16.BÖLÜM : BAŞ TACI.

Beyza Alkoç
0

16.Bölüm : Baş Tacı.

Tam ortasındaydım bir savaşın. Savaşın sebebi de bendim, sonucu da. Bazı zamanlarda içinde olduğunuz cehennemin nasıl harlı yandığını anlayamıyordunuz, ta ki o alevler sevdiklerinize sıçrayana kadar...

Kalbimin bir yanı aşağıdan gelen sesleri dinliyor, diğer yanı yüzlerce kilometre gerimizde kalan evimde yaşananların bilinmezliğinin acısıyla kavruluyordu. Babam iyi miydi, kardeşlerim, kuzenlerim, ailem, sevdiklerim... Peki ya bu evin çatısı altındakiler? Hazar iyi olacak mıydı, diğer şövalyeler, evdeki herkes, ben...

Banyonun en köşesinde oturmuş öylece bekliyordum, duyduklarım kadarı ile hissedebildiğim tek şey fazlası ile kalabalık olduklarıydı. Çok fazla adım sesi vardı, çok fazla koşuşturma, çok fazla kılıç sesi... Sanki çatının bile tavanında birileri vardı. Kapılar çarpıyor, pencereler açılıp kapanıyor, acı haykırışların kimlerden geldiği ise asla anlaşılmıyordu. Hayatım boyunca birçok kez birçok an için “hayatımın en kötü anı” demiştim ama şimdikinin yerini hiçbir an alamazdı. Bu en kötüsüydü, en dehşet vericisi, en korkuncu.

Orada parmaklarım elimdeki bıçağı sıkıca tutarken çok uzun dakikalar geçirdim. Her geçen dakika aşağıdan gelen seslerin hararetini arttırıyordu, hiçbir şey sakinleşmiyor, ehlileşmiyor, giderek harlanıyordu. Bir elim hep kalbimdeydi ve dudaklarım atalarımdan öğrendiğim dualarla doluydu.

Kapalı gözlerim yatak odasının kapısından gelen sesle açıldı. Tek dileğim gelenin Hazar veya diğer şövalyelerden biri olması, bana herkesin iyi olduğunu ve tehlikenin geçtiğini söylemeleriydi. Hayatla aramda benim hep dilek dilediğim, onun ise dileklerimi teker teker reddettiği bir bağ vardı.

Odamın kapısı açıldıktan hemen sonra sertçe kapandı ve hiç durmayan ayak sesleri doğrudan banyo kapısına yöneldi ve kapımdaki kişi her kimse kapının kulpuna dokunmayı denemedi bile. Kapı sert bir tekmeyle kırıldı ve tam önüme devrildi. Gözlerim önce yere düşen kapıya, sonra kapıyı kırana çevrildiğinde hayatın bir dileğimi daha kabul etmediğini fark ettim.

Karşımdaki adamın omzunda asılı olan arma Kral Noyan’ın ordusunun armasıydı.

“Korkmayın,” dedi karşımdaki asker, boyu oldukça uzun, kilosu en az beş katım kadardı, “Size zarar vermeyeceğiz.”

“Sakın!” dedim, “Sakın bana yaklaşmaya kalkma!” Parmaklarım elimdeki bıçağa yapışmış gibiydi, bıçağı kaldırıp ona doğru tuttuğumda ellerimin titrediğini fark etti.

“Size zarar vermeyeceğim, Majesteleri.” dedi otuzlu yaşlarındaki siyah saçlı asker, “İstesem de yapamam. Bize emredilen şey sizi kılınıza dahi zarar gelmeden alıp götürmek.”

Koridordan gelen hararetli kavga sesleri ve havada uçuşan küfürler şövalyelerimin bana ulaşmak için ne kadar çaba sarf ettiğinin kanıtıydı. Karşımdaki adamın bana zarar vermeyeceğine emindim, ben onlar için dokunulmazdım. Sağlam ayağıma basarak ve duvara tutunarak yavaş yavaş ayağa kalktım.

“Beni nereye götüreceksin?” diye sordum içimdeki öfkeyi bastırmaya çalışarak.

“Sizi kralıma teslim edeceğim efendim.” Öfkeyle gülümsedim.

“Oradan baktığın zaman bir yerden alınıp bir yere teslim edilecek bir mala mı benziyorum?”

