15. Bölüm: Siyah
(11 Temmuz, Düğün Günü)
Bugün bir milattı. Bir dönemin bitişi, bambaşka bir dönemin başlangıcıydı.
“Tüller ve çiçekler,” diye fısıldadım kendi kendime, “Tüller ve çiçekler, balonlar ve konfetiler, güneş kapanları, çanlar, deniz kabukları…”
Her şey tamamdı, her şey yolundaydı. Dışarıda bir piyanist buraya bu sabah taşınan beyaz piyanosunun başına oturmuş beyaz bir smokin içinde annem ve Deha’nın düğün müziklerinden biri olan A Thousand Years’ı çalıyordu. (Christina Perri)
Annemin solist arkadaşı Algın Abla ise o güzel sesiyle mırıldanıyordu şarkının sözlerini. Makyözler annemin makyajının üzerinden son kez geçerken kapıda tanıdık bir yüz göründüğünü fark ettim.
“Hoş geldin.” diye mırıldandım kapının pervazına yaslanmış ve ellerini smokininin pantolon ceplerine sokmuş halde beni izleyen Aziz Ata’ya bakarak.
Bana hayranlıkla baktı gözleri. Bir süre cevap vermek yerine beni izlemeyi sürdürünce merakla kapının yanındaki aynaya kaydırdım gözlerimi. Yansımama baktım, kayık yaka uzun mavi elbiseme, düzleştirdiğim kaküllü saçlarıma, mavi göz farlarıma, ve mavi ojelerime…
“Hoş buldum.” dedi Aziz Ata, “Hem de çok hoş buldum…” Kendi yansımama dalıp gitmiştim, yanıma geldiğini bile fark etmemiştim.
“İsmin bugün de mi Derin,” diye mırıldandı Aziz, “Yoksa bugünlük Mavi mi?”
Bir adım önümde durmuş, uzun boyuyla tepemden bakıyor ve beni hayranlıkla süzüyordu. İsim şakasına gülümsedim ve başımı önüme eğip elbiseme baktım.
“Benim ismim hep Derin,” dedim, “Hiçbir zaman Mavi olmadı, ve hiçbir zaman da olmayacak.”
Aziz Ata hüzünle gülümsedi.
“Demek o gün geldi, ha?” dedi annemin de duyabileceği bir sesle, başını da hafifçe anneme çevirdi.
“Geldi!” dedi annem sakin bir sevinçle.
Ben ise içimdeki endişeden kurtulamıyordum. Kaçamıyordum ondan, atamıyordum bir kenara. Deha’nın eski karısının söyledikleri hala aklımdaydı. “İki çocuğunu ve bunca yıllık karısını bir anda bir başkası için bırakan bir adam size neler yapmaz. Bunu bir düşünün istedim.” Haklıydı. Bunca yıllık karısına ve çocuklarına bunu yaşatan bir adam bize neler yapmazdı? Oysa yapabileceğim hiçbir şey yoktu, annem karnında o adamın bebeğini taşıyordu ve artık her şey için çok geçti.
Bahçedeki ahşap direklere tutturulmuş tüllerin rüzgarla beraber nasıl da uyumla estiğine takıldı gözlerim, içinde bulunduğumuz gelin odası aslında annemin KONFETİ ATÖLYE’deki çalışma odasıydı. Odadaki büyük beyaz çerçeveli camlardan dışarısı görünüyordu ama dışarıdan içerisi görünmüyordu. Annem Aziz Ata ile sohbet ederken dışarıdaki kalabalığa kaydı gözlerim.
Herkes buradaydı… Baran’ın ailesi bile. Dünya Can ve Berfu’nun aileleri, Baran’ın ailesiyle aynı masadaydı. Dünya Can ve Berfu ise ayakta durmuş gülüşerek sohbet ediyorlardı. Aziz Ata’nın anne ve babası ise gelin-damat masasının hemen yanında, kendi aile masalarındaydı ve pek de mutlu göründükleri söylenemezdi. Deha’nın çocukları ise burada değildi, ben bir umut geleceklerini düşünmüştüm ama ne yalan söyleyeyim, ben olsam ben de gitmezdim.
