandım. İşte bu yüzden sadece o gece o depoda gördüklerinden değil, benim yanımda olduğunun bilinmesinden de sorumlusun Eliz.”

Gözlerim istemsizce doldu o an. Ruhumun her bir zerresi eriyip yok oluyordu sanki, her geçen gün bir bir eksiliyordum.

Üstelik ben Devrim’e gidip “Tamam hadi beni evinde misafir etmeye devam et, sakla beni!” diyebilecek biri de değildim. Tek istediğim kimsenin benim yüzümden zarar görmemesiydi.

Olduğum yerden yavaşça kalkıp evin içine bakınmaya başladım.

Küçük yatak odasından çıkıp salona ulaştığımda Amerikan mutfaklı, uzun köşe koltuklu şık bir salon karşıladı beni. Devrim’in koltuğun arkasında büyük bir kütüphanesi vardı. Yerde iki uzun tuz lambası, yuvarlak büyük bir mermer sehpa ve jüt bir halı vardı. Salona kısaca göz attıktan sonra banyoya sürüklenir gibi yürüdüm.

Banyonun kapısını açar açmaz aynadaki yansımamda morarmış göz altlarımı gördüm ve gözlerime uzun uzun baktım. Hayatım boyunca bana iyi gelen tek şey hep bu olmuştu. Aynanın karşısına geçip kendi gözlerimin içine bakardım hep, kendime dönerdim, kendimle konuşurdum...

“Burada kal,” dedim aynadaki gözlerime, “Burada kal, dağılma Eliz. Lütfen sürüklenmeyelim artık. Lütfen dinlenelim artık...”

Gözlerimden yaşlar süzülürken lavaboya doğru eğildim ve kollarımı lavabonun kenarına yaslayıp başımı kollarımın üzerine koydum. Gözyaşlarım hızla akarken boğazımdan çıkan hıçkırıkları en azından benden başka kimsenin duymayacağını bilmek biraz olsun rahatlatıyordu beni.

Biz ağladığını kimsenin duymasını istemeyenleriz çünkü, unuttunuz mu?

Güçsüz hallerimizi kimsenin görmesini istemeyenleriz, korktuğumuzu kimsenin anlamasını istemeyenleriz biz...

Ama insanız işte. Ağlarız da korkarız da. Çok sevdiğim bir şarkı var benim, sözleri ne zaman aklıma gelse o geceyi anımsıyorum.

“O sarp kaya uçurum,

korkmasam ölürdüm orada...”

Cesaretin nasıl yeri varsa içimizde korkunun da olmalı. İnsan yeri geldiğinde cesur olmalı, yeri geldiğinde korkmayı bilmeli. Belki birine o geceyi anlatsam, o gece ve sonrasında verdiğim aptalca kararları ve yapmak zorunda kaldığım seçimleri anlatsam “Sen de ne korkaksın!” derdi bana.

Çünkü evet, korkmuştum ben... Fazlasıyla.

Kendim için de korkmuştum sevdiklerim için de. Hatta yanlarında kalmaya devam edersem Devrim ve ailesinin bile zarar göreceğinden korkmuştum ve korkak olmaktan utanmıyordum da. Yine de ara ara yaptığım seçimleri düşününce birilerinin bana “Sen de ne korkaksın be!” dediğini hayal eder gibi oluyorum.

Oysa benim hayatım şarkının da dediği gibi sarp kaya bir uçurumdu ve korkmasam ölürdüm orada...

Belki çok kötü kararlar verdim, aptalca seçimler yaptım korkumdan ama işte o gece korkum hayatta tuttu beni. Korkum o gece beni o sandığın içine sürükledi, korkum beni haftalarca Devrim’in evinde kalmaya ikna etti ve şimdi beni burada tutan tek şey yine o, korkum...

İnsanın kendisi ve sevdikleri için korkması güçsüzlük mü peki?

Öyleyse bile kabulüm. Ben her zaman güçlü olmak istemiyorum çünkü, gerçek olmak istiyorum ben ve gerçeğin içinde korku da var cesaret de, güç de var güçsüzlük de, başarı da var başarısızlık da. Şimdi dipteyim mesela. Öyle bir dipteyim ki ayaklarımın altındaki zemin bile benim üstümde ve bu bitkinlikle çabalarsam daha da çok gömüleceğim kendi ayaklarımın altına.

Tek ihtiyacım biraz zaman, tek isteğim biraz toparlanmak... Biliyorum ki yeri gelecek, başım dik, ruhum cesur olacak ve işte o zaman korkmak bana hiçbir şey kazandırmayacak çünkü nasıl ki zamanında beni hayatta tutan korkuysa vakti geldiğinde beni hayata döndüren de cesaret olacak.

Yine de size samimi bir itirafta bulunmam gerekirse hayata nasıl döneceğimi bilmiyorum. Belki bir gün Dimitri Vetrov denen adam benim peşimi bıraksa bile hayatıma nasıl devam edebileceğimi hayal bile edemiyorum. Annem, dostlarım ve tüm sevdiklerim beni öldü kabul ettikten sonra nasıl dönerim aralarına? Nasıl unuturum bütün yaşadıklarımı?

Kendi hayatıma döndüğümde nasıl kabullenirim anne olamayacağım gerçeğini? Nasıl devam ederim okuluma?

Tutsaklık ne kadar zorsa artık özgür olmak ve normale dönmek de o kadar zor benim için.

Benim için artık tam anlamıyla bir kurtuluş yok, siyah ne kadar koyuysa beyaz da o kadar koyu artık...

