16.BÖLÜM : ALTIN KANCALAR

Beyza Alkoç
0

Merhaba sevgili sevgililerim...

Nasılsınız? :')

Şimdiden iyi okumalar diliyorum her birinize, yorum yapmayı ve arkadaşlarınıza önermeyi unutmayıııın! <3

-

16.BÖLÜM : ALTIN KANCALAR.

(YAZARIN ANLATIMIYLA)

Atölyenin ağır havası karşı karşıya gelen iki tarafın bakışlarıyla daha da ağırdı artık. Bir yanda Devrim, Deha, Demir ve Ömer… diğer yanda ise onları ayağına getirtmenin hazzını yaşayan Araf.

Loş ışık yüzlerini seçilir kılarken geriye kalan her şeyi belirsizliğe gömüyordu. Sessizlik o an yaşanabilecek her türlü gürültüden daha keskin, daha tehlikeliydi.

Araf’ın dudaklarındaki gülümseme yılların öfkesini gizlemek ister gibiydi. Oysa gözlerinde geçmişe duyduğu öfkenin izleri saklıydı. Devrim’in karşısında sakin görünmesine rağmen içinden yükselen hırs fırtınası onu yiyip bitiriyordu.

Devrim’in yumruğu ise hala sıkılıydı, damarları bileklerinden kabarıyordu adeta. Onu ayakta tutan tek şey Eliz’in onun yardımına ihtiyacı olduğunu bilmesiydi.

Binlerce yıl gibi süren o sessizliğin ardından ilk konuşan Araf oldu.

“Yıllar sonra karşımdasın, kardeşim.” dedi, “Seni buraya getiren sebep ne acaba?”

“Biliyorsun.” dedi Devrim tekdüze bir sesle.

Araf keyifli bir kahkaha attı.

Tam o an Demir bir adım öne çıkmak istedi ama Devrim’in tek el hareketi onu yerinde kalmak zorunda bıraktı. Deha’nın yüzünden öfke, Ömer’in yüzünden ise endişe okunuyordu. Araf yüzünde alaycı bir gülümsemeyle hepsini tek tek süzdü. Sonunda gözleri Devrim’in üzerinde sabitlendi.

Araf, Devrim, Deha ve Deva... Aynı anneden doğmuş ama farklı hayatlar yaşayarak büyümüş dört kardeş... Yıllar sonra karşı karşıyalardı. Araf nihayet bir kez daha söze girdi ama bu sefer öfkeli yanını göstermeye başlamıştı kardeşlerine.

“Hani hiçbir güç seni benim ayaklarıma getiremezdi Devrim? Ne oldu şimdi?” dedi Araf Vural acımasız bir sesle, “Zaafın mı oldu bu kız senin?”

Devrim önce cevap vermedi. Gözleri hiç kırpılmadan ağabeyinin yüzünde asılı kaldı. Yılların yükü ve aralarındaki o derin uçurum kelimelerden çok daha gürültülüydü. Üstelik Araf’ın bu cümlesi aslında bir itiraftı, bu sözleriyle resmen Eliz’in kendi yanında olduğunu kabul ediyordu.

“Kız nerede?” diye sordu Devrim bastırmaya çalıştığı öfkesiyle, “Onun bizimle hiçbir ilgisi yok. Yanlış kişiyi alıkoydun Araf Vural.”

“Yanlış kişiyi alıkoysam seni ayaklarıma getiremezdim Devrim. Demek ki doğru bir hamle yapmışım.”

Araf cebinden eski bir çakmak çıkarıp sigarasını yaktı ve sonra çakmağı kapatıp gülümsemeye devam etti.

Devrim içten içe öfkeden delirse de sakin kalmak zorunda olduğunu biliyordu. Üstelik içten içe Araf’ın konuşurken ne kadar haklı olduğunu biliyordu Devrim ve kendisi de anlam veremiyordu buna, bir ay önce tanımadığı bir kız için nasıl olmuştu da düşmanı gibi gördüğü abisinin ayaklarına gelmişti?

Araf kardeşinin zayıf noktasını bulmuş gibi gülümsemesini genişletti.

“Merak etme…” dedi alçak bir sesle, “Misafirini iyi ağırlıyorum. Ama bundan sonrası için aynı sözü veremem tabi. Kızın kaderi senin ellerinde.”

Devrim ve Araf arasındaki gerilim giderek artarken her şey bir satranç oyunu gibi ilerliyordu. Sanki bu bir mübadeleydi ve ilk taşı Araf oynamıştı.

“Ne istiyorsun?” diye sordu Devrim sakin görünmeye çalışarak.

“Ben öyle büyük şeyler istemem kardeşim, bilirsin beni.”

“Gevelemeyi kes de söyle,” dedi Devrim, sesi artık daha net çıkıyordu, “Kızı bırakmak için ne istiyorsun?”

Araf başını hafifçe yana eğdi ve gülümsedi.

“İşte özlediğim şey bu…” dedi “Yaramaz kardeşlerimin sivri dili. Demek ki kanımızda aynı ateş dolaşıyor hala.”

Deha yumruklarını sıkarak ileri çıktı.

“Bizimle aynı kanı taşıyorsun diye seninle aynı havayı daha fazla solumaya devam etmek zorunda değiliz, konuş da gidelim.”

Araf onlara doğru bir adım yaklaştı, insanı öfkeden delirten umarsız bakışları Devrim’in üzerinde durdu.

“Sofranızda bir eksik olduğunu siz de biliyorsunuz.” dedi, “Bir gün bana dönmek zorundaydınız ve o gün bugünmüş. Ama yine de söylemeliyim, sizi ayağıma getirenin çelimsiz sıradan bir kız olması beni şaşırttı... Üstelik hayatında Lale gibi bir kadın varken o kızı metresin yapmak...”

İşte bu cümle Devrim’in sabrını taşıran son damla oldu. O cümleyi duyduğu an Araf’ın yakasına yapıştığı gibi karşılarında duran ahşap duvara yapıştırdı onu.