Annemin atölyedeki çalışma arkadaşları, uzaktan kuzenleri, Deha’nın iş arkadaşları, bazı hiç görmediğim yüzler, iki ailenin de akrabaları, dostları… Bahçede neredeyse iki yüz kişi vardı ve buradan bakınca her şey güzel görünüyordu. Ne kadar güzel olabilirse artık.
Baran’ın anne ve babasına kaydı gözlerim, Beren Teyze ve Haldun Amca’nın yüzüne baktım hüzünle. Mutlu değillerdi ama hüzünle de olsa gülümsemeye çalışıyorlardı. Çok zaman geçmişti Baran’ın gidişinin üzerinden, artık hayata dönmek zorunda olduklarını kabullenmiş olmalılardı.
Oysa hiçbirimiz tam olarak dönememiştik hayata, Baran’ın kayboluşu hepimizi dağıtmıştı. Sanki kaybolan yalnızca o değildi, zira o gittiğinden beri biz de bulunamamıştık. Bazen sabah olmaz ya hani, güneş doğar ama bilirsin ki sabah olmamıştır henüz. Bazen de güneş batmaz, karanlık sarar her yanı ama güneş hala içindedir, öyle hissedersin. Baran gittiğinden beri bize hiç sabah olmamıştı adeta. Derin bir nefes aldım, acı bir kabullenişle bahçenin zeminine çevirdim gözlerimi. Yerdeki konfetilere baktım uzun uzun.
Annem ve benim gerçek hikayemiz burada başlamıştı. Şu anda sahip olduğumuz her şeyi bize konfetiler kazandırmıştı… Annemin yaptığı “konfeti” adındaki o elbise tasarımı bizim hayatımızı kökünden değiştirmiş, bize KONFETİ ATÖLYE’yi kazandırmıştı. Birlikte büyümüştük burada, annemin diktiği her elbiseye attığı her bir ilmek bizim hayatımıza da atılmıştı aslında.
Farkında bile olmadan duygulanarak burnumu çektim, gözlerimin dolduğunu tam o an fark edip kimseye fark ettirmeden toparladım çünkü annem evlenirken duygulanıp ağlamak pek de bana göre değildi. Üstelik bu evlilik desteklediğim bir evlilik bile değilken…
“Hazır mıyız?” diye bir ses geldi kapıdan, “Damat gelmek üzere, gelir gelmez bahçede alacağız sizi.”
“Hazır sayılırım!” diye seslendi annem.
Annemin dantelli dar kesim gelinliğine baktım ve bir iç daha çektim, dalgalı saçları ve kırmızı tonlardaki makyajıyla inanılmaz görünüyordu.
“O zaman biz…” diye mırıldandım, “Çıkıp sizi beklemeye başlayalım.”
“Tamam hayatım,” dedi annem, “Aziz, kızımı yalnız bırakma!”
Aziz Ata gülümsedi ve bana elini uzattı. Elim eline değdiği an gülümseyişi yavaş yavaş ciddileşti sanki. Gözleri gözlerime bakarken bir iç de o çekti.
“Asla.” diye mırıldandı.
Yutkunup ne yapacağımı bilemeyerek gözlerimi kaçırdım.
“O zaman çıkalım.” dedim sessizce.
“Çıkalım.” diye mırıldandı Aziz.
Eli elimdeydi ama bu bir el ele tutuşmadan ziyade, beni bir yere götürmek için yapılan şık bir hareketti yalnızca. Aziz benim için kapıyı açtı, tuttuğu elimle bana yön verdi ve teşekkür ederek elini bırakıp dışarıya doğru bir adım attım.
“Hazır mısın?” diye fısıldadı Aziz Ata kulağıma doğru.
“Evlenmelerine mi?” dedim.
“Bu geceye.” dedi.
Gülümsedim.
“En zor kısmını atlattık bence.” diye mırıldandım masalara doğru ilerlediğimiz sırada.
“Neymiş o?”
“Evlenmelerini kabullenmek,” dedim, “En zoru oydu.”
Tam o an görüş alanıma Dünya Can’ın gülümseyen yüzü girince rahatladığımı fark ettim. En azından Dünya ve Berfu varken her şey biraz daha kolay geçecekti.
“Aziz ama bu ne sen damattan daha yakışıklı olmuşsun! Yoksa sırada sen mi varsın?” Dünya Can’ın iması Aziz’i güldürdü ama söylenenin beni pek de güldürmediğini görünce gülüşünü bozmadan cevapladı Dünya’yı.