Asker burada benimle konuşarak vakit kaybetmek istemiyordu, ona cevap vermem bile onu sinirlendiriyordu. Başını arkaya atarak yavaş yavaş boynunu kütletti ve bana baktı.

“Bize emredilen bu, Majesteleri. Sizi hiçbir zarar vermeden ve saygısızlık yapmadan hükümdarımıza götürmek.”

“Öyleyse dönün ve kralınıza söyleyin, beni bana zarar vermeden buradan alıp götürmenizin hiçbir yolu yok. Beni buradan götürmek için bayıltmanız ya da öldürmeniz gerekir. Onları da siz yapamazsınız çünkü siz kralınızın emrinden çıkamayacak bir avuç korkaksınız.”

Asker alay eder gibi güldü.

“Sizi bayıltmam size çok da bir zarar vermese gerek... Üstelik yanımda tam elli askerle geldim.” dedi, “Bir avuç olduğumuzu sanmıyorum.”

“Bana zarar vermemek üzere emir almış elli asker...” diye mırıldandım, “Çok da işe yarar gibi görünmüyor.”

Asker bana doğru bir adım attı, parmaklarım elimdeki bıçağa daha sıkı sarıldı.

“Sizi gitmek istemeyeceğiniz bir yere götürmeye gelmedik Majesteleri. Muhteşem bir saraya gideceksiniz, kralımız sizi baş tacı yapacak.”

Asker bana doğru bir adım daha attı, bıçağı daha sıkı tuttum. Korkum giderek kayboluyor, yerini hırs ve güce bırakıyordu.

“Benim zaten muhteşem bir sarayım var.” dedim, “Üstelik kralınızın baş tacı olmaya ihtiyacım yok, ben günün birinde bu toprakların hükümdarı olacağım.”

Üzerinde doğup büyüdüğüm bu topraklar ve komşu krallıklar yüzyıllar boyunca erkek egemenliği altında yönetilmişti. Kolyenin kehaneti gerçekleşene kadar kadınların sözü onlar için bir hiçti. Kadınların konuşmaya, başkaldırmaya hakları yoktu. Oysa şimdi... Bu bir başkaldırıydı ve bir başkaldırı ancak bu kadar naif olabilirdi.

Asker bana doğru bir adım daha attı, tam o an kapıda bir gürültü duydum, hislerim bana bu gürültünün kaynağını fısıldıyordu. Kimin geldiğini biliyordum.

“Kralınıza bunu aynen böyle iletin.” dedim askere, sonra kapıdaki gürültünün sahibi göz hizama girdi ve konuşmama son bir cümle ekledim, “Tabi hayatta kalıp ona ulaşabilirseniz.”

Hazar’ın adamın üzerine atlaması ve adamın kalbine saplanan kılıcı fark etmem yalnızca on saniye sürdü. Asker saniyeler içinde gözlerimin önünde kanlar içinde kaldı ve yere yığıldı. Ben olanları dehşet içinde izlerken Hazar kılıcını içinden çıkardığı adama dönüp ikinci kez bakmadı bile. Elindeki kılıç ile yanıma yaklaştığında her yanının yara bere ve kan içinde olduğunu görebiliyordum. Onu öyle görünce gerçek vehameti anladım. Bana yaklaştığında nefes nefeseydi, ellerini kollarıma koydu ve gözlerime baktı.

“İyi misin?” diye sordu.

Böyle anlarda “majesteleri” yoktu, “efendim” yoktu. Tüm sınıflar siliniyor, mesafeler yok oluyordu.

“Asıl sen iyi misin?”

Artık gözyaşları içindeydim. Az önce tam önüme kadar gelen düşman askerinin yanında bile bu denli korkmamıştım, şimdi ise karşımda gördüğüm tablo beni korkutuyordu. Hazar bile bu kadar darbe aldıysa, o bile bu kadar yaralandıysa diğerlerinin ne durumda olduğunu tahmin bile edemiyordum.

“İyiyim.” dedi, vücudunun yer yanı yara içindeydi, kafası iki farklı yerden kanıyordu. Başını çevirip yerde yatan ölü bedene baktı.

Adamın yüzüne doğru tükürüp bir küfür savurdu ve öfkeyle sordu, “Sana bir şey yaptı mı?”

“Hayır,” dedim, “Peki tehlike geçti mi? Elli kişi geldiklerini söylemişti...”  

“Hepsi öldü.” dedi Hazar, gözleri hala ölü adamın yüzündeydi, “Hepsi. Teker teker.”