“Ne diyorsun lan sen?” dedi, “Sana kızın bizimle alakası yok demedik mi!?”

“Tamam, tamam, tamam!” dedi Araf ellerini havaya kaldırarak.

Ömer Devrim’i sakinleştirmek için kollarından tutarken Deha ve Demir daha çok keyifli bir maç izliyor gibilerdi.

“Kızın bizimle alakası yok!” dedi Devrim bir kez daha, “Söyle bakayım anlamış mısın?”

Elleri Araf’ın yakasını bırakmıyordu, üstelik Araf Devrim’in yanında o kadar kısa kalıyordu ki ellerinin arasında kaybolmuş gibiydi.

“Tamam!” dedi Araf bir kez daha, “Kızın sizinle alakası yok!”

Devrim Araf’ın yakasını bırakmadan gözlerini kısmış halde yüzüne baktı. Sesinde buz gibi bir sertlik vardı.

“Biz üç kardeşiz.” dedi, “Senin yerin çoktan mezara gömüldü Araf. Şimdi son kez soruyorum sana, kız nerede?”

Atölye bir anda ağırlaştı. Aralarındaki tansiyon bir hamlede kopacak kadar gergin, bir hamlede yeni bir oyuna dönüşecek kadar da esnekti.

“Önce bir yakamı bırak,” dedi Araf Devrim’i sakinleştirmeye çalışarak, “Sonra ne istediğimi dinle, sonra da kabul edersen kızı almaya gideriz.”

Devrim Araf’ın gözlerine dolup taşan bir öfkeyle bakmaya devam etse de kollarını tutan Ömer’in sessiz ısrarıyla ellerini çözdü. Gerginlikten düğümlenen boğazına rağmen yutkundu ve bir adım geri çekildi.

“Sakin ol abi,” dedi Ömer, “Değmez.”

“Ömer doğru söylüyor ABİ,” dedi Deha “ağabey” kelimesini vurgulayarak, “Değmez.”

Araf burnunu çekerek öfkeyle güldü ve nihayet konuşmaya karar verdi. Sesinde yılların kini vardı, ama aynı zamanda dudaklarının kenarında küçümseyici bir gülümseme de asılıydı.

“Biliyor musunuz…” dedi Araf kardeşlerine dönerek, “Beni bu noktaya getiren siz değilsiniz. Beni bu noktaya getiren şey sizin her nefes alışınızda taşıdığınız o soyadı. YÖNER…”

Bu isim dudaklarının arasından bir hakaret gibi çıktı.

Devrim gözlerini kısmış sabırsızca dinliyordu onu. Deha ve Demir ikilisi Araf’ın cümlelerini kesmek için sabırsızlıkla bekliyorlardı ama Devrim tek bakışıyla hepsini susturdu.

Aralarındaki gergin sessizlik sürmeye devam ederken atölyenin kapısında otuzlu yaşlarda sarışın şık giyimli bir kadın göründü, kadının endişesi yüzünden okunuyordu.

“Araf...” dedi korkuyla.

Araf kapıdaki kadını görünce gülümsemesi büyüdü.

“Ooo,” dedi, “Gel sevgilim. Seni kardeşlerimle tanıştırayım!”

Kadın yutkunarak içeri girdiğinde odadaki herkesin gerginliği giderek tırmanıyordu.  

Araf konuşurken sarışın kadın çoktan içeri girip Araf’ın yanında yerini almıştı.

“Bu,” dedi Araf, “Nişanlım Feride. Bunlar da benim kardeşlerim Devrim, Deha ve Deva.”

Deha Araf’ı tahamülsüzce düzeltti.

“Onun adı Demir.” dedi öfke içinde.

“Tamam,” dedi Demir, “Sakin ol şampiyon.”

Deha öfkesini içine atıp geri çekilirken Araf gülüyordu.

“Baştan alayım o zaman,” dedi, “Bunlar kardeşlerim Devrim, Deha ve Demir. Bu da Devrim’in sağ kolu... Ömer.”

“Memnun oldum.” dedi kadın çekingen bir sesle.

Kimseden ses çıkmayınca Ömer boğazını temizledi. Araf derin bir nefes alıp nişanlısına döndü.

“Sana kardeşlerimle olan hikayemi hiç anlatmadım, değil mi?” diye sordu.

“Hayır.” dedi kadın, “Ama isterseniz ben sizi daha fazla rahatsız etmeden gid-“

Araf anında sözünü kesti.

“Dedemizin kim olduğunu hatırlıyorsunuz değil mi?” diye sordu kardeşlerine dönüp, “Gökleri savunan, orduların önünde eğildiği adam... Alihan GÖKTAY.”

Sonra nişanlısına döndü ve anlatmaya başladı. Devrim, Deha, Demir ve Ömer huzursuz bir sessizlik içinde dinliyorlardı Ömer’in tüm geçmişlerini masaya serişini.

“Bizim dedemiz dünyanın en büyük Hava Savunma Sistemi üreticilerinden biriydi. Zamanında dünyanın birçok ülkesi onun hava savunma uçaklarını almak için sıraya girmiş. Rusya, Macaristan, Polonya...”

Sonra durdu, hayranlık dolu konuşması hızla öfkeye dönerken konuşmaya devam etti, “Ve ben o adamın ilk torunuydum. İlk… ama istenmeyen.”

Sesindeki nefret tüm odada hissediliyordu.

“Annemiz…” dedi, “Öyle gösterişli, öyle havaiymiş ki hangi ortama girse gözler hep ona çevrilirmiş. Sonuçta babası ülkenin en saygıdeğer en ünlü işadamlarının başında geliyordu. Benim babam da dedemin şirketinin baş mühendisiymiş. Herkes gibi o da aşık olmuş o dönem anneme. Annem de ona... Her şey çok hızlı ilerlemiş. Annem hamile kaldığını öğrendiğinde ise babam bunu istememiş. Annemin egosunun altında ezileceğinden, hayatının mahvolacağından korkmuş. Bir anda her şeyi bırakıp kimseye haber vermeden yurtdışına gitmiş.”