Gözyaşlarımı yeterince akıttıktan sonra kendime gelebilmek için yüzümü yıkadım. Banyodan burnumu çekerek çıktığım an ise kapının hafifçe çaldığını duydum. Endişeyle kapıya doğru ilerledim ve kaşlarımı çatarak kapıya yaslandım.

“Buyurun?” diye mırıldandım sessizce.

“Benim Eliz Hanım,” dedi ses, “Ömer.”

Ömer’in sesi, yorgun ve nazikti. Kapıyı yavaşça açtığımda Ömer’i ve arkasındaki iki korumayı gördüm. Ömer bana gülümseyerek küçük bir poşet uzattı.

“Ağrı kesici,” dedi, “Başınız ağrıyordu, Devrim Bey de geçmezse diye bir kutu getirmemi istedi.”

Başımı sallayarak elindeki küçük eczane poşetini aldım.

“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım, “Daha iyiyim.”

“Bir şeye ihtiyacınız olursa size verilen telefondan bizi arayabilirsiniz, 1’e basarsanız Devrim Bey’i, 2’ye basarsanız beni aramış olursunuz.” dedi Ömer, “Bu arada mutfakta ve banyoda ihtiyaç duyabileceğiniz her şey var. Sabah, öğle ve akşam da yemeğiniz getirilecek. Hatta...” diyerek saatine baktı Ömer, “Öğle yemeğiniz birazdan gelir.”

Başımı salladım bir kez daha.

“Teşekkür ederim ama buna gerek yoktu, ben bir şeyler yapardım... Zaten vakit geçirmek için bir şeyler yapmam gerek.”

“Devrim Bey’in büyük bir kütüphanesi var, görmüşsünüzdür. Belki bir şeyler okumak isteyebilirsiniz.”

Başımı salladım.

“Gördüm,” dedim, “Çok teşekkür ederim, bakacağım.”

Ömer gülümseyerek başını sallarken tam kapıyı kapatıyordum ki bir anda durdum.

“Ömer,” dedim.

Ömer kaşlarını çatarak durdu.

“Buyurun Eliz Hanım.”

“Sizi bir daha görecek miyim? Seni, Devrim’i, Deha’yı, Demir’i...”

Ömer anlayışla gülümsedi.

“Ben her gün bir kez sizi kontrol etmek için uğrayacağım, merak etmeyin.” dedi ve hemen ardından boğazını temizleyerek devam etti, “Devrim Bey ise bu aralar biraz yoğun bir döneme giriyor. Ne zaman uğrayabilir bilmiyorum ama-“ derken sözünü kestim.

“Teşekkür ederim Ömer.” dedim, “Görüşmek üzere.”

Kapıyı kapatıp orada öylece durdum. Elimde bir eczane poşeti, gözlerimde iki damla yaş... Belki de hayatımı kurtaran adamı, Devrim Ali Yöner’i bir daha hiç görmeyecektim ve bunun böyle olmasını isteyen de bendim.

Derin bir nefes alıp mutfağa geçtim. Kabullenmem gereken bir gerçek vardı, Devrim bana hayatımın en büyük iyiliğini yapmıştı ve onun mutlu olmasını gerçekten çok istiyordum.

Hayatımın bundan sonraki kısmında Devrim’i bir daha ne zaman görürdüm bilmiyordum ama içimden bir ses onun benim hayatımdaki görevinin bittiğini söylüyordu.

Gelmişti, beni kurtarmıştı ve gitmişti...

-

(BİR AY SONRA)

Haftalar geçti bu eve gelişimin üzerinden. Haftalardır dört duvarının arasında yaşamaya çalışıyordum bu evin. Pencerelerini aralıyor, o aralığı kendime balkon yapıyordum.

Aralıktan gördüğüm tek şey karşı apartmanın duvarı ve gökyüzünden küçük bir şeritti… O şeritte hava değişiyor, gün değişiyor, ben ise hep aynı kalıyordum.

Çayımı kahvemi içip Devrim’in bazılarının satır altlarını çizdiği kitaplarını okuyordum her gün. Televizyonda bir şeyler bulursam izliyordum, bulamazsam yine de kapatmayıp sesini dinliyordum. Yalnızlığımı artık haber kanallarının spikerleriyle ve Masterchef jüri üyeleri ile bölüşür olmuştum.

Danilo Şef en büyük dayanağım olmuş durumda, ondan başka kimseye gülmüyordum. Ve tam şu an bana güldüğünüzü biliyorum!

Hüzün hep kalbimin içinde ama. Hüzün beni hiç terk etmedi... Her gün sabah kalkıyor, kahvaltımı yapıyor ve önce annemle konuşuyorum içimden. Ona onu ne kadar sevdiğimi, ne kadar özlediğimi ve hala hayatta olduğumu söylüyorum hayalimde. Geceleri yatağıma geçtiğimde ise arkadaşlarımla konuşuyorum içimden. Seren’e, Leyla’ya, Umut’a ve Gurur’a iyi olduğumu ve hala yaşadığımı söylediğim o anın hayalini kuruyorum. Adnan’ın başını okşuyorum hayalimde...

Salonun düzenini ezberledim artık. Solda uzun köşe koltuk, karşısında mermer bir sehpa, onun önünde ise bir televizyon sehpası ve televizyon. Kütüphane koltuğun arkasında ve kitapların çoğu havacılıkla ilgili, aralarda romanlar da var tabi. İki tuz lambası tam koltuğun karşısına denk geliyor ve geceleri loş bir turunculuk veriyor, insana “buradasın” diyor adeta. Bazen sırf o ışık için televizyonu kapatıyorum...

