17. Bölüm: Araf
Bir iç çektim ve düştüm dünyadan. Dünyadan düşen nereye düşer bilir misin? Hangi tarafına düşer arafın? Arafın olur mu ki tarafı? Ne taraftayım ben şimdi? Hangi yerde, hangi yönde, kimle, hangi taraftayım?
Gözlerim ağır ağır açıldı, burnumun aldığı keskin ilaç kokusu bana bir tokat gibi çarptı ve bakışlarım kolumdaki damar yolunu buldu.
“Neredeyim ben?” dedim halsizce.
Yanı başımdaki bir sandalyede oturan Aziz Ata’nın endişeli yüzünü gördüm o an. Sesimi duyunca telaşla doğruldu ve uzandığım hastane yatağının kenarına geldi.
“İyi misin?” dedi endişeyle.
“Ben…” dedim algılamakta zorlanarak, etrafımı saran krem rengi perdeye çarptı gözüm, damar yoluma giden seruma baktım çatık kaşlarla, etraftaki sesler, dinledim, anlamaya çalıştım.
“Bayıldın.” dedi Aziz, “Acil Servis’in önünde beklerken.”
“Hatırlıyorum…” diye mırıldandım ve çatık kaşlarla etrafıma bakmayı sürdürdüm. O kalabalığı anımsar gibi oldum, etrafımdaki konuşmaları duydum bir kez daha.
“Baran,” dedim telaşla, “O nasıl? Annem nasıl? Neredeler? Kaç saat oldu?”
“Kalkma,” dedi Aziz beni nazikçe tutmaya çalışırken, “Tansiyonun düşmüş, ateşin vardı. İkinci kez serum taktılar az önce, biraz daha uzanman lazım.”
“Ben iyiyim,” dedim ısrarla, “Berfu ve Dünya nerede? Baran nasıl? Annem…”
“Derin,” dedi Aziz sesini kontrol etmeye çalışarak, o kadar gergin görünüyordu ki birinin başına bir şey gelmiş olabileceğinden korkuyordum.
“Bir şey mi oldu Aziz?” dedim, “Söyle bana! Lütfen!”
“Bir şey oldu evet,” dedi öfkeyle, “Haline baksana. Kollarımın arasına bayıldın Derin! Aklım çıktı sana bir şey olacak diye. Bir dur artık Derin! Bir kere de kendine sahip çık, kendine! Ne hale geldin baksana!”
Sustum, ne diyeceğimi bilemedim. O an uyandıktan sonra ilk kez Aziz Ata’ya gerçekten bakma ihtiyacı hissettim, darmadağınık görünüyordu. Yorulmuştu, gözaltları yorgunluktan şişmiş, saçları dağılmıştı; ne ceketinden ne de kravatından eser vardı.
“Ben…” dedim, “Endişelendiğin için özür dilerim ama burada mesele ben değilim…”
“Benim için tek mesele sensin Derin. Bin tane insan var Baran’la ilgilenen, annenle ilgilenen, bırak da ben de seninle ilgileneyim.”
Aziz pes ettiğimi anlayınca sandalyesine oturdu ve bana doğru eğildi. Dirsekleri dizlerinin üzerindeydi. Yüzünü bir anlığına ellerinin arasına aldı ve alnını ovduktan sonra bir kez daha bana döndü.
“Üç saat oldu.” dedi sessizce ve ekledi, “Baran’ın durumu iyi.”
Bu bana verdiği ilk iyi haberdi, daha fazlasının gelmesini umarak umutlu gözlerle yüzüne baktım.
“Sadece çok bakımsız kalmış,” dedi, “Bitkin düşmüş. Bir sürü test yaptılar durumundan emin olmak için, sonucu çıkmayanlar da var ama çıkan sonuçlara göre genel durumu iyi. Tedbir amaçlı birkaç gün burada kalacakmış. Olayla ilgili ise… kimseye bir şey anlatmıyor.”
“Ne demek anlatmıyor?” dedim şaşkınlıkla.
“Ailesine, arkadaşlarına, kimseye bir şey anlatmıyor…”
“Ben…” dedim telaşla, “Ben konuşsam. Bana anlatır belki.”
Aziz Ata yüzüme belki bozulmuş belki de üzülmüş bir ifadeyle baktıktan sonra boğazını temizleyip konuşmaya devam etti.
“Birazdan ifadesini almak için bir ekip gelecekmiş,” dedi, “Onlarla konuşacağını söyledi. Polis dışında kimseyle konuşmak istemedi.”
“Berfu ve Dünya Can?” dedim, “Onlar nerede?”