Devrim’in yumruğu titremeye başlamıştı çünkü konunun kendi babasına doğru ilerlediğinin farkındaydı.

“Babam oradan kaçarcasına ayrılınca dedem babamın yerine yeni bir baş mühendis getiriyor. O da hikayenin gidişatından anlayacağın üzere... Kardeşlerimin babası, Edmon Yöner.”

“Bundan sonra kelimelerini seçerek devam etsen iyi olur.” diye uyardı Devrim dişlerinin arasından.

Araf umursamazca devam etti.

“Onların babası çok daha iyi bir mühendis olsa gerek ki şirketin o yılki geliri beşe katlanmış. Böyle olunca Edmon Bey de hemen dedemin gözüne girmiş ve annem de babamın gidişinin acısını kardeşlerimin babalarına sığınarak atlatmış.” diye devam etti Araf, “Fakat o sıralar ben annemin karnındaydım tabi. Bu yüzden apar topar bir düğün yapılmış ki kimse bu çocuk kimden demesin, sorular cevap bulsun... Ben doğduktan kısa bir süre sonra ise babam annemin yeni bir evlilik yaptığını duyup beni ondan almak için Türkiye’ye gelmiş.”

Araf ufak bir kahkaha attı.

“Kıskançlık uğruna yani... Sırf annem bir başkasıyla evlendi diye beni almak ve İngiltere’ye götürmek istemiş. Dedem de ona demiş ki, ‘Eğer bu çocuğu götürürsen o artık benim torunum olmayacak. Mirasımdan men edilecek. Bizimle hiçbir bağı kalmayacak.’ Ve babam yine de beni almak istemiş. Ve öyle de yaptı... Aldı ve uzaklara götürdü beni. O gün, o lanet gün… benim kaderim çizildi. Babam İngiltere’ye gittiğimizde kendini toparlayamadı. Verdiği yanlış kararların pişmanlığı altında ezildi yıllar boyunca. Onu ayık gördüğüm bir günüm bile olmadı. En sonunda İngiltere’de yaşadığımız binadaki komşularımızın ihbarları üzerine beni orada bir çocuk esirgeme kurumuna aldılar ve siz burada, dedenizin kanatları altında büyürken ben orada bir başıma büyüdüm...”

Sonra Araf öfkeli gözlerini Devrim’in üzerine dikti.

“Dedem olacak o adam ölürken bile şirketi annemize değil sizin babanıza bıraktı. Şu an arkanızı dayadığınız o imparatorluk benim ellerimden alınmış bir miras. Ve siz… siz dedemin sofrasında büyüdünüz. Ben ise açlıkla, öfkeyle ve intikamla büyüdüm.”

Devrim sessizce ağabeyine bakıyordu. İçinde dalga dalga kabaran öfkeyi bastırmaya çalışırken kalbinde bir sızı hissetti. Çünkü Araf’ın anlattığı her şey annelerinin gölgesine gömülmüş bir gerçeğin yankısıydı.

“Sana payını verdik.” dedi Devrim net bir sesle, “Daha ne istiyorsun?”

“Çocukluğumu.” dedi Araf.

“Senin hesabın babanla.” dedi Devrim sakin bir sesle, “Bizimle değil.”

Araf öfkeyle burnunda solurken yanındaki kadın burada bulunmaktan iyice rahatsız olmaya başlamıştı.

“Sizinle bir hesabım olduğunu söylemedim zaten,” dedi Araf, “Sizinle derdim olduğunu düşünen sizsiniz.”

Öfkesini tutamayan Deha bir anda öne atıldı.

“Ulan o yüzden mi adamlarına büyüdüğümüz evi yaktırmaya çalıştın?” Demir Deha’yı kolundan tutup geriye çekti.

“Ha o mu?” dedi Araf, “Kardeşler arasında olur öyle şeyler...”

“Araf...” dedi Devrim sakin kalmaya çalışarak, “Biraz daha devam edersen sana kardeşler arasında olmaması gereken şeyler yaşatmak zorunda kalacağım.”

Araf tekrar gülmeye başladı.

“Sakin ol aslanım!” dedi, “Yengen burada. Ayrıca o gün sizin evde olmadığınızdan emin olmalarını söylemiştim. Sonuçta kardeşlerimsiniz.”

Devrim sabrının son raddesinin de aşılmasıyla bir kez daha Araf’ın yakasına yapıştı. Kadın çığlık atarak kenara çekilirken Ömer de Devrim’in kollarına sarılmıştı.

“Abi yapma!” dedi Ömer, “Kadın var odada!”

“Tamam, tamam, tamam!” dedi Araf bir kez daha ellerini kaldırarak, “Sustum, tamam!”

“Bak ellerimi çekeceğim ama zırvalamayı keseceksin anladın mı?” dedi Devrim, “Ne istiyorsan söyleyeceksin sonra da bizi kıza götüreceksin.”

“Tamam!” dedi Araf.

Devrim ellerini ağabeyinin yakasından çekerken sessiz bir küfür savurdu. Artık sabrı kalmamıştı.

“O zaman söylüyorum...” dedi Araf, “Basit bir şey istiyorum. Merak etme...”

Kimseden ses çıkmayınca Araf üstünü başını düzeltirken boğazını temizledi.

“Söyleyecek misin yoksa biraz daha hazırlık yapacak mısın?” dedi Demir üstünü başını düzelten Araf’a karşı.

Demir’in cümlesini hiç umursamayan Araf nihayet söze girdi.

“Büyük bir şey istemiyorum,” dedi, “Tek istediğim... Altın Kancalar.”

Odaya çöken sessizlik, Araf’ın “Altın Kancalar” sözleriyle bir anda bıçak gibi kesildi.