Sarı fularım sehpanın köşesinde duruyor. Bazen saçımı topluyorum onunla, bazen sadece bakıyorum. At nalı kolyem boynumda, ne zaman yalnız hissetsem parmaklarım ona gidiyor ve neyse ki dokununca içim biraz sakinleşiyor...

Ömer beni her gün ziyarete geliyor, artık kapıya vuruşundan tanıyordum onu : iki kısa, bir uzun...

Bazen gazete getiriyor gelirken, bazen de birkaç küçük hobi seti. Vakit geçirmek için o kadar çok şey yapmak zorunda kaldım ki artık Devrim’in kitaplık rafları benim yaptığım kokulu mumlarla, koltuklarının üzeri benim ördüğüm şallar ve kırlentlerle dolu.

Kısacası buradaki hayatımı özetlemem gerekirse, emekli olmuş gibiyim. Örgü örüp haberleri izliyorum ve neredeyse tüm günüm böyle geçiyor.

Onu soracak olursanız eğer... Onun hakkında söyleyecek pek bir şeyim yok size.

Devrim Ali Yöner... Kurtarıcım...

Onu o günden sonra bir daha hiç görmedim.

Deha ve Demir bile birkaç kez Ömer’le birlikte beni ziyarete geldi ama Devrim o günden sonra ortadan kayboldu.

Ömer’e birkaç kez Devrim’in nasıl olduğunu sorarak ağzını arasam da hakkında öğrenebildiğim tek şey yoğun bir dönemde olduğu oldu. Daha fazlası değil.

O gün öğleden sonra koltukta uzanmış televizyon izliyordum ki kapı çaldı. Ritim tanıdıktı, iki kısa, bir uzun.

Kapıyı araladığımda Ömer her zamanki sade haliyle karşımdaydı, elinde kağıt bir torba, koltuğunun altında ise bir gazete vardı. Arkasındaki iki koruma sessizce bekliyordu.

“Merhaba Eliz Hanım,” dedi alçak sesle, “Müsait miydiniz? Torbada yeni mum setiniz var. Bir de gazete.”

“Teşekkür ederim,” dedim gülerek, “Müsaittim tabi ki. Zaten ya örgü örüyor oluyorum ya mum yapıyorum ya da kitap okuyorum biliyorsun!”

Elindekileri usulca aldım. Torbanın içinde her zamanki gibi küçük kavanozlar, pamuk fitiller ve kokular vardı.

“Bu kez kokuları biraz karıştırın istedim,” dedi Ömer, “Çalışan kadın sandal kokusunu çok önerdi, lavantayla karıştırsın çok beğenir dedi!”

Gülümsedim. Adam mafya dünyasının karanlık işlerinden arda kalan zamanlarda hobi mağazalarını gezip bana mum seti falan bakıyordu.

“Ev atölyeye döndü,” dedim, “Acaba bunları satsak mı? Gelen kazancı da size kira olarak veririm, Devrim’in evinde kaldığım için mahcup hissetmem hem!”

Ömer sessiz bir kahkaha attı. Ben de mum setini gülerek yere bıraktığım sırada gözlerim gazeteye kaydı.

“İç sayfada kültür-sanat bölümü var,” dedi Ömer, “Bir de şehir haberleri. Canınızı sıkmasın diye kötü başlıkları kıvırdım.”

Gülümseyerek başımı salladım.

“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım, o an sormak istediğim o kadar çok şey vardı ki boğazım düğüm düğümdü.

“Ömer…” dedim, “Annem nasıl? Herhangi bir haber var mı ondan? Ya da arkadaşlarımdan?”

Bakışı yumuşadı. Sesini iyice alçalttı.

“Doğrudan bir temasımız yok onlarla,” dedi. “Ama uzaktan göz kulak oluyoruz hepsine ve hepsi iyi merak etmeyin.”

“Oya Abla peki?” diye sordum.

“O da iyi, merak etmeyin. Artık bizimle çalışmıyor ama ara ara ziyaretimize geliyor.”

Yutkundum ve dolan gözlerimi kaçırdım ondan.

“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım sessizce.

Cümleler bir süre kapının eşiğinde asılı kaldı. Sonra aklım yine oraya gitti.

“Devrim…” dedim tereddütle, “Devrim nasıl?”

Adını söylerken sesim istemsizce kısıldı.

Ömer bakışını kaçırmadı, bakışları oldukça netti.

“İyi.” dedi, “Ama çok yoğun.”

“Yoğun.” diye tekrarladım anlayışla başımı sallayarak.

“Evet. Birkaç iş üst üste bindi. Şehir içi şehir dışı görüşmeler falan. Ama o da iyi merak etmeyin.”

Başımı salladım ve susmaya çalıştım ama sormak istediğim sorular kalmıştı zihnimde.

“Beni soruyor mu?” demek isterdim mesela, ama sustum.

“Artık beni görmeye gelmeyecek mi?” demek isterdim ama sustum.

“Bir daha onu göremeyecek miyim?” demek isterdim. Ve evet, yine sustum.

“Size bir şey lazım mı?” diye sordu Ömer, “Market, ilaç, başka bir hobi seti…”

“Şimdilik yok.” dedim.

“Tamam,” dedi Ömer ve kapıya yavaşça baktı, “Ritim değişmeyecek. İki kısa, bir uzun. Başkası gelirse açmayın. Zaten korumalar hep burada, kimse gelemez ama olur da bir şey olursa...”

“Biliyorum,” dedim sözünü keserek, “İki kısa bir uzun. Teşekkür ederim Ömer.”

“Rica ederim. Yarın uğrarım.”

“Görüşürüz.”