“Hadi abiciğim, hadi.” dedi Aziz gülerek, “Sen kafana dikkat et, bir yere sıkışmasın.”
“Bak burada ayçiçek yağı filan bulamayız ha!” dedi Berfu.
“Zaten ayçiçek yağı kullanmıyorum,” dedi Dünya, “Zeytinyağı dışındakiler alerji yapıyor yüzüme.”
“Ben ayarladım,” dedim, “Dün akşam iki litre alıp içeriye bıraktım. Merak etme, rahat rahat sıkışabilirsin bir yerlere.”
“Dur o zaman,” dedi Dünya elindeki kokteyli bana uzatarak, “Tut bunu. Ben içeride bir yer bakıp geleyim, düğünden sıkılırsam gider kafamı sıkıştırırım bir yere. Eğleniriz.”
Berfu imalı gözlerle bana döndü.
“Ben sana Dünya’yı çağırmayın demiştim ama.” diye mırıldanınca Dünya söylenileni ciddiye alıp şok içinde bir bana, bir Berfu’ya, bir de Aziz Ata’ya baktı.
“Ben sana biz gitmeyelim, maça gidelim dedim ama.” dedi Aziz.
Bu sefer yalana inanan ve sazan gibi atlayan ben oldum.
“Ağabeyinin düğününe gitmeyip Dünya Can ile maça mı gidecektin?” dedim şaşkınlıkla.
“Daha iyi bir plan değil mi?” diye sordu Aziz Ata gülerek.
“Ne yalan söyleyeyim,” diye mırıldandım, “Daha iyi bir plan…”
“Ama gelmek zorundaydık,” dedi Aziz Berfu ve Dünya Can maç konusunda birbirlerine girerken, sonra kulağıma eğildi ve fısıldadı, “Çünkü sen buradasın.”
“Hayır,” dedim gülümseyerek ve kulağına doğru eğilip fısıldadım, “Çünkü ağabeyin annemle evleniyor!”
Kıkırdayarak Aziz Ata’nın kulağından uzaklaştığım sırada duyduğum müzikten annem ve Deha’nın gelmek üzere olduğunu anladım çünkü artık giriş müziğine geçilmişti. Çoğunluk masalarda otursa da birkaç kişi ayakta ve kokteyl masalarının önündeydi, Berfu, Dünya, Aziz Ata ve ben de en öndeki kokteyl masalarından birinin önünde, ayakta duruyorduk.
Başımın hemen üzerinde rüzgarın esmesiyle hareket eden tül saçlarıma kadar inince Dünya Can’ın hızlıca fotoğrafımı çekip Aziz’e gösterdiğini fark ettim.
“Duvak da yakışır…” diye fısıldıyordu Dünya. Gözlerimi devirip Berfu’ya döndüğüm sırada annem ve Deha kapıda belirince bütün sesler alkış seslerine döndü.
Annem her zamanki gibi, kararlı ve mutlu görünüyordu. Deha ise siyah smokininin içinde her zamanki gibi kararsız ve heyecanlıydı.
“Ne çabuk büyüyorlar.” dedim kapıda beliren annemi başımla işaret ederek. Berfu güldü ve alkışlamaya başladı.
“Annenin evliliğine şahit oluyorsun, doğumuna şahit olacaksın, şanslı mısın şanssız mısın bilemedim… Sahi bak bu hamilelik meselesini hiç konuşamadık, bir anda öğrendik şok olduk.” dedi Berfu. Bir yandan annem ve Deha’yı alkışlıyor, bir yandan Berfu’ya fısıldıyordum.
“Zaten kimse bilmiyor, sadece Yeliz, Elmas ve Beren Teyzelere, annenlere anlatmış annem. Ben en çok da Beren Teyzeyi düşünüyorum,” dedim, “Kadının oğlu kayıp, arkadaşının çocuğu oluyor… Üzülüyor mudur acaba?”
“Of,” dedi Berfu, “Üzülmez mi? Ama mutludur herhalde Zeren Teyze için…”
Annem ve Deha beyaz pistin ortasında dans ederken üzerlerine yağan beyaz konfetiler kar yağışını andırıyordu. Dans müzikleri La La Land’ten Mia ve Sebastian’ın tema müziğiydi. Biraz romantik, biraz duygusal.