Devrim’in gözleri öfkeden deliye dönmüş gibiydi. Deha, Demir ve Ömer de aynı durumdaydı. Zira Altın Kancalar babaları Edmon Yöner’in tasarladığı ilk savaş uçağının ismiydi.

O zamanlar kimseye satılamamıştı ve şimdi yaşadıkları malikanenin büyük garajında bir hatıra olarak saklanıyordu.

Hepsi öfkeden nefeslerini tutmuştu. Bu istek yalnızca bir talep değildi, ailelerinin geçmişine, babalarının hatırasına, hepsinden önemlisi yıllarca sakladıkları bir emanete yapılmış bir hakaretti.

Devrim Araf’a ondan tiksinir gibi baktı. Yumruklarını sıkıyordu ve sesini kontrol etmeye çalışsa da boğazından çıkan her kelime öfke ile titreşiyordu.

“Altın Kancalar…” dedi, “Senin kirli ellerine bırakacağım son şey.”

Araf gülümsedi. Dudaklarının kenarında küçümseyici bir kıvrım belirdi.

“Babanızın tasarladığı ilk uçak… Kimseye satamadığı... Belki de onun bu hayattaki tek başarısızlığı. Ve ben sizin babanızın tek başarısızlığını burada, evimde görmek istiyorum.”

Devrim öfkeyle yakasına tekrar sarılacak gibi oldu ama Ömer yine araya girdi. Deha ise dişlerini sıkarak öne atılmıştı, Demir’in kolu olmasa çoktan yumruğunu savurmuştu. Devrim’in sözleri odadaki gerilimin zirveye ulaştığının kanıtıydı.

“Sana babamla ilgili söylediklerine dikkat et demedim mi lan ben!” Devrim onu tutmaya çalışan Ömer’in kolları arasında bağırıyordu.

“Ah Devrim…” dedi Araf dalga geçer gibi, “Benim kanı deli akan kardeşim. Her şeye sahip olmanız yetmedi mi? Bari istediğim tek şey de benim olsun.”

Devrim bir anlık öfkeyle ileri atıldığında göz göze geldiler. Araf’ın gözlerinde öyle bir meydan okuma vardı ki, sanki yıllardır beklediği an buydu.

“Altın Kancalar benim hakkım.” dedi Araf, “Sonuçta üzerinde dedemin soy ismi yazıyor ve sizden istediğim tek şey yıllardır sakladığınız bir hurdayı bana vermeniz. Buna bile dayanamıyorsunuz.”

Devrim’in sesi buz gibi odaya bir kıvılcım gibi düştü.

“Ona bir daha hurda dersen senin hayatını s*kerim!”

Araf ise umursamazca omuz silkti.

“Ne dersen de. Seçim senin, kardeşim. Ya kızı alırsın, ya da gururuna sarılıp kaybedersin. Üstelik şu an...” dedi Araf kolundaki Rolex saate bakarak, “Bayadır da aç. Umarım açlıktan bayılmamıştır.”

Bu cümle atölyedeki havayı iyice ağırlaştırdı. Devrim’in öfkeden titreyen elleri birer yumruğa dönüştü ve ansızın geri çekildi. Kardeşlerine sert bir bakış attı.

“Çıkıyoruz.” dedi.

Ömer tereddütle baktı ama Devrim’in kararlı yüzü karşısında bir şey diyemedi.

Deha öfke içinde söylenirken Demir aralarındaki en sakinleriydi. O da öfkeliydi ama bunu en iyi kontrol edebilen hep Demir olurdu zaten. Hep birlikte atölyeden çıkıp geniş bahçeye doğru ilerlediler. Gergin adımları bahçenin taş yolunda yankılanıyordu adeta.

Kapıya vardıklarında Devrim cebinden sigarasını çıkarıp yaktı. Herkes büyük bir gerginlik içinde sakin kalmaya çalışıyordu. Uzun bir sessizlik oldu çünkü hepsinin kafa dinlemeye ihtiyacı vardı.

Devrim elindeki sigaradan derin bir nefes çekti ve dumanı sertçe havaya bıraktı.

“Başka türlü alamayacağız onu.” dedi.

Deha bir anda şaşkınlıkla Devrim’e döndü.

“Abi tamam, Eliz’i ben de sevdim ama bunun başka bir yolunu bulmak zorundayız. Sırf Eliz’i almak için babamızın emaneti olan uçağı mı vereceğiz bu şeref yoksununa?”

Demir araya girdi, sesi titrek ama gerçekçiydi.

“Deha… Eliz onun elinde. Çocukluğu kötü geçti diye bizi suçlayıp evimizi yakmaya çalışan adam Eliz’e neler yapmaz.”

Devrim sigarasını elinde sıktığında parmakları sinirden titriyordu.

“Eliz’i başka türlü vermeyecek bize.” dedi kendinden emin bir sesle, “Aklına koymuş, kızın benim zaafım olduğuna inandırmış kendisini. Ona aşık olduğuma inanıyor belli ki. Eğer ona istediğini verip Eliz’i almazsak bana olan bütün nefretini ondan çıkaracak.”

“İstediği şey babamızın bize en büyük emaneti...” dedi Deha çaresizce, “Babamın hayatında tasarladığı ilk savaş uçağı.”

Ömer söze girdi. Kimse bunu istemiyordu ama herkesin hem fikir olduğu bir nokta vardı, Eliz’i başka türlü alamayacaklardı.

“Belki bir şeyler yapabiliriz aslında...” dedi Ömer, “Altın Kancalar’ı gerçekten vermeden… sadece zaman kazanmak için söz verebiliriz.”

Devrim başını salladı.

“Zaman kazanmak için evet ama şunu bilin… Araf sadece pazarlık yapmaz. Eğer kandırıldığını hissederse Eliz’i gözümüzün önünde harcar. Benim onunla oyun oynama lüksüm yok.”

Deha bozularak söze girdi.

“Araf haklı belki de...” dedi, “Gerçekten zaafını bulmuş senin. Başka türlü teslim olmazdın ona...”