Kapıyı kapattım. Gazeteyi alıp koltuğa geçtikten sonra arkama yaslandım. İçime önce dalga dalga bir rahatlama hissi geldi ve hemen ardından o tanıdık sızı… Annem iyiymiş, arkadaşlarım ve Oya Abla da. Devrim de iyiymiş ama yoğunmuş. Bu üç cümle bir günümü taşıyacak kadar ağırdı. Hem iyi olmalarının verdiği rahatlamayı yaşıyordum hem de onları özlemenin üzüntüsünü. Devrim ne ara bu listeye girmişti bilmiyordum ama elimde değildi işte, onu merak ediyordum.

Gazetenin sayfalarını karıştırırken gözüme tanıdık bir yüz çarptı. Gördüğüm yüz beni bundan bir ay öncesine götürürken kalbim ağzıma gelmek üzereydi.

“GÖKTAY HATIRA SERGİSİ” yazıyordu manşette, “ALTIN KANCALAR GÖRÜCÜYE ÇIKIYOR!”

“Göktay Hatıra Sergisi bu hafta sonu kapılarını açıyor. Araf Vural’ın küratörlüğünü üstlendiği sergide, gizemli sembollerle bezeli ünlü Altın Kancalar ilk kez halkın karşısına çıkacak. Açılışa gösterilen yoğun ilgi nedeniyle biletler günler öncesinden tükendi.”

Bunun tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyordum ama içimden bir ses bu haberin bana kötü hissettirmesi gerektiğini fısıldıyordu sanki. Adamın fotoğrafını görmek bile nefes alışverişimi hızlandırmıştı.

Gazeteyi sinirle ikiye katlayıp sehpanın üzerine koyduktan sonra ayaklanıp kafamı dağıtmak ve sakinleşmek için Ömer’in getirdiği mum setini açtım.

Küçük tencerede mumu benmaride erittim. Lavantadan üç damla, sandal ağacından iki damla damlattım. Karışımın kokusu yavaşça odanın içine yayıldı. Koku büyüdükçe içimin biraz olsun huzurla dolduğunu hissettim.

Fitilleri kavanozların ortasına yerleştirdikten sonra erittiğim balmumunu yavaşça döktüm. Karışım sütlü kahverengi tarzında bir renge dönerken kavanozların kapaklarını kenara dizdim ve mumların etiketlerine isim yazmaya karar verdim.

İlkine “Rus Mafyasından Kaçarken Burnuma Gelen Koku” yazdım.

İkincisine ise uzun uzun düşündükten sonra şöyle bir açıklama yazmaya karar verdim, “Canım Kedim Adnan’ın Kokusu.”

Kalemi üçüncüsüne götürdüğümde ise durdum. Bir an düşündüm. İlk ikisi bakınca beni güldürebilecek şeyler olsun istemiştim ama üçüncüye geldiğim an içimde bambaşka duygular doğdu.

Sonra bir anda yazmaya başladım.

“İÇİNDEKİ IŞIĞI HATIRLAMANIN KOKUSU.” Yanına minicik bir yıldız koydum.

Belki bu mumu yaktıkça kim olduğumu hatırlardım, kim bilir?

Mumlarla işim bitince ev yine kendi sessizliğine döndü. Arada bir koridordan gelen ayak sesleri, televizyondan gelen kısık konuşmalar ve aralık pencereden içeri giren hafif rüzgar... Penceremdeki aralık yine balkonum olmuştu o gece.

Koltuğun içine gömülmüş televizyondaki yemek programını izliyordum ki elim kolyeme gitti, kolyem boynumdaydı, ince sarı fularım ise at kuyruğu yaptığım saçlarımda. Orada bir süre öylece uzandıktan sonra ayaklanıp masada bıraktığım mumlara baktım. Mumlardan ilk donan üzerinde “İÇİNDEKİ IŞIĞI HATIRLAMANIN KOKUSU” yazan olmuştu. Onu orta sehpaya alıp yaktım ve ince bir alev eşliğinde havaya karışan sandal ağacı ile lavanta kokusunu içime çektim.

Gözlerim orta sehpada duran telefona kaydı ve zihnimde Devrim’in bu telefonu bana verirken söylediği o cümle yankılandı, “İçinde sadece iki numara kayıtlı. Biri benim, diğeri Ömer’in. Başka kimseyi arayamazsın. Ama ne zaman ihtiyacın olursa… bir tuşa basman yeterli.”

Oysa ben o tuşa hiç basmamıştım, bir kez bile.

Derin bir nefes alıp gözlerimi telefondan kaçırdım ve telefonun hemen yanında duran az önce yaktığım mumun ince alevine baktım. Öylece izledim o güçsüz alevi, güçsüzlüğüne rağmen nasıl da dik durduğuna baktım.

Sonra kendime bir kupa kahve alıp aralık pencerenin yanına geçtim. Kendimi kapalı perdenin arkasında saklayarak pencerenin aralığından bir süre dışarıdaki gökyüzüne baktım. İçimden anneme seslendim, sonra arkadaşlarıma. Belki kalplerinde bir his doğar, belki fısıltılarım onların zihinlerini bulur diye her akşam yaptığım gibi bu akşam da seslendim onlara.

“Ben iyiyim,” dedim fısıltıyla, “Yaşıyorum, hayattayım ve iyiyim...”

En son bir isim daha geçti zihnimden, Devrim’in ismi...

“İyi ol.” diye fısıldadım geceye doğru, “Lütfen iyi ol Devrim...”

Mumun alevi artık ince ve güçsüz değildi, yandıkça güçlenmişti. Televizyonun sesini biraz kıstım ve elime bir kitap alıp koltuğuma geçtim.