İlk dansları baş başaydı. Konfetiler dansları boyunca üzerlerine yağmıştı. İnsanlar onları hayranlıkla izlerken aklım yıllar yıllar öncesine, Derin’den çok Mavi olduğum yıllara, babamla yaşadığımız yıllara gitti. Onlar da aşıktı bir zamanlar, onlar da mutluydu. Sonra aralarına cam bir bölme girdi adeta, önce uzaklaştırdı onları, sonra kırıldı ama dağılmadı o cam ve artık birbirlerine baktıklarında gördükleri tek şey kırık bir camın ardındaki yansımalarıydı…
“İkinci dans…” dediğini duydum Aziz Ata’nın doğrudan bana bakarak, “Biri de benimle dans eder mi ki acaba?”
Gülümsedim.
“İlla ki eder.” dedim.
Sonra bana döndü, Dünya Can ve Berfu dans etmek için yanımızdan ayrılıp gülerek piste ilerlerken biz baş başa kalmıştık. Aziz flörtöz bir tavırla, etkileyici bir bakışla bana doğru eğildi ve bizzat beni kastederek fısıldadı.
“Buralarda bulabilir miyim ki peki benimle dans edecek birini?”
Alaycı bir gülümsemeyle baktım ona.
“İlla ki bulursun.” dedim.
Gülümsedi. Sonra başını kulağıma doğru eğdi, dudağını kulağıma yaklaştırdı.
“Peki seninle dans etmek istesem…” diye fısıldadı, “Edebilir miyim ki acaba?”
Boynumdaki tüyler Aziz’in nefesiyle ürperdi. İçimin titrediğini hissederek kesik bir nefes aldım. Yutkunup kendime gelmeye çalışarak boğazımı temizledim.
“İlla ki.” dedim.
Aziz Ata elimi tuttu, birlikte piste doğru yürümeye başladığımız sırada pistin kalabalıklaştığını fark ettim. Ama kollarımı onun boynuna doladığımda ve o da elleriyle belimi sardığında tüm kalabalık silindi gitti, dünya iki kişiden ibaret oldu sanki.
Burası bizim bize has camdan bölmemizdi…
Hava yeni yeni kararmaya başlamıştı. Ayaklarımızın altındaki zemine dökülen simler parlıyor, ağaçlardaki çanlar rüzgarın etkisiyle çalıyor, ahşap direklere bağlanmış tüller uçuşuyordu ve konfetiler yağmaya devam ediyordu.
Bembeyaz bir geceydi bu, her şey bembeyazdı.
Gözlerime bakan Aziz Ata’nın gözleri ise belki de bu geceye dair gördüğüm en parlak şeylerdi ama her zamankinden farklı bakıyordu sanki.
“Sende bir şey var.” diye mırıldandım ona.
“Neymiş?” dedi.
“Bilmem. Farklı bakıyor gözlerin. Mutlu musun yoksa mutsuz musun anlayamıyorum, heyecanlı mısın yoksa kafan mı dolu onu da anlayamıyorum. Karmakarışık bakıyorsun.” Aziz etrafına bakındı, sonra etkileyici bir gülümsemeyle bana döndü tekrar.
“Bilmem,” dedi Aziz Ata, “Aynı endişelere sahibiz sanırım. Sen de öyle bakıyorsun, karmakarışık…”
“Aynı tarafta mıyız bilmiyorum ama ben galiba araftayım.” dedim.
“Tarafı olur muymuş ki arafın?” diye sordu Aziz.
“Doğru, olur mu ki olmayan bir yerin tarafı?” dedim. Aziz Ata derin bir iç çekti.
“Aynı noktasındayız hayatın Derin, buna istersen araf de istersen bir taraf seç. Biz seninle aynıyız. Bizi bu hayatta tutan sebeplerimiz aynı. Zincirlerimiz aynı, tutkallarımız aynı.”
“Ama sanki sende daha fazlası var, bilmediğim zincirlerin var sanki…”
Aziz Ata içini okumuş olmama şaşırdı sanki.
“Hangimizin yok ki?” diye sordu.
“Doğru,” dedim, “Hangimizin yok ki?”