Devrim sigarasını yavaşça yere attı ve ayağıyla ezdi. Bakışları akşamın karanlığından daha karanlıktı.

“Ben kimseye teslim olmuyorum.” dedi, “Üstelik bir zaafım falan da yok benim Deha, kendine gel. Bırakalım da kızı öldürsün mü?”

Deha aslında anlıyordu onu. Anlıyordu ve Eliz’in kurtulmasını da fazlasıyla istiyordu ama babasının emanetini Araf’a vermek bu dünyada istediği son şeydi.

“Altın Kancalar…” dedi Devrim, sesi boğuk ve ağırdı, “Bir uçağın adı değil. Babamızın bize emaneti, bunu sizden çok daha iyi biliyorum. Ve size söz veriyorum, onu bir gün Araf’tan  geri alacağım.”

Devrim kararını vermişti. Eliz’in hayatını kurtarmak için babasının emaneti olan savaş uçağını en büyük düşmanlarından birine kendi elleriyle verecekti.

Hani bazı öykü klişeleri vardır ya, bir şehre bir yabancı gelir mesela...

Bir kadın gelir ve bir savaş başlar. Onların klişesi de buydu.

Savaşın sessiz adımları Devrim’in zihninde yankılanmaya başlamıştı.

(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)

Zaman kavramımı çoktan kaybetmiştim. Kaç saattir orada oturduğumu bile bilmiyordum. Dakikalar ağır ağır sürükleniyor, burada geçirdiğim her saniye benim için  başka bir işkenceye dönüşüyordu. Dışarıda gece mi olmuştu, sabah mı doğmuştu, hiçbir fikrim yoktu. İçeride yalnızca titrek bir ışığın gri gölgesi vardı ve ben onun altında, duvarların soğuk nefesiyle baş başa kalmıştım.

Ruhumun içindeki ışık ise artık çok ama çok güçsüzleşmişti.

Bedenim artık bana ait değil gibiydi. Ellerim sıkıca bağlanmış, ipler bileklerimi fazlasıyla acıtmaya başlamıştı. Ne kadar kıpırdamaya çalışsam da ben kıpırdadıkça ipler daha da derine gömülüyordu. Haliyle ben de bir yerden sonra pes etmiş, kıpırdanmayı bırakmıştım. Her nefes alışımda göğsümde ince bir sızı dolaşıyordu. Haftalar boyunca yaşadıklarım üzerime basıp geçmişti resmen ama bu en zoruydu.  

Susuzluktan artık dudaklarım çatlamıştı, her yutkunmaya çalıştığımda sanki binlerce iğne saplanıyordu boğazıma. Sanki burada geçirdiğim her saat bağışıklığımı daha da düşürüyordu ve midem bazen yaşadığım stresle öyle bir sıkışıyordu ki kusacak gibi oluyordum.

En kötüsü de üşüyordum. Depo nemliydi, taş duvarlardan yükselen soğuk beni tir tir titretiyordu. Zira daha birkaç hafta önce vücudumdan çıkarılan kurşun sonrasında fazlasıyla uzun bir tedavi görmüştüm ve benim bağışıklığımı düşürmemeye herkesten çok dikkat etmem gerekiyordu. Ama artık yitip gidiyor gibi hissediyordum.

Gözlerim ağırlaşıyor, kapanıyor, sonra birden irkilip açılıyordu. Uyku ile baygınlık arasında gidip geliyordum. Her gözümü kapadığımda başka bir yüz beliriyordu zihnimde, annem, arkadaşlarım, Adnan, Gurur… Bazen de Devrim. Önce onun sert bakışlarını hatırlıyordum, sonra istemeden yumuşayan o gözleri gözümün önüne geliyordu. İçimde kabullenmek istemediğim bir şey vardı onunla ilgili.

Kalbimde onunla ilgili büyük bir keşke kalmıştı.

Keşke kaçmadan önce bir şey söyleyebilseydim ona, en azından teşekkür edebilseydim. Ama benim onun hayatında bir yerim yoktu, olmamalıydı.

“Dayan Eliz,” dedim kendi kendime güçsüz bir fısıltıyla, “Bunu da atlatırsak ileride arkadaşlarımıza anlatacağımız çok hikaye olacak... Tabi bir daha onları görebilirsek.”

Ama kendi sesim bile yabancı geliyordu kulağıma. Sanki ben değil de başka biri konuşuyordu. Hatta sanki bu sandalyede bile ben değil de başka biri oturuyordu.

Sonra bir anda başım dönmeye başladı. Önümdeki titrek ışık daireler çiziyor, gölgeler hareketleniyor gibiydi. Kulaklarımdaki uğultu çoğaldığında kalbim göğsümden çıkacakmış gibi hızlı çarpmaya başladı.

Bir an içimden, “Galiba bayılıyorum,” diye geçirdim.

Ve o anda bedenim kontrolünü kaybetti.

Sandalyenin ayakları bir anda yerden kaydı. Her şey yavaş çekimde oluyormuş gibiydi, ağır ağır devrildim sandalyeyle birlikte ve bağlı ellerimle kendimi tutmaya çalışamadım bile. Yana doğru düşerken en net hatırladığım son şey dudaklarımın arasından çıkmaya çalışan ama bir türlü çıkaramadığım çığlığım...

Sonra keskin bir ses yankılandı kulaklarımda, alnımın beton zemine çarpma sesi...

Beynimde bir şimşek çaktı. Sanki kafamın içinde bir sürü ince cam aynı anda kırılıverdi. Acı gözlerimin arkasına, kulaklarımın içine kadar yayıldı. Dünya bir anlığına benden uzaklaşır gibi oldu ve gözlerim kararırken kulaklarımdaki uğultu giderek artıyordu, sanki boğuk bir deniz dalgası gibi...