“Peki bizimkiler?” dedim titreyen sesimle, “Herkes iyi mi? Şövalyeler, hizmetliler?”

Hazar sesini çıkarmadı. Bakışları hala az önce öldürdüğü adamı izliyordu, sanki nefreti geçmemişti, kavgası içinde devam ediyordu.

“Hazar!” dedim korkuyla, “Bir şey söyle. Diğerleri nasıl? Kimseye bir şey olmadı, değil mi?”

Sorum yine cevapsız kaldı. Hazar birkaç saniye daha yerde yatan adamı izledikten sonra arkasını döndü ve kapıya doğru ilerledi. Kendinde değil gibiydi, çenesi kasılmış, alnındaki damar öfkesini ele verdiriyordu. Tam kapıdan çıkacaktı ki eliyle kapının pervazını tuttu.

“Kim?” diye sordum en sonunda, birine bir şey olduğunu anlamamak imkansızdı, “Kim Hazar?”

Artık gözyaşlarım akmıyordu. Hazar bir labirentin içinde sıkışmış da yolunu bulmaya çalışıyor gibiydi, dinmeyecek bir öfkenin, dinmeyecek bir acıyla harmanlandığı o noktadaydık, bugünün milat olacağını biliyordum.

“Evdeki hizmetlilerin tamamı.” dedi, kafamın içinde bir gök gürledi, “Askerlerimden Somer, Boray ve Meran... Ve atların yarısı.”

Nefesim kesilir gibi oldu. Elim ağzımı kapatırken titreyen dizlerimle yere çöktüm. Hazar’ın eli duvara, başı ise duvardaki eline yaslıydı. İçimde bir yerlerde bir şeyler kopmuştu, boynumdaki kolyenin uğruna yapılan bu savaş günlerdir yüzlerini gördüğüm insanların canlarını almıştı. Ben dehşet içinde dizlerimin üzerinde titrerken Hazar bir anda kendine geldi ve bana döndü.

“Yola çıkıyoruz.” dedi, “Buraya yalnızca elli asker göndereceklerini sanmıyorum, gerisi yoldadır. Evde kalan tüm erzağı ve şifacıdan geriye kalan tüm ilaçları yanıma alacağım. Bir şekilde ilerleyeceğiz.”

“Yola filan çıkamayız!” dedim öfkeyle, “Onları burada bırakamayız, onlar bizim dostlarımız! Onları gömmeden mi gideceğiz?”

“Onları gömmek için vakit harcarsak gömeceğimiz daha fazla insan olabilir.” Hazar’ın sesi artık duygusuzdu. Az önce duyduğum öfkeden de hüzünden de eser kalmamıştı.

“Bu kadar çabuk mu atlattın?” diye sordum birden. Bana dönüp öyle bir baktı ki kan çanağına dönen gözlerini görünce ne kadar aptalca bir soru sorduğumu anladım.

“İnsanlar ölür Sara.” dedi, “Atlar da ölür.”

Başka hiçbir şey söylemedi. Bir daha konuşmadık. Yanıma gelip beni kucağına aldığında üzerinden yükselen kan kokusunu hissedebiliyordum. Birlikte koridora çıktığımızda adım attığımız her yerde insan bedenleri görüyordum. Sanki benim var oluşum, birilerinin mezarlığıydı. Evden ayrılırken ne ben ne de Hazar başımızı eğdik, yerlere bakmak ve tanıdık bir yüz görmek istemiyordum. Kapıya çıktığımızda geride kalanların bizi beklediğini görmek bana dakikalar sonra gözyaşlarımın kontrolünü kaybettirdi.

Atlas, Poyraz ve Deha atlarının üzerlerinde bizi bekliyorlardı. Her birinin acısı gözlerinden okunuyordu. Hazar’ın kucağında Hazar’ın olmayan bir ata bindiğimizde ise acı bir gerçeği daha fark ettim... Atı da ölmüştü.

Bu bir savaştı, bir kavgaydı. İstatistiklere baktığınızda, kazanan bizdik ama çok şey kaybetmiştik. Bu eve hevesle girmiş, acıyla çıkmıştık. Kendimi bir şenlik kalabalığından alınmış, ücra ve tenha bir köşeye atılmış gibi hissediyordum ve şimdi yabancı bir atın üzerinde, yolun bilinmezliğine doğru ilerliyorduk...