Tam o an Dünya Can ve Berfu’nun dans ederken tam yanımızda bittiklerini fark ettik.
“Kanka,” dedi Dünya Can sessizce bütün o güzel atmosferi bozmaya yemin etmişçesine, “Yanlış anlama ama annenin teyzesi galiba altına yapmış.”
Aziz Ata kendini tutamayıp gülüşünü dudaklarıyla bastırırken ben şok içinde dans pistinde annemin teyzesini arıyordum. Gözlerim korkuyla dans pistinde gezerken nihayet 55-60 yaşlarındaki zavallı büyük teyzemi buldu gözlerim ve öfkeyle Dünya’ya döndüm.
“Elbisenin deseni o salak!” dedim.
Dünya şaşkınlıkla büyük teyzeme bakarken Berfu gözlerini devirdi.
“Böyle şeyleri önce bana söylesen ya!” dedi Berfu, “Çat diye kıza gidip büyük teyzen altına yapmış denir mi?”
“Ne bileyim telaş yaptım, kadını hemen içeri götürüp üstünü değiştirtiriz diye hızlı davranayım dedim. İyiliğini düşündüm! Bu da mı suç?”
“Dünya!” dedi Berfu.
“Yahu tamam,” diye söze girdi Dünya, “Zaten moralim bozuk, üstüme gelmeyin.”
“Ne oldu ki?” diye sordum, “Neden bozuldu moralin?”
“Talihsiz bir olay yaşadık.” dedi Berfu imalı bir gülümsemeyle.
“Ehliyetimi kaptırdım…” dedi Dünya, “Altı aylığına aldılar elimden…”
“Neden?” dedi Aziz Ata merakla, “Oğlum daha yeni almadın mı sen ehliyetini? Kaç ay oldu daha?”
“Ne bileyim abi ya,” dedi Dünya, “Hız sınırını aşmışım. Düğüne gelirken durdurdular hem de. Arabayı çektiler, ehliyetimi de aldılar. Taksiyle geldik buraya.”
“Haber verseydiniz ya,” dedi Aziz, “Alırdım ben sizi.”
“O önemli değil geldik bir şekilde de bu seneki tek başarım ehliyet sınavını kazanmaktı, o da alındı elimden.”
Dans ettiğim yerden uzanıp Dünya’nın yanağını sıktım.
“Üzülme,” dedim, “Ben hemen bir ehliyet alayım da gezdireyim seni.”
“Sonsuza kadar gitmiş gibi davranıyor bir de,” dedi Berfu, “Altı aylığına gitti sadece.”
“Ehliyeti olmayan bilmez,” dedi Dünya Can efkarlı bir sesle, “Ben bu gece buna içerim abi!”
“Sen merak etme,” diye söze girdi Aziz, “Kararın iptali için bir dilekçe yazarım ben yarın. Hallederiz.”
“İşte bu yüzden sensin be Aziz Ata!” dedi Dünya, “Sensin be!”
Gülüştüğümüz sırada müziğin bitmesiyle herkes yerine geçerken annemin bana bakışlarını yakaladım, bana göz kırpıp kaş göz işaretleriyle nasıl göründüğünü sorunca ben de ona gözlerimi kırptım. Çok güzel görünüyordu, her şeye rağmen çok güzel…
Herkes yerlerine geçtiğinde Aziz Ata, Dünya, Berfu ve ben kokteyl masalarından birinin önünde, ayaktaydık. Heyecanlı gözlerle annemin tüller ve beyaz konfetilerle süslenmiş nikah masasına gidişini izliyordum. Vakti gelmişti, annem artık bir YENER olacaktı. Deha Yener’le evleniyor olması beni ne kadar huzursuz etse de bugünün ve şu anın onun için değerini biliyordum ve heyecanını paylaşmaktan başka çarem yoktu.
“Hoş geldiniz sevgili konuklar.” diye söze girdi nikah memuru.
Salondan coşkulu bir alkış yükseldi.
“Bugün burada, bu iki güzel insanın birlikteliklerini taçlandıracak, birlikte bir hayata adım atmalarına hem vesile hem de şahit olacağız…”
Gözlerim şahitlere kaydı. Annemin şahidi Berfu’nun annesi Yeliz Teyze, Deha’nın şahidi ise kendi arkadaşlarından biriydi.