“Baran’ın yanındalar,” dedi Aziz, “Haberleri onlardan alıyorum zaten.”
“Peki annem?” dedim endişeyle, “Annem?”
Aziz bakışlarını önüne, tam gözlerinin önünde duran serum takılı koluma çevirdi ve gözlerini kolumdan ayırmadan konuşmaya başladı.
“Annen…” dedi, “Gözaltında.”
Aziz’in kurduğu cümle kalbime bir taş gibi otururken hayatımın hiçbir döneminde hissetmediğim kadar çaresiz hissediyordum kendimi.
“Karakolda mı?” diye sordum korka korka.
Aziz Ata başını salladı.
“Atölyedeki arama çalışmaları devam ediyor ama annen olayla hiçbir ilgisi olmadığını söylemiş gelen tüm ekiplere. Baran konuşana kadar da karakolda, gözaltında kalacak.”
“Ağabeyin bir şey yapamaz mı?” diye sordum gözyaşları içinde, “En azından Baran konuşana kadar… Zaten Baran konuştuğunda suçsuz olduğu anlaşılacak!”
Aziz Ata başını çaresizlik içinde önüne eğdi, kafasını ellerinin arasına aldı.
“Sen…” dedi kesik kesik bir sesle, “Sen merak etme Derin. Sen sadece kendini düşün şimdi, iyi olmaya bak…”
O an anladım ki bir iç çekişten ibaretti dünya. Derin bir iç çekiş. İnceldiği yerden kopmaya hazırdı her şey her zaman. Pamuk iplikleriyle bağlıydık birbirlerimize ve kaderlerimize. Yolumuza her an yıldırımlar düşebilirdi, hayatlarımız her an fırtınaların ortasında kalabilirdi.
Hani demiştim ya, “bazen sabah olmaz.” Bu gece o gecelerden biriydi işte. Bu gecenin sabahı yoktu. Dakikalar geçiyordu, birbirlerine ekleniyor ve birbirlerine katlanıyorlardı. Her iç çekiş bir geçişti ve zaman geçtikçe artıyordu iç çekişlerimiz.
Önümdeki perdelerden birinin kıpırdandığını gördüğümde gözyaşlarımı aceleyle sildim. Aziz Ata ise duyduğu hareketlilikle başını ellerinin arasından kaldırıp yorgun gözlerle perdedeki aralığa döndü.
“Berfu!” dedim endişeli bir heyecanla, “Dünya!”
Karşımda gördüğüm tanıdık yüzler her zamanki kadar tanıdıktı ama yüzlerindeki ifadeler her zamankinden yabancıydı bana.
“Ne oldu?” diye sordu Aziz Ata, “Geldi mi ekipler?”
Berfu ve Dünya Can’ın gözlerindeki endişeler, içeriye girdikten sonra arkalarından sırtlarına çarpan perdenin kırışıklığı kadar yoğundu.
“Size bir şey olmuş.” dedim korkuyla, bu sefer kimseyi dinleyecek değildim, uzandığım yerden doğruldum ve yatakta oturur hale geldim.
Berfu ve Dünya Can’ın gözleri benim değil, Aziz Ata’nın gözlerindeydi. Aziz endişeyle ayağa kalktı ve soran gözlerle baktı onlara.
“Dışarıda konuşalım mı?” dedi Aziz.
“Hayır!” dedim öfkeyle, “Burada konuşacaksınız. Sonradan başkalarından öğreneceğim şeyleri başkalarından değil sizden duymak istiyorum.” Sakinleşmeye çalışarak zar zor bir nefes aldım ve yalvarır gibi ekledim, “Dışarıda değil,” dedim, “Burada…”
Berfu ve Dünya’nın Aziz’e olan bakışlarından bir şeyler anlamaya, bir şeyleri çözmeye çalışıyordum. Aziz Ata sonunda pes etti, başını sallayarak konuşmalarını istedi.
“Hadi,” dedim, “Lütfen…”
Berfu soran gözlerle önce Dünya’ya baktı, sonra endişeyle bana döndü ve ben “Daha ne olabilir ki?” derken ömrüm boyunca hiç unutmayacağım o kelimeler birer birer döküldü dudaklarının arasından.
“Baran ifadesini verdi,” dedi benim ölüm fermanımı okur gibi, “Kendisini aylardır alıkoyanın… Zeren Teyze olduğunu söyledi Derin… Annen olduğunu söyledi.”
Ve işte böylece düştüm dünyadan. Arafta buldum kendimi. Bu bir kayboluşun hikayesiydi ve artık bu hikayedeki kayıp bendim. Üstelik, o kadar çok kaybolmuştum ki bir daha asla bulunamayacaktım…