Parmaklarımı kitabın açtığım ilk sayfasına belli bir ritimle dokundurdum, iki kısa, bir uzun. Ve bazen insanı hayatta tutan şey tam da budur, tanıdık bir ritim...

-

(YAZARIN ANLATIMIYLA)

Şehrin en gizli teras barlarından birinde gecenin içine karışmış sigara dumanı ve alkol kokusu arasında bir köşede oturuyordu Devrim Ali Yöner.

Önünde yarısı boş bir kadeh vardı ama dudaklarına bir yudum daha götürmeye niyeti yok gibiydi. Gözleri bardaktaki sıvının içinde kaybolmuş, zihni ise çok daha derinlerdeydi. Gözleri bu koca şehri izlerken parmak uçları kadehin kenarına vuruyordu, belli ki sessizliği bozan o tını kendi içinde taşıdığı karmaşanın yankısıydı.

Deha, Demir ve Ömer sonunda Devrim’i burada bulduklarında ilk önce durup izlediler. Bardaki tüm kalabalığın içinde onun tek başına sessizce oturuyor olduğunu gördüklerinde üçünün içini de hüzün kapladı.

Onu bu halde görmek hiç kolay değildi çünkü onu bu halde görmeye hiçbiri alışık değildi.

Yanına ilk yaklaşan Deha oldu.

“İyi geceler Orta Doğu ve Balkanların en iyi ağabeyi!”

Devrim kardeşinin sesini duyunca kaşlarını çatarak onlara döndü. Onlara çok bir tepki vermeden başını yeniden önüne çevirdi ve kadehi önüne çekti.

“Ne alıyoruz?” dedi Demir, “Birer viski?”

Hepsi başıyla onaylarken oyunbozanlık yapan yine Deha oldu.

“Benim selamımı söyle, bana her zamanki kokteylimden hazırlasın. Bilir o beni.” diyerek barmene el salladı.

Herkes yerine yerleştiğinde Demir sipariş vermek için masadan ayrıldı. Ömer Devrim’in yanına geçerken Deha tam karşısına yerleşti.

“Anlatmayacak mısın abi?” dedi Deha, “Günlerdir suskunsun, bir türlü denk gelemiyoruz.”

Devrim’in gözleri anlık bir parıltıyla kardeşinin gözlerine kilitlendi. Dudakları kıpırdadı ama ağzından hiçbir kelime çıkmadı. Bu sessizlik onların alışık olduğu sert liderin sessizliği değildi, Devrim’in içinde fırtınalar koptuğu belliydi.

“Neyin var abi?” dedi Deha bir kez daha.

“Çözebileceğimiz bir şeydir belki.” diye ekledi Ömer.

O sırada Demir de masaya dönmüştü ve konuşmanın sonuna denk geldiği için soran gözlerle Ömer’e bakıyordu.

“Haberleri görmediniz mi?” dedi Devrim.

“Tamam gördük de bu meseleyi çözeceğini zaten biliyoruz.” dedi Demir, “Hatta biz de seninle bunu konuşacaktık, sergiyle ilgili planımız ne?”

“Sergi olmayacak.” dedi Devrim, “Buna izin vermeyeceğimi biliyorsunuz.”

“Tamam ama planımız ne?” dedi Demir ısrarla.

Devrim sıkıntılı bir nefes aldı.

“Sizi buna karıştırmak istemiyorum.” dedi, “Bu benim meselem. Uçak benim yüzümden verildi.”

“Ne demek senin meselen abi ya?” dedi Demir, “Tamam uçak bizim için de çok önemli ama Eliz de önemli. Başka çaremiz yoktu ve birlikte çözeceğiz bu meseleyi.”

“O bir mesele bile değil.” dedi Devrim Ali, “Çözmeme ihtimalimiz yok.”

“Ne o zaman abi?” dedi Deha, “Neyin var yani? Tek mevzunun bu olmadığını anlayabiliyoruz!”

Devrim sonunda derin bir nefes aldı. Gözlerini bardan ayırıp tavana dikti.

“Sana verecek bir cevabım yok Deha.” dedi, “Kendime verecek bir cevabım da yok.”

Ömer çekinerek de olsa boğazını temizleyerek söze girdi.

“Lale mi?” diye sordu sessizce.

Devrim’in bakışları tavandan pencereye, şehrin gece manzarasına döndü. Elindeki kadehten bir yudum aldıktan sonra sessiz kalmayı sürdürdü.

“Yine mi o kadın?” dedi Demir, “Ayrıldınız bitti gitti işte yahu! Ne istiyor hala?”

Devrim gözlerini üçünden de kaçırdı. Sanki kendisiyle savaşıyordu. Sonunda boğuk bir sesle konuştu ama şimdi kuracağı cümle masayı ölümcül bir sessizliğe sürükleyecekti.

“Mesele Lale değil,” dedi Devrim, “Mesele Eliz.”

Demir, Deha ve Ömer öyle büyük bir şok içinde baktılar ki ona Devrim’in bakışları durumun vehametini ortaya koyuyordu.

“Dimitri Vetrov’la bir toplantıdaydım bugün. Adamlarından biri aradıkları kızın hala hayatta olduğuna ve biri tarafından saklandığına dair bir duyum aldıklarını söylediler ona.”

Sustu. Gözleri bir kez daha dalıp gitti uzaklara.

Deha endişeyle masaya doğru eğildi.

“Kimden duymuş olabilirler ki? Araf mı?”

Devrim sertçe başını kaldırdı.

“Araf Eliz’in kim olduğunu bilseydi onu bana bırakmamak için her şeyi yapardı,” dedi, sesindeki endişe buram buram duyuluyordu, sonra daha sakin ama bir o kadar acı bir tonda konuşmaya devam etti.

