16. Bölüm: Çanlar

Beyza Alkoç

Hani bir gün her şey anlamını yitirmişti, hatırladın mı?

Hani bir gün ruhunu saran o hayali camlar bir anda kırılıvermişti, sen kendi ruhunun cam kırıklarına yenik düşmüştün, her yanın kesilmişti olmayan cam parçalarıyla, hatırladın mı?

Hani inanmıştın bir çiçeğe. Bir gün solabileceği ihtimalini düşünmeden koklamıştın onu. Her gün suladığım bir çiçek solmaz sanmıştın, hatırladın mı?

Tarih 11 Temmuz. Saat 23’ü biraz geçmiş. Hava karanlık, rüzgar ılık, yıldızlar apaçık ortada ama bazı şeyler kapkaranlık. Annem ve benim hayatımızı değiştiren bu atölyenin bahçesinde, hayatlarımızı bir kez daha değiştirecek bir olayın ortasındayız şimdi.

Aylar önce ortadan kaybolan, ardında “Bul Beni” yazılı bir not bırakan ve kaybıyla hayatlarımızı darmaduman eden çocukluk arkadaşım, en yakın dostum Baran burada. Düğünün ortasında yere yığılmış bir halde, ve tüm kalabalık Baran’ın etrafında. Bense şoktayım, annem şokta, Berfu, Dünya, annem, Aziz Ata…

“Açılın!” dediğini duydum bir sesin, ve hemen ardından ambulans sirenleri doldurdu kulaklarımı, kaç dakika geçti ve hangi konuşmalar yaşandı, kimler neler dedi farkında bile değilim.

Hiçbir şey görmedim, hiçbir şey duymadım. Tek bildiğim Baran’ın burada olduğu, tek bildiğim bu.

“Açılın!” dedi aynı ses bir kez daha, “Ambulans geldi!”

“Baran.” diye fısıldayabildim sadece, “Yaşıyor mu?” diyebildim, kendimde değil gibiydim, bir sedye geçip gitti gözlerimin önünden, birkaç sağlıkçının koştuğunu gördüm ve Aziz Ata’nın beni bir sandalyeye oturttuğunu hatırlıyorum, bu kadar.

“Berfu, geç otur sen de! Dünya, gel böyle, iyi değilsiniz siz. Ben bakacağım, siz oturun! Ambulans da geldi bakın iyi olacak her şey.”

Aziz Ata bizi bir yerlere oturtmak ve iyi olduğumuzdan emin olmak istiyordu. Beren Teyze’nin ağlayışlarını duyuyordum, “Oğlum!” diyordu, “Burada ne işi var!” diyordu, “Nasıl geldi bu hale!”

Herkesin aklındaki soru buydu, herkesin aklındaki en önemli soru da bu olmalıydı zaten. Baran’ın burada ne işi vardı? Birileri tarafından özellikle bu gece buraya mı getirilmişti? Bu hale getirilip buraya mı bırakılmıştı? Sevdiği herkes bir aradayken bu halde ortaya çıksın diye buraya öylece atılmış mıydı?

Peki neden burası? Neden annemin atölyesi? Neden annemin düğünü? Ve neden bu halde? Nasıl?

Şoktaydım, konuşamıyordum. Bağırmak istiyordum, seslenmek istiyordum ona, burada olduğumu söylemek istiyordum ama şu an yerde yığılmış halde yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyordum. Çıt çıkmıyordu kalabalıktan. Herkes sağlıkçıları izliyordu korkuyla, anne ve babası ağlıyordu yalnızca. Annem ise dilini yutmuş gibiydi, eli kalbinde öylece donakalmıştı. Deha Baran’ın başındaydı, Baran ortaya çıkar çıkmaz ona doğru koşan ilk isimlerden biri oydu, “Kimse elini sürmesin,” demişti, “Parmak izleri önemli.”

Neyin içindeydik? Nasıl bir kabusu yaşıyorduk böyle? Yaşıyor muydu Baran? Hepimizin gözlerinin önünde mi ölmesi istenmişti yoksa? Onu bulduğumuz anda kayıp mı edecektik?

“Yaşıyor!” dediğini duydum kalabalıktan birinin.

Gözlerimden akan birkaç damla yaş dudaklarımı buldu. Rahatlamış mıydım, korkuyor muydum bilmiyorum. Her şey bulanıklaşmıştı, her şey yavaşlamıştı, her şey karışmıştı. Sağlıkçıların bir kez daha hareketlendiğini gördüğümde kendimi tutamadığımı hatırlıyorum.

“Baran!” diye bağırdığımda dudaklarımın arasından çıkan kendi sesim bile bana yabancıydı. Üzerinden kalktığım sandalye ben kalkar kalkmaz yere devrildi.

“Baran!” diyordu Dünya Can’ın endişeli sesi, “Nereye götürüyorsunuz onu?”

“Ambulansa!” dedi Berfu, “Ambulansa götürüyorlar!”