Ne kadar süre öyle kaldım bilmiyordum. Belki birkaç saniye, belki birkaç dakika, belki de saatlerce… Kendime gelmeye başladığımda sol kolumun üzerine yan yatmış bir haldeydim. Sandalyem devrilmişti ve bileklerim hala sıkıca bağlıydı. Başımın içinde keskin bir zonklama hissettiğim sırada gözlerim yavaş yavaş açıldı. Başımdaki ağrı o kadar şiddetliydi ki sanki beynimin içinde bir şey kabuğunu kırıp oradan çıkmaya çalışıyormuş gibiydi.

“Buradan kurtulacak mıyım?” diye sordum zihnimin içinde kendi kendime.

Ama bu kez içimden hiçbir cevap gelmedi.

İçimde bir ses vardı ve o ses bir noktada sustu.

Yanaklarımdan süzülen yaşlar betona karışırken nefesim kısık, kalbim çırpınır gibiydi. O an anladım ki yalnızca bedenim değil, ruhum da zincirlere vurulmuştu.

Ruhum çırpındıkça çırpınıyordu.

Ama asla kurtulamıyordu.

(SAATLER SONRA)

Göz kapaklarım ağır ağır aralandığında önce karanlığın içinde bir bulanıklık gördüm. Sanki birinin kollarına alınmış ve taşınmış gibiydim. Burnumda tanıdık bir koku vardı, kulaklarımda tanıdık bir ses.

“Eliz!” diyordu endişeli sesin sahibi, o andan aklımda kalan tek şey buydu, “Aç gözlerini!” Sesin ne söylediğini ayırt etmeye çalışırken zihnimin yine karardığı anı hatırladım o an. Sonrası karanlıktı. Sonrası hep karanlıktır zaten...

Nerede olduğumu ayırt edemiyordum. Başımın içinde hala zonklayan bir ağrı vardı ama ağrının acı vericiliği neyse ki artık daha dayanılabilir bir boyuttaydı.

Birkaç saniye boyunca nefes alışverişimin sesini dinledim.

Ama bu kez hava rutubet kokmuyordu. Nefesime eşlik eden paslı demir ve soğuk taş kokusu yoktu. Altımda bir yumuşaklık ve etrafımda mis gibi pamuk kokusu hissettiğimde kıpırdanmaya başladım. Yavaşça kıpırdadığımda bedenimin altındaki yumuşak yatağı ve üzerimdeki kalın yorganları fark ettim.

Bir an panikledim.

Burası da neresiydi?

Korku içinde hızla doğrulmaya çalıştım ama başımda patlayan ağrı beni yeniden yatağa yapıştırdı. Şakaklarım zonkluyor, midem bulanıyordu. O an gözlerim tavana takıldı, tavanda depo lambasının titrek ışığı değil, bulut şeklinde güzel bir avizenin loş ışığı vardı.

Kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Neredeydim ve beni buraya kim getirmişti?

Kendimi toparlamaya çalışırken boğazımda düğümlenen korkuyla yutkundum. İçimdeki ilk dürtü kaçmam gerektiğini söylüyordu. Ama nereye, kimden, neden? Artık hiçbir şeyin cevabını bilmiyordum.

Tam o sırada, görüş alanımın kenarında bir gölge belirdiğinde nefesimin kesildiğini hissettim.

Ben korkuyla gölgenin sahibinin kim çıkacağını görebilmek için beklerken adımlarının ağır ağır bana yaklaştığını duydum ve sonra... O karşımda belirdi.

Devrim Ali Yöner.

O buradaydı. İçimde kaynağını bilmediğim bir neşe belirmişti. Zihnimdeki bir ses benden izinsizce büyük bir rahatlama içinde sevinç naraları atıyordu çünkü o buradaydı.

Devrim buradaydı.

Sert ama yorgun bakışlarıyla bana yaklaştı. Omuzlarında ağır bir yük varmış gibi görünüyordu. Göz göze geldiğimiz an içimde fırtınalar koptuğunu hissettim çünkü ona karşı hem suçlu hissediyordum hem daha bir yanım hala ona güvenmekten korkuyordu.

“Uyanmışsın.” dedi alçak bir sesle.

Sesi her zamankinden farklıydı bu kez. Yorgun, kısık, neredeyse bitik bir sesti bu.

Benden ise tek bir kelime bile çıkamadı. Dudaklarım aralandı ama sesim yoktu sanki. Onun gözlerindeki gölgeyi izlerken kalbimin çarpışları kulaklarımda yankılandı. Devrim yatağın kenarına oturduğunda sanki ne söyleyeceğini bilmiyor gibiydi.

Yüzünde ilk defa gördüğüm bir ifade vardı, keskin öfkesinin yerini derin bir çaresizlik almıştı. Ben ise hala nefesimi tutuyordum ve içimden tek bir düşünce geçiyordu, beni nasıl bulmuştu?

Kendime gelmeye çalıştığım anda boğazımdan çıkan ses kesilerek konuştum.

“Burası… neresi?” diye sordum, “Beni nasıl buldun?”

Sözlerim fısıltıdan öteye geçmedi ama sesimdeki panik ve mahcubiyet duyuluyordu. Devrim o an dönüp bana baktığında ise gözlerinde huzursuz gölgeyi görebiliyordum.

“Sakin ol,” dedi kısa ve keskin bir tonla, “Kimse sana dokunamaz artık, burada benimlesin.”

Ben kafa karışıklığıyla ona dönerken Devrim endişeyle yüzüme baktı.

“Nasıl hissediyorsun kendini?” diye sordu, “Sen uyurken bir doktor seni muayene etti, o an ayılıp onunla konuştun aslında ama çok da kendinde değil gibiydin.”

“Hatırlamıyorum.” dedim, “En son hatırladığım şey depoda o sandalyede oturduğum... Ve yere düştüğüm...”

“Geçti...” dedi Devrim, “Buldum seni.”

O kadar mahçup ve o kadar üzgündüm ki konuşmaya çalışsam da ne diyeceğimi bilemiyordum.