“Siz Zeren Aldan hanımefendi,” diye devam etti nikah memuru, “Deha Yener ile evlenmeyi kabul ediyor musunuz?”
Annem önce heyecanlı gözlerle Deha’ya baktı, sonra bana döndü gözleri. Sanki benden, bakışlarımdan ve duygularımdan emin olmak ister gibiydi ama artık hiçbir şeyin dönüşü yoktu. Ona gülümsemeye çalıştım. Bu yolu o seçmişti, o yürüyecekti.
“Evet!” dedi annem kibar bir bağırışla.
Alkış sesleri yükselirken içimdeki heyecan artık buruk bir heyecandı çünkü bu gerçekten de oluyordu…
“Siz Deha Yener beyefendi, Zeren Aldan hanımefendi ile evlenmeyi kabul ediyor musunuz?”
Deha kimseye bakmadı, gözlerinde ne bir şüphe ne de bir kararsızlık kırıntısı vardı. Derin bir nefes aldı sadece, sonra mikrofona doğru eğildi ve gür bir sesle verdi cevabını.
“Evet!”
Olmuştu. Şahitlerin sesleri de kulaklarımda yankılanırken ne hissedeceğimi bilemiyordum. Bir ara gözlerimin dolduğuna emindim ve kafamın içinde merak konusu olarak dönüp duran o kadar şey vardı ki… Aziz Ata ne hissediyordu mesela? Aziz’in anne ve babası ne hissediyordu? Deha’nın çocukları ne haldeydi şimdi?
“Öyleyse,” dediğini duydum nikah memurunun, “Ben de sizleri karı koca ilan ediyorum! Gelini öpebilirsiniz!”
Gözlerimi kapattım. Kendime içinde bulunduğum gerçekliği kabullendirmeye çalışırken biraz olsun ortamdan soyutlanmaya ve yaşananları kabullenmeye ihtiyacım vardı. Bu olmuştu, artık dönüşü yoktu. Annem artık Deha Yener’in karısıydı.
O artık Zeren Aldan değil, Zeren Yener’di.
Nikah sonrası romantik bir dans daha bekliyordu onları. Deha ve annem pistte yanıp sönen pilli mumların arasında dans ederken “Hadi,” dedim Berfu’ya, “Biz de bir masaya geçelim…”
Aziz Ata ailesinin masasına uğramak için bizden ayrılırken ben de Dünya ve Berfu ile boş masalardan birine geçmek için ilerledim. Tam o sırada masalardan birinde tanıdık bir yüz daha gördüm ve şaşkınlıkla gülümsedim.
“Mahperi Abla!” dedim şok içinde kalabalık masalardan birinde oturan Mahperi Abla’ya sarılarak.
“Derin’im!” dedi, “Ah çok güzel olmuşsun, darısı senin güzel günlerine!”
“Asıl sen çok güzel olmuşsun!” dedim Mahperi Abla’nın üzerindeki lacivert döpiyese abartılı bir hayranlıkla bakarak. Utanarak ufak bir kahkaha attı.
“Annenin hediyesi,” dedi, “Zeren Hanım sağ olsun, aileden biri gibi görmüş beni…”
Duygulanarak baktım ona.
“Öylesin zaten,” dedim, “Hem sen olmazsan kim bize kolonya getirecek?”
Mahperi Abla bir kahkaha daha attı.
“Kız sizin de ayılıp bayılmalarınız bitmiyor ki!” dedi, “Vallahi çantamda kolonya getirdim!”
“Aman aman,” dedim, “Bu gece bir baygınlığı kaldıramaz… Sen dua et de o kolonyayı çıkarmak zorunda kalmayalım!”
“Yok yok, bir şey olmaz Allah’ın izniyle ama sen merak etme Derin’im, olursa bile ekipmanımla geldim ben.” dedi ve çantasını aralayıp içindeki seyahat boy küçük kolonyayı gösterdi.
“Ya sen delisin Mahperi Abla ya!” dedim kahkahalarla, “Hadi iyi eğlenceler, gelirim yine yanına!”
“Hadi git yavrum, arkadaşlarınla eğlen.”