“Ne yapacağımı bilmiyorum.” dedi çaresizce, “Kız oradan oraya sürükleniyor kaç aydır. Benim yakınımda olmak ona zarar getirir diye yanına bile gitmiyorum haftalardır.”

Ömer Devrim’in gözlerindeki acıyı gördü. Sessizce başını eğdi. Ömer Devrim’i kardeşlerinden bile iyi tanıyordu ve zihninden geçenleri adı gibi biliyordu. Eliz onun aklında da kalbinde de başka yerdeydi. Ama dilinden dökülmeyecek kadar yasaklı bir yerdeydi.

“Koruma sayısını arttırayım mı?” diye sordu Ömer.

“Ben talimat verdim.” dedi Devrim, “Ama şüpheli bir şey olursa Eliz’i artık bir evden başka bir eve taşımamız onu korumak için yeterli olmayabilir. Onu başka bir ülkeye götürmemiz gerekebilir...”

Devrim kadehi elinde tutuyordu ama bakışları çok daha uzaklardaydı. Kardeşleri hala yanındaydı, Ömer hala sabırlı gözlerle onu izliyordu, Demir öfkesini saklamaya çalışıyordu, Deha ise tek cümle daha duysa patlayacak gibiydi. Ama Devrim’in zihni artık onların arasında değildi.

Devrim’in zihninde tek bir isim vardı o an. Eliz.

İsmi zihninin içinde yankılandı. Dudakları o ismi anmak için kıpırdadı ama ses çıkmadı. O an o ismi zihninden geçirmesinin bile yanlış olduğunu düşünüyordu ama sustukça o isim daha da çok büyüyordu zihninde.

Kendisini zorunlu hissettiği kaderin tam ortasında, kendisini mahkum ettiği yalnızlığın içinde hep aynı yüz gözlerinin önüne geliyordu.

Eliz’in o karanlık gecede o sandığın içinde çaresizce yatan güçsüz bedeni... Onu kollarının arasına aldığında duyduğu o titrek nefes… At nalı kolyesinin parıltısı… Boynundan dökülen o sarı fuları...

Devrim, boğazından yukarı tırmanan kelimeleri zorla geri itti. Çünkü ağzından dökülecek en ufak bir itiraf, sadece onu değil, Eliz’i de yok edecekti.

Kardeşlerinin bakışlarını üzerinden hissediyordu. Demir’in üzgün gözleri, Deha’nın sabırsız öfkesi, Ömer’in suskun kabullenişi… Hepsinin zihinlerinden geçen şey aynıydı aslında, hepsinin üzüntüsü aynıydı. Devrim kimseye hiçbir şey itiraf etmese de onlar onun içinden geçen her şeyi biliyordu.

“Abi beni yanlış anlama...” dedi Deha, “Ama bu ortaya çıkarsa senin başın da belaya girebilir. Dimitri Vetrov’dan bahsediyoruz sonuçta...”

“Benim başıma ne geleceği umurumda bile değil.” dedi Devrim.

Gözlerini kapattı. İçinden geçen tek şey, kendi kendine fısıldadığı ama asla itiraf etmeyeceği bir cümleydi, “Bir gün onun yüzünü tekrar görebilecek miyim? Ya da görsem bile… o bakışların bana dönmesini hak edebilir miyim?”

Kadehini masaya koyarken eli öfkeden titriyordu. Sanki bütün hayatı bir akıntıya kapılmış gidiyor gibiydi. Eliz’in ismini söyleyip içindekileri tam olarak anlatmaya cüret edemedi ama gözlerinde kalan gölgeyi kardeşleri fark etmişti. O gölge, ne kadar inkar etse de, aslında her şeyden daha çok şey anlatıyordu.

“Neresi peki?” dedi Ömer, “Hangi ülkeyi düşünüyorsun?”

“Karadağ...” dedi Devrim kısık sesle.

“En azından bir seçeneği var,” dedi Demir, “Sen olmasaydın şimdiye kadar hayatta kalması bile imkansızdı.”

“Ben olmasaydım başına bunların hiçbiri gelmeyecekti.” dedi Devrim öfkeyle, “O gece sanayi sitesine giren her yolu benim adamlarımın kapatması gerekiyordu. Benim adamlarımın.”

“Senin suçun yok abi,” dedi Ömer, “Sadece bir sokağın girişini boş bırakmışlar ve adamlara gerekli cezayı verdik zaten.

“Bir sokağı boş bıraktılar ve Eliz o sokaktan geçip içeri girdi.” dedi Devrim küfreder gibi, “Bu hata onun hayatına mal oldu.”

“Abi...” dedi Deha, “Eliz öylesine bir kız olduğu için mi üzülüyorsun bu duruma yoksa başka sebepleri de var mı?”

Demir susması için Deha’yı uyarırken Devrim sandalyesinde bir süre daha sessizce oturdu. Elleri viski bardağında, gözleri ellerindeydi. Tahammülsüz bir nefes aldı ve elindeki bardağı kafasına dikip kalan viskiyi tek dikişte bitirdikten sonra sandalyesini geri itti.

“Size iyi eğlenceler,” dedi, “Benden bu kadar.”

“Abi saçmalama gerçekten gidiyor musun ya?” dedi Deha üzülerek.

“Tamam,” dedi Demir Deha’yı sakinleştirmek için, “Bırak kafasını dinlesin. Üstüne gitme.”

Devrim o gece barda daha fazla oturamadı. Sorular onu boğmaya başlamıştı. Boş kalan kadehini masada bırakıp ağır adımlarla kapıya yöneldi. Gökdelenin asansörüyle aşağı indikten sonra resepsiyonun yanından sessizce geçti.