“Ben...” dedim, “Haber vermediğim için üzgünüm ama sizi daha fazla rahatsız etmek istemedim... Bir noktada gitmek ve sizi rahat bırakmak zorundaydım ama işler planladığım gibi gitmedi.”

“Burada güvendesin,” dedi Devrim söylediklerimi duymamış gibi, “Ama güvenmek isteyip istemediğini bilmiyorum tabi.”

“Mesele güvenmek ya da güvenmemek değil Devrim,” dedim, “Anlamıyorsun. Evinizde bir sığıntı gibi kalmaya devam edemem, hayatlarınızı etkilemeye devam edemem.”

“Ama...” dedi Devrim acı bir gerçeği yüzüme vurur gibi, “Ama artık dönüşü yok.”

“Biliyorum,” dedim acı içinde, “O adama... Dimitri Vetrov’a bir kere bulaştım ve artık dönüşü yok, biliyorum...”

Devrim gözlerini üzerime dikti.

“Bilmediğin bir şey var,” dedi, “Yalnızca Dimitri Vetrov’a bulaşman değil, benim hayatıma dahil olman da senin için büyük bir tehlike Eliz... Seni elinden aldığım adam benim düşmanımdı ve o ne ilk ne de son. Sana söyledim, benim korumam altından çıktığın an başına gelebilecekleri anlattım sana.”

Ben onun sözlerini büyük bir hayal kırıklığı içinde hüzünle dinlerken o sakince konuşmasına devam etti.

“Bak,” dedi Devrim, “Benim içimde sevgi de yok merhamet de. Adımlarım hep sakindir, acelem de yoktur telaşım da. Kime sorarsan sor huysuz bir adamımdır ben. Ben öyle şeyler yaşadım ki Eliz, içimde duygu kırıntısı kalmadı. Kimseyi sevemedim, sevemedikçe kendime kızdım. Küçüklüğümde ürkek bir çocuktum ve bana göre ürkek bir çocuk olmam bana her şeyimi kaybettirdi. Senin bilmediğin her şeyimi... Bu yüzden bir söz verdim kendime, korkuya yer olmayacaktı hayatımda. Yanıyorsam kendimi söndürecektim ama bir an olsun ateşten korkmayacaktım. Öyle de yaptım. Öyle korkusuz birine dönüştüm ve bu yolda o kadar çok kötü insanın canını yaktım ki ne kadar cesur olduysam o kadar düşman kazandım. İşte bu yüzden sadece o gece o depoda gördüklerinden değil, benim yanımda olduğunun bilinmesinden de sorumlusun Eliz.”

“Yani...” dedim gözümden akan bir damla yaşla birlikte, “Yani artık ne kadar kaçarsam kaçayım asla özgür olamayacağımı mı söylüyorsun? Ne kadar uzağa gidersem gideyim...”

“Senin için bir planım var.” dedi alçak bir sesle, gözleri bana bakmıyordu, “Artık benim misafirim olmak istemediğini biliyorum...”

Sözleri kalbimde derin bir yankı uyandırdı. Dudaklarımı araladım ama konuşamadım. İçimdeki o tutsaklık duygusunun ağırlığı hala sürüyordu ve Devrim gözüme ilk defa bu kadar duygusuz görünüyordu.

Ben ağzından çıkacak tek bir kelimeyi beklerken bir süre sessiz kaldı Devrim, sonra sanki kendi geçmişine yolculuk yapar gibi konuşmaya başladı.

“Şu an bulunduğumuz bu ev…” dedi, “Burası benim üniversite zamanlarımda kaldığım ev. İki odalı bir daire bu, diğer odasını çalışma odam yapmıştım. Çalışma masama oturur uçak çizimleri yapmaya çalışırdım, belki de içten içe babamın emanetini devam ettirmek istemiştim hep... Burası benim için birçok başlangıcın ilk adımı oldu, beni bugüne getiren çoğu şey burada yazıldı burada çizildi.”

Sonra sustu ve bana döndü. Yüzündeki sertlik bu kez yerini garip bir kararlılığa bırakmıştı.

“Ve bu ev… artık senin.” dedi net bir tonla.

Gözlerim büyüdü, anlamaya çalışır gibi yüzüne baktım.

“Ne?” diyebildim sadece.

Devrim bir anda ellerini cebine sokup ayağa kalktı.

“İstediğin kadar kalabilirsin burada.” dedi, “Koridorda her daim iki adamım olacak. Hiç kimse burada bulamaz seni. Ben bile izin almadan kapını çalmam, merak etme. Burası senin tek başına nefes alabileceğin bir yer olacak.”

Bir an nefesim boğazımda düğümlendi. Gözlerim önce şaşkınlıkla önümde duran yorganın kıvrımlarına, sonra tekrar ona kaydı. İlk kez özgürlüğe benzeyen bir teklif duyuyordum ondan ama bu teklif kabul edemeyeceğim kadar büyüktü.

Ama aynı zamanda hayatta kalabilmek için kabul etmekten başka bir çarem olmadığını da biliyordum.

“Bunu neden yapıyorsun?” diye sordum.

Devrim önce gözlerini kaçırsa da nihayet tekrar bana döndü. Omuzlarının gerginliği bakışlarına yansıyordu.

“Hayatının o gece elinden alındığını biliyorum,” dedi kısık bir sesle. “Belki sana hayatını geri veremem ama en azından bir yerden başlamalıyım. Sana nefes alabileceğin bir alan vermek istiyorum.”

Gözlerimden istemsizce yaşlar süzüldü.

“Bunu yapmak zorunda değilsin,” dedim mahcup bir sesle, “Sen benim hayatımı kurtardın, bana ikinci bir şans verdin. Senden daha fazlasını bekleyemem.”

Sözlerim bir bıçak gibi havada asılı kaldı. Devrim’in gözlerinde kısa bir anlığına sönük bir ışık belirdi.

“Beklemediğini biliyorum.” dedi, “Ama seni o sandıkta bana çaresizce bakan gözlerinle gördüğümde... Seni kurtarmaktan başka çarem yoktu.”