Mahperi Abla’dan ayrılıp Dünya Can ve Berfu’nun buldukları küçük masaya doğru ilerlerken göz ucuyla ailesinin masasında annesiyle konuşan Aziz Ata’ya baktım. Konuşmaları pek de mutlu bir düğün konuşmasını andırmıyordu, annesini teselli ediyor gibiydi. Gergindi Aziz Ata, alnındaki terleri silip duruyor, annesine laf anlatmaya çalışıyor gibiydi.
Annesinin bu evliliğe bakış açısını hepimiz çok iyi biliyorduk, buraya gelmiş olması bile Deha Yener’e bir hediye olmalıydı. İç çekip Dünya Can’ın karşısındaki boş sandalyelerden birine oturdum.
“Yemekler geldi,” dedi Dünya, “Aziz’i alıp geleyim mi annesinin yanından yoksa bırakayım kalsın mı?”
“Annesi çocuğu ne darladı ama…” diye söylendi Berfu.
“Gelmek isterse gelir,” dedim, “Yetişkin sonuçta.”
“Yalnız annen durdu durdu ne kaynana buldu ama!” dedi Dünya Can önündeki tabaktan bir parça havuç alırken, “Aklımdaki asıl soru şu… Sen bir gün Aziz’le evlenirsen annen ve senin ortak bir kaynananız mı ol-“
“Afiyet olsun Dünya!” dedim üzerine basa basa.
“Yemeğini ye Dünya,” dedi Berfu sessizce, “Sana aklından geçenleri önce bana söyle dedim değil mi?”
Gülerek gözlerimi devirdiğim sırada Dünya ve Berfu didişmeye devam ediyordu. Gözlerimi önümdeki tabağa çevirip yemeğime döndüm.
Düğün yemeği çok seçenekliydi, et/tavuk/balık veya vejetaryen tabaklardan birini seçiyordunuz. Bu akşam o kadar iştahım yoktu ki içinde sadece mücver, salata ve birkaç çeşit zeytinyağlı meze olan tabaklardan birini seçmiştim. Herkes masalarına geçmiş, annem ve Deha Yener ise gelin-damat masasına oturmuştu. Müzisyenler Nilipek’in Küçük Bir An şarkısını çalıp seslendirirken herkes yemeğe ve sohbete dalmıştı, aslında arka planda yatan birçok gerçeği unutursak gördüğüm en güzel düğün oluyordu.
Müzikler, yemekler, süslemeler… Her şey çok güzeldi, hatta hava durumu bile annemden yanaydı bu gece, ılık ılık esiyordu hava. Çan sesleri müziğe renk katıyordu, uçuşan tüller bile birer enstrüman gibi katılıyordu çalan şarkılara. Belki de kötü günler geride kalıyordu artık? Belki de bu gece gerçek bir milat gecesiydi, kötüye veda edip iyiyi karşılıyorduk.
“Selamlar,” diyerek kravatını tutarak yanımdaki sandalyeye yerleşti Aziz Ata, “Ne yiyoruz?”
“Şimdi gelip seçenekleri sunup tercihini sorarlar,” dedi Berfu, “Biz annenlerle yersin diye düşündük, yoksa sana da bir şeyler söylerdik.”
“Ben dedim size,” dedi Dünya, “Gidip kurtarayım çocuğu diye.”
Aziz sıkıntıyla gülümsedi.
“Biraz tansiyonu çıkmış da.” dedi Aziz, “Ciddi bir şey yok ama, ilacını içmeyi unutmuş, düzelir.”
“Onun için kolay bir gece değil,” dedim, “Torunlarının olmadığı bir gecede torunlarının babasını evlendirmek…”
Bir süre bana baktı Aziz Ata. Ne kadar bunaldığını gözlerinden görebiliyordum, belki de ilk kez o an gösterdi gerçek bakışlarını bana, gözlerindeki maskeyi indirdi. Sanki “Bu gözlerin ardında bir harabe var.” dedi bana. Aklım bir anda sırtındaki yara izlerine gidiverdi. Gözlerim gözlerine değdi sonra arka masada kalan annesinin hüzünlü bakışlarına çevirdim bakışlarımı. Aziz Ata yemeğini beklerken elini başının ağrısını rahatlatmak istiyormuşçasına alnına götürdü.
“Başın mı ağrıyor?” diye sordum.
“Biraz.” dedi.