Kapı açıldığında ve dışarının ayazı yüzüne çarptığında ayazın keskinliği umurunda bile değildi. Arabasına gitmeden önce ceketinin cebinden çakmağını çıkarıp bir sigara yaktı. İlk nefesi içine çektiğinde gözlerini karşıdaki boş sokağa dikti.

Devrim’in bakışları öyle uzak bir yere kilitlenmişti ki sanki baktığı yerde birini hatırlıyordu. Belki bir sesi. Belki bir kokuyu. Belki bir fısıltıyı.

Ve evet… tam da öyleydi.

Devrim bir süre daha sigarasını içti, dumanı yavaşça havaya karışırken zihninde yalnızca bir görüntü vardı.

Eliz’i Araf’tan alıp kendi evine getirdiği o gece kollarında sayıklarken mırıldandığı “İyi ol.” cümlesi.

Gözlerini kısarak yere baktı Devrim.

“İyi ol…” diye fısıldadı neredeyse sessizce.

Kendine mi söylüyordu yoksa Eliz’e mi bilmiyordu.

Gece bitmek bilmiyordu. Barın ayazından çıkıp uzun süren bir yolculuktan sonra Devrim arabasını ağır ağır malikaneye doğru sürdü. Geçen hafta bütün ev halkı yazlık evden ayrılıp malikaneye dönmüştü, her zamanki düzenlerine kaldıkları yerden devam ediyorlardı ama Devrim için hiçbir şey aynı değildi işte, ona göre artık bu evde büyük bir eksik vardı.

Direksiyonun başında gözleri yola baksa da zihni başka bir yerdeydi.

Kapıya vardığında arabasını bahçenin kenarına park etti. Motor sustuğunda sessizlik onu boğar gibi oldu ve elini vitesin üzerinde bir süre bıraktı, sonra yavaşça indirdi. Bahçeye adım attığında karanlık taş zeminin üzerinde ayakkabısının çıkardığı yankı gecenin tek sesi oldu.

Merdivenlere yöneldiği an başını kaldırdı. Gözleri farkında olmadan yukarıya, oradaki bir pencereye kaydı. Eliz’in aylar önce kaldığı odanın penceresi…

Pencere kapalıydı. Işık yoktu. Ama o karanlık boşluk, Devrim’in zihninde sanki hala Eliz’in siluetini barındırıyordu.

Devrim birkaç saniye öylece durdu. Kalbinden geçen hislere hiçbir anlam veremese de doğru olanın ondan uzak olmak olduğunu biliyordu. Gözleri o karanlık odanın perdelerine bakarken dudaklarından fısıltı gibi bir kelime çıktı.

“İyi ol…”

Tam o sırada, arkasından gelen bir çift ayak sesini duyan Devrim irkilip başını çevirdi. Gölgelerden çıkan siluet yabancı değildi ama Devrim’in görmek istediği kişiye ait de değildi. Uzun paltosunun içinde, dudaklarında hafif bir tebessümle karşısına dikilen Lale’nin silüetiydi bu.

“İyi geceler Devrim,” dedi Lale ince ama kendinden emin bir sesle, “Erkencisin.”

Devrim yüzünü toparlamaya çalışsa da yüzündeki engel olamadığı soğuk ifadeyle cevap verdi.

“Burada ne işin var Lale?”

Lale birkaç adım yaklaştı, gözleri Devrim’in gözlerine sabitlendi.

“Annen davet etti. Zamanla beni burada görmeyi kabullenirsin Devrim,” dedi Lale, “Seninle aynı sofrada da oturacağım, aynı yatakta da uyuyacağım. İstesen de istemesen de.”

Devrim başını iki yana salladı ve taşan öfkesinin son damlasıyla bahçe kapısında bekleyen güvenliklere seslendi.

“Size onu bir daha bu bahçenin sınırlarının içine sokmayacaksnız demedim mi! Kovulmak mı istiyorsunuz?”

Güvenlikler onlara doğru koştururken Lale’nin dudaklarından soğuk bir fısıltı döküldü.

“Ben kendim giderim. Görüşeceğiz Devrim Ali Yöner... Görüşeceğiz.”

Devrim ağır adımlarla merdivenlere yöneldiğinde gömleğinin önü yarı açık, düğmeleri dağılmıştı. Alkolün verdiği koku üzerinden buram buram yayılıyordu. Yüzü solgun, gözleri yorgundu.

Ama o geceki sınavı bir türlü bitmiyordu. O an evin loş ışıklarında karşısına çıkan siluet bu sefer annesininkiydi.

Kadın kapının önündeki sesleri duyup kalkmış merdivenlerin başında dikilmişti. Ailesine bir baba gibi sahip çıkan oğlu Devrim Ali’yi karşısında böylesine dağılmış bir halde görünce ise şaşkınlıkla bakakaldı annesi.

“Oğlum… bu ne hal?” dedi öfkeyle, “Üstün başın dağılmış, gözlerin kan çanağı… Ne oldu sana Devrim?”

Devrim bir an durdu, bakışlarını annesinin gözlerine kilitlediğinde içinde öfke ve kırgınlık birbirine karıştı.

“Ben hep böyleydim anne,” dedi sertçe. “Sen yeni mi fark ediyorsun?”

Kadının yüzündeki hayal kırıklığı daha da derinleşti ama Devrim tek kelime daha etmeden yanından geçip merdivenleri çıktı. Arkasından annesinin “Dur oğlum, konuş benimle!” diyen sesi yankılandı ama Devrim artık duymuyordu.