İşte o andan sonra her şey iyice karıştı. Baran’ı tanıyan ve aylardır kaybının üzüntüsünü yaşayan herkes ambulansı takip etmek arabalarına koşuyordu, düğün alanı artık kaotik bir savaş alanını andırıyordu. Gözlerim annemi aradı ama ne onu ne de Deha’yı göremedim ve onları bulacak kadar vaktim yoktu.

“Benim arabama geçin!” dediğini duydum Aziz Ata’nın.

Ve sadece iki dakika sonra Aziz Ata’nın arabasında, onun hemen yanındaydım. Berfu ve Dünya ise arka koltukta oturmuş anneleri ve babalarını aramış, olan biteni anlamaya çalışıyorlardı.

“Annem…” dedim elimdeki telefona bakarak, “Aziz annemi arıyorum ama açmıyor, telefonu gelin odasındaydı zaten, sen ağabeyini-“

“Arıyorum.” dedi Aziz ceketinin cebine uzanarak.

Bir yandan ağabeyini arıyordu, bir yandan da ambulansı takip ediyordu.

“Alo,” dedi telefonuna doğru, “Biz hastaneye geçiyoruz, ambulansın peşindeyiz. Siz… Tamam, anladım, peki içerisi? Var mı bir şey? Nasıl yani? Anladım. Tamam…”

Aziz Ata’nın sesi, seçtiği kelimeler ve kapalı cümleleri bana çok da iyi bir izlenim vermiyordu. Belli ki kötü bir senaryonun içindeydik, belli ki duydukları pek de iyi şeyler değildi.

“Ne olmuş?” diye sordum, “Annem onunla mı? Yanında mıymış?”

“Yanında,” dedi Aziz Ata tereddütle, “Baran atölyeden çıktığı için… Atölye de annene ait olduğu için… Bir yere gitmesine izin vermiyorlar şu an. Atölyeyi arayacaklarmış. Ekip bekliyorlar.”

“Nasıl yani?” dedim öfkeyle, “Kim izin vermiyor? Orada polis yoktu ki!”

Aziz Ata derin bir nefes aldı, neyi nasıl söyleyeceğini bilemiyor gibiydi.

“Ağabeyim İstanbul İl Emniyet Müdürü Derin.” dedi bana acı bir gerçeği hatırlatır gibi.

“Ne yani Deha mı izin vermiyor annemin gitmesine?” dedim öfke içinde.

“Tabi ki hayır,” dedi Aziz Ata, “Düğününe çağırdığı arkadaşları, hepsi emniyetten. Nikah şahitleri bile polis. Düğün alanı artık onlar için sadece bir olay yeri.”

Kendimi iyi hissetmiyordum. Yaşananların gerçekliğini sorgulayıp duruyordum. Konfetiler, güneş kapanları, uçuşan tüller ve çanlar, danslar ve müzikler, sohbetler ve kahkahalar… Hepsi gözümün önünden geçiyordu. Ne olmuştu bir anda? Ne olmuştu da bunca aydır kaybını araştırdığımız Baran annemin atölyesinden çıkmıştı? Delirmek üzereydim.

“Biri onu oraya bırakmış olmalı.” diye söylendiğini duydum Dünya Can’ın.

“Ben de öyle düşünüyorum,” dedi Berfu, “Belli ki ailesinin orada, düğünde olacağını bilen biri yaptı bunu.”

“Ama kim?” dedim çaresizce, “Kim?”

Gözlerim ortasından geçtiğimiz karanlık caddelere kaydı. Beren Teyze’lerin arabası tam önümüzdeydi, etrafımızdaki, önümüzdeki ve arkamızdaki birkaç araç daha ambulansı takip ediyordu, herkes şoktaydı. Gözlerimden akan yaşların tam olarak farkında bile değildim, bir yandan üşüyor, bir yandan terliyordum. En büyük dileğim Baran’ın iyi olmasıydı ama artık içimden bir ses annemin de tehlikede olduğunu söylüyordu.

“Biz ne yaşıyoruz şu an ya!” dedi Dünya Can öfkeyle camını açarken. Rüzgar arabanın içine öyle güçlü girdi ki bir anlığına boğulduğumu hissettim ama biraz olsun kendime geldim.

“Sakin olmaya çalışın biraz,” dedi Aziz Ata, “Her şeyi öğreneceğiz ama siz bu kadar endişeli ve öfkeliyken olmaz.”

Başımı koltuğa yasladım, elim kalbimdeydi, kafamın içinde aynı şeyler dönüp duruyordu, güneş kapanları, konfetiler, tüller, çanlar…

Ambulans sesi büyük bir hastanenin önüne yanaşırken artar gibi oldu, Aziz Ata arabasını ambulansın biraz arkasında bırakırken hastane kapısından ambulansa doğru sedye ile koşturan sağlıkçıları gördüm. Kapımı açıp telaşla indim ve ambulanstan indirilen Baran’ı görmeye çalıştım. Kalabalığın arasından görebildiğim kadarıyla yüzü sararmıştı, o kadar solgundu ki günlerdir yemek yememiş gibiydi.

“Çok kötü görünüyor.” dedim acı içinde, yanımdaki Berfu’nun koluna tutunmaya çalıştım.

Aziz Ata ise diğer yanımda, telefondaydı.