“Beni kurtardın.” dedim, “Ve buna devam etmek zorunda değilsin Devrim.”

“Henüz değil,” dedi, “Seni özgürlüğüne kavuşturduğumda asıl o zaman kurtarmış olacağım.”

Devrim bu cümleyi kurduğunda göğsümün içinde bir şeyler çatladı sanki. Öfkemin ve acımın yanına bambaşka bir duygu karıştı. Daha tehlikeli, daha yakıcı, adını bile bilmediğim bir duygu.

O an, ne kadar direnirsem direneyim artık ondan kaçamayacağımı hissettim.

Çünkü o beni kurtarmak istiyordu...

Ve artık ben de kurtarılmak istiyordum... Her şeyden çok.

Devrim pencerenin önünde kısa bir süre daha sustu. Sanki karanlığın içinde kendi cevabını arıyordu. Sonra yavaşça bana doğru döndü. Adımları ağırdı, tereddütlüydü. Yanıma yaklaşınca dizlerini yatağın kenarına dayadı.

Gözlerimin içine baktı, öyle derin, öyle sarsıcı bir bakıştı ki bu nefesim göğsümde düğümlendi. Elini yavaşça ceketinin iç cebine götürdü. Parmakları bir süre orada oyalandı, sonra avucunu açtı.

Parlayan küçük bir şey gördüm. Zincirden sarkan, gümüşe çalan eski bir at nalı kolyesiydi bu ve bana her şeyden çok daha tanıdık geliyordu.

“Bende sana ait bir şey var.” Dedi.

O an içimde bir şey titredi. Elim refleksle boynuma gitti ve boynumdaki boşluğu hissettim.

“Bu…” dedim boğuk bir sesle. “Bu kolye…”

Devrim kolyeyi parmaklarının arasında tutmaya devam ederken konuşmaya başladı.

“Ömer bulmuş.” dedi, “Sana bu kolyeyi vermeye geldiğimde anladım evden gittiğini.”

Titreyen parmaklarımı uzattım, avucundan kolyeyi aldım. Zincirin soğukluğu avuç içime değdiğinde içime bir sıcaklık yayıldı. Sanki kolye avucuma değdiği an annemin elini tuttuğumu hisseder gibi oldum.

Kolyeyi boynuma takmaya çalıştığım sırada zincir titreyen ellerimden kayıp yere düştü.

“Hay aksi!” dedim öfkeyle söylenirken, ben tam yere eğiliyordum ki Devrim sessizce öne eğildi ve zinciri aldı.

“Takmamı ister misin?” diye sordu tekdüze bir sesle.

“Olur...” diye mırıldandım sessizce.

Yatakta oturduğum yerde ona yavaşça sırtımı döndüm ve saçlarımı ellerimle sarıp kaldırdım. Elleri boynumun arkasında gezinirken gözlerimi kapattığım sırada Devrim kolyeyi boynuma kolayca taktı ve derin bir nefes alıp geri çekildi.

“Artık yerine döndü.” dedi.

“Teşekkür ederim.” diye mırıldanabildim sadece.

Devrim o sırada ceketinin iç cebinden küçük siyah bir telefon çıkardı. Ben onu merakla izlerken o avucunun içinde çerçevesi parlayan telefonu bana doğru uzattı.

“Bu sende kalacak.” Dedi.

Ona şaşkınlıkla baktım. Telefonu çatık kaşlarımla tereddütle aldım. Basit, eski bir modeldi bu. Sosyal medyaya girebileceğiniz türden bir cihaz değildi.

“İçinde sadece iki numara kayıtlı.” dedi. “Biri benim, diğeri Ömer’in. Başka kimseyi arayamazsın. Ama ne zaman ihtiyacın olursa… bir tuşa basman yeterli.”

Bir an için elimdeki telefona bakarken ne hissettiğimi bile anlayamadığımı fark ettim. Bu bir nevi özgürlük müydü, yoksa daha şık bir hapishane miydi?

Devrim sözlerine devam etti, bakışları sabit ama yumuşaktı.

“Salonda bir televizyon da var, istersen kullanabilirsin. Ve söylediğim gibi, iki adamım sürekli kapında bekliyor olacak. Bunun da bir tür tutsaklık olduğunu biliyorum. Ama en azından artık kimsenin ‘misafiri’ değilsin... Madem benim misafirim olarak yaşamak istemediğin için evden kaçıp başını belaya sokmayı bile göze aldın…” dedi ve kırgın bir sesle ekledi, “O halde artık istediğin gibi yalnız kalabilirsin Eliz.”

Sözcükleri kalbime o kadar ağır gelmişti ki yüzüne bakmak yerine avucumda tuttuğum telefona bakıyordum.

“Ben...” dedim, “Sana çok şey borçluyum Devrim. Meselenin yalnız kalmak olmadığını, yalnızca size yük olmak istemediğimi bir gün anlarsın umarım.”

Sessizce başını salladı.

“Ben artık seni yalnız bırakayım.” dedi, “Bir şey olursa dediğim gibi, bir tuşa basman yeterli...”

“Teşekkür ederim.” diyebildim sadece, elimden ona teşekkür etmekten başka bir şey gelmiyordu.

Devrim sessizce kapıya yürüdü. Ne geri dönüp baktı, ne de bir şey ekledi. Kapının kapanma sesi içimde yankılanırken o an anladım ki çocukluğumu geçirdiğim hapis hayatı peşimi ömrüm boyunca bırakmayacaktı.

-

YORUMLARINIZ İÇİN TEKRAR TEKRAR TEŞEKKÜR EDERİM. <3

İyi ki varsınız...

Bir sonraki bölümümüz birkaç gün içinde gelecek, görüşmek üzere. ^^

Eğer MİSAFİR'i seviyorsanız arkadaşlarınıza önermeyi unutmayın lütfen. :')

INSTAGRAM : beyzalkoc (tek a ile)