Odasına girip kapıyı kapattığında karanlık dört duvar arasında bir süre öylece kaldı. Yatağının yanındaki kahverengi koltuğuna yayılır gibi oturdu ve başını koltuğun arkasına yasladı.

İçindeki ağırlık onu yutmak üzereydi. Ne üstünü değiştirecek takati kalmıştı ne de yatağına girecek. Zihni bin bir çeşit düşünceyle boğuşurken gözleri kapanıyordu, sızmak üzereydi.

Tam o sırada sessizliği bozan bir titreşim duyuldu. Devrim’in telefonu çalıyordu.

Devrim gözlerini araladı ve tam önündeki sehpanın üzerinde yanıp sönen ekrana baktı. Ve o an kalbi göğsünden fırlayacak gibi oldu.

Ekranda gördüğü numara… Eliz’e verdiği küçük siyah telefonun numarasıydı ve Eliz onu ilk kez arıyordu.

Devrim’in parmakları bir an dondu. Üzerinde hiçbir yorgunluk emaresi kalmamıştı, doğrulup telefonunu aldı ve aramayı bir saniye bile düşünmeden açtı.

“Efendim.” dedi, sesi boğuktu ama hüznü dikkatlice gizlenmişti.

Diğer taraftan titrek bir ses geldiğinde Devrim gözlerini kapattı.

“Ben… şey…” dedi Eliz, “Seni rahatsız ettim mi bilmiyorum ama… uyumaya çalışırken birden içime kötü bir his doğdu. Uzun zamandır konuşmuyorduk ve öyle bir şey hissedince... nasıl olduğunu merak ettim. İyi misin?”

Devrim’in gözleri hala kapalıydı. Kalbi göğsünde fırtınalar koparıyordu. Eliz’in sesini duymak, boğazına düğümlenen bin kelimeyi bir anda uyandırmıştı. Ama kendisini tutmak zorundaydı çünkü kendisini Eliz’e kaptırması ona yapabileceği en büyük kötülüktü.

Üstelik Eliz’in de böyle bir sarmalın içine düşmesini istemiyordu. Onu kendisinden uzak tutmak zorundaydı.

“İyiyim.” dedi soğuk bir sesle, “Merak edecek bir şey yok.”

Eliz ise telefonun diğer ucunda öylece kalakalmıştı. Devrim’den aldığı cevap en azından Devrim’in iyi olduğuna dair içini rahatlatsa da sesindeki soğukluk kalbini çok kırmıştı.

Sessizliğin içinde yalnızca Eliz’in nefesi duyuluyordu, Devrim susmakta o kadar zorlanıyordu ki hiçbir cümleyi kurmak onu şu an susmak kadar çok zorlamamıştı. Fakat Devrim söyleyebileceği kelimelerin Eliz için tehlikeli olduğunu biliyordu.

Onu korumak istiyorsa ondan uzak durmalıydı.

“Eliz,” dedi Devrim soğuk bir tonda, “Bir daha bir şeye ihtiyacın olursa önce Ömer’i ara. Onu bulamazsan son çare olarak beni ara. Sadece son çare. Anlaşıldı mı?”

Karşı taraftan uzun bir sessizlik geldi. Eliz telefonun diğer ucunda şoktaydı. Her şeyin ötesinde en azından arkadaş olduklarını sanıyordu.

“Tamam…” dedi kısık bir sesle, “İyi geceler Devrim.”

Ve telefon kapanırken Devrim orada öylece kalakaldı.

Telefonu hala kulağındaydı, gözleri ise boşlukta. İçindeki her şey bağırıyordu ama dışarıya tek kelime bile çıkmamıştı. Bir süre onu tekrar aramak ve öyle söylemek istemediğini ifade etmek için kendisiyle mücadele etse de kendisini bir şekilde tuttu ama öfkesini tutamıyordu.

“Allah kahretmesin!” dedi telefonunu tam karşısındaki duvara fırlatırken.

Başını nefes nefese geriye yasladı. O gece Devrim Ali Yöner’in tüm öfkesi kendisineydi. Ruhunun içindeki zehirden haberdardı, içindeki cehennemi gizlemek için buzla kapladığı ruhu artık eriyordu.

O gece sabaha kadar tek bir soru dolaşıp durdu zihninde. Eliz’in sesindeki hayal kırıklığını nasıl unutacaktı?

-

Merhaba sevgili sevgililerimmm. <3

Ben şimdi heyecanla yorumlarınızı okumaya geçeceğim o yüzden lütfen yorum yapmayı ve MİSAFİR'i arkadaşlarınıza önermeyi unutmayın. <3

VE SİZE BİR SÜRPRİZİM VAR!

Size geçen haftalarda MİSAFİR için bir hediye kutusu hazırladığımı söylemiştim. Artık her şey hazır, beklediğim tüm siparişler geldi ve MİSAFİR'in ilk 10 hediyesi için neler yapacağımızı paylaşıyorum şimdi sizlerle!

:

Instagram, Youtube Shorts ve Tiktok'tan MİSAFİR hashtag'i ile
içerik paylaşacak kişiler arasından çekilişle belirlenecek 10 kişiye
hem MİSAFİR hediye kutusu hem de HEPSİBURADA'dan 1000'er tllik kitap hediye edeceğiz. <3

Süreç şöyle ilerleyecek, içerik paylaşmak için son tarih 15 Eylül.
Kazanan 10 kişiyi 16 Eylül tarihinde Instagram'dan ve buradan duyuracağım. ^^
Adres telefon isim soyisim bilgisi ile hem MİSAFİR hediye kutusu hem de istediği kitapları göndereceğiz,
kitapların benim kitabım olması şart değil bu arada test kitabı bile olabilir. <3

Instagram : misafirkitapresmi