“Hastaneye geldik,” diyordu, “Ekip geldi mi? Tamam, haber ver bana ağabey.”

“Gelmiş mi?” diye sordum, “Ekip…”

“Şimdi gelmişler, aramaya başlayacaklar. Haber verecekler bana, merak etme.”

Hastane bahçesi bir anda düğün alanına dönmüş gibiydi, şık elbiseler giymiş onlarca insan arabalarından inmiş hastaneye doğru koşturuyordu. Baran’ın, Dünya’nın, Berfu’nun aileleri, ortak arkadaşlarımız, ortak tanıdıklarımız… Annem dışında herkes buradaydı. Berfu’yu takip ederek hastaneye doğru ilerliyordum ki bir elin kolumu tuttuğunu fark ettim.

“Biz içeri girmeyelim.” dedi Aziz Ata.

“Neden?” diye sordum endişeyle.

“Baran’ın anne ve babası…” dedi Aziz istemeye istemeye, “Eğer şu an annenden şüphelendilerse sana da pek hoş davranmayabilirler Derin.”

Omzumu silktim.

“Bana hoş davranıp davranmamaları umurumda bile değil,” dedim, “Arkadaşımın yanında olacağım.”

Aziz Ata hiçbir şey söyleyemedi. Ben kararlı adımlarla içeri girerken o da peşimdeydi. Acil Servis kapısının önü tıklım tıklımdı. Hastanenin güvenlikleri de kalabalığı görünce kapıya gelmiş, kalabalığı sakinleştirmeye çalışıyordu.

“Oğlum o benim!” diyordu Beren Teyze.

“Sizi anlıyorum hanımefendi ve ilk muayene yapılır yapılmaz içeri alacağız sizi, sakin olmaya çalışın.”

Berfu ve Dünya Can da ailelerinin yanında endişeyle beklerken kalabalığın en arkasında sırtıma denk gelen duvara yaslandım. Aziz Ata önümdeydi, sanki gelebilecek her türlü tehlikeye karşı tetikteymiş gibi önümü kapatıyordu adeta.

Orada öylece dakikalar geçirdik. Belki on beş, belki yirmi dakika sonra Baran’ın anne ve babası acil servise alınırken diğerleri beklemeye devam etmek zorunda kaldı. Aklım hem Baran’da hem annemdeydi. Kalabalığın arasından birinin telefonda bir başkasına olan biteni anlattığına kulak misafiri olmak zorunda kaldım, “Zeren’in atölyesinden çıktı!” diyordu şaşkınlık içinde, “Ne bileyim biz de şoktayız!”

Huzursuz bir nefes alıp önümde duran Aziz Ata’nın gözlerine çevirdim gözlerimi. Bana doğru eğildi, yüzüme anlayış içinde baktı, ona bir şeyler söylemek istediğimi anlamıştı.

“Annemi…” dedim sessizce, “Annemi kolayca bırakmayacaklar, değil mi?”

Önce bir şey söyleyemedi, tereddütle etrafına bakındı Aziz Ata.

“Söyle Aziz.” dedim, “Her şeye hazırım, gerçekleri duymak istiyorum. Tesellilerini değil.”

Aziz Ata etrafına bakınmayı sürdürürken burnunu çekti ve derin bir nefes alıp çaresizce bana döndü. O da neredeyse benim kadar kötü görünüyordu, çenesi kasılı kalmıştı adeta, içinde bulunduğum bu duruma öfkelendiğinin farkındaydım.

“Bir süre gözaltında kalacaktır,” dedi Aziz soğuk kanlı olmaya çalışarak, “Ama Baran ifadesini verdiğinde, eğer ifadesinde annenin masum olduğunu söylerse, ki öyle söyleyecektir… O zaman serbest kalır.”

“Öyle söyleyecektir,” dedim titreyen sesimle, “Öyle söyleyecektir, değil mi?”

Üşüdüğümü hissettim. Omuzlarım hissettiğim bir ürperme ile titredi.

“Derin,” dediğini duydum Aziz Ata’nın ama sesi uzaktan geliyordu sanki, “Derin sen iyi misin?”

“Ben…” diye mırıldandım halsizce, “Ben…”

Ve bir kez daha duydum çanların sesini. Güneş kapanları salındı rüzgarda, tüller uçuştu, konfetiler yağmaya devam etti, kapılar yumruklandı, kilitler kırıldı ve yeri buldu zincirler…

Hepsi tekrar etti defalarca. Çanlar susmuyordu, kapılar yumruklanıyordu, yere düşen zincirlerin sesi zihnimin her bir yanındaydı.

Hani bir gün her şey anlamını yitirmişti, hatırladın mı?

Hani bir gün ruhunu saran o hayali camlar bir anda kırılıvermişti, sen kendi ruhunun cam kırıklarına yenik düşmüştün, her yanın kesilmişti olmayan cam parçalarıyla, hatırladın mı?

Hani inanmıştın bir çiçeğe. Bir gün solabileceği ihtimalini düşünmeden koklamıştın onu. Her gün suladığım bir çiçek solmaz sanmıştın, hatırladın mı?