“İçeride,” dedim, “Atölyede bir ecza dolabı olması lazım, orada ilaç vardır. Gidip bakayım ben.”
Aziz Ata bir anda masada duran elimi tuttu.
“Hayır hayır,” dedi, “Yemeğini bırakma, ben yedikten sonra gider bakarım. Gerildim biraz, ilaçsız da geçer belki…”
“Tamam,” dedim, “Nasıl istersen.”
Yemeğime dönmüştüm ki Berfu’nun öksürmesiyle başımı kaldırdım. Bana öksürerek bir şey mi söylemek istiyor diye baktığım sırada Dünya Can söze girdi.
“Berfu ne olur düğün yemeğinde boğulayım deme ya!” dedi ve hemen sonra anlık bir aydınlanma yaşadı, “Gerçi Heimlich manevrasında baya yetenekli bir ülkeyiz, boğul istersen.”
“Boğulayım o zaman, tamam.” dedi Berfu gözlerini devirerek. Gülerek önüme döndüğüm sırada Aziz Ata’nın yemeği gelmişti.
Çalan yeni şarkı ise masadaki gergin havayı alıp götürmüştü,
“Boşluğun içinde
Kendi kendine
Sandığın gerçeği
Sindirdin böylece.” diyordu şarkının sözleri.
“Kaybettiğin gelince
Koştun bilmeden
Unuttun önceyi
Baştan her gece.” (BİRİLERİ – Zamanın Dışında Boşluğun İçinde)
“Şarkı,” dedim, “İnsanda koşma isteği uyandırmıyor mu?”
“Koşalım o zaman,” dedi Aziz Ata bana uzun uzun bakarak, “Koşalım sokak sokak.”
“Bu bir şarkı değil,” dedi Berfu iyice yükselerek, “Bu bir feryat!”
Kıkırdayarak başımı kaldırdım.
“Bu bir şarkı değil,” diye ekledi Dünya Can abarta abarta, “Bu bir haykırış!”
Masadaki karmakarışık hava nihayet dağılmıştı. Artık biraz olsun gülüyor, eğleniyorduk. Pistte dans eden, salınıp duran insanların kahkahaları ve sesli sohbetleri de ortamı iyice yumuşatmıştı. Biz masada uzun uzun sohbet ederken herkes eğleniyor gibi görünüyordu. Bir ara Mahperi Abla’yı bile pistte gördüğüme yemin edebilirim!
Yemeklerimiz bittiğinde havamız iyice dağılsın diye biz de pistin yakınlarında ayakta dikilerek sohbet etmeye devam etmeye karar vererek masaların arasından ilerledik. Berfu ve Dünya Can müzikle salınarak bizi de dans etmeye teşvik etmeye çalışsalar da ne ben ne de Aziz Ata çok da dans havamızda değildik. Aziz’in aklının annesinde kaldığını biliyordum. Kadın Aziz’e tam olarak neler söylemişti bilmiyordum ama konuşmanın etkisi çocuğun üzerine yapışıp kalmıştı resmen. Onun için de kolay bir akşam değildi, tek mesele annesi de değildi. Yeğenlerine rağmen buradaydı, çok sevdiği eski yengesine rağmen buradaydı Aziz Ata.
“Sıkma canını,” diye mırıldandım sesimi duyurabilmek için ona yaklaşarak, “Atlatacaktır.”
“İnsan,” dedi Aziz Ata, “İnsan bazen bazı şeyler inceldiği yerden kopsun istiyor Derin…”
“Ya da inceldiği yerden daha sıkı bağlarız, olmaz mı?” diye sordum hüzünle gülümseyerek.
Herkesin neşeyle dans ettiği, ortamın enerjisini zirveye çıkaran şarkı bitti, yerini daha romantik, daha duygusal bir şarkıya bıraktı ve pist çiftlere kaldı. Ben Aziz Ata’nın cevabını beklerken ondan beklediğimden farklı bir cevap aldım.
“O zaman dans et benimle.” dedi Aziz Ata gözlerimin en derinine bakarak, “Belki o zaman inceldiği yerden kopmaz bir şeyler…”
Kalbimin hızlandığını hissettim, “Seni gördüğüm an kalbim yanar söndürme hiç.” dedi şarkı tam o an. (SELİN & CANOZAN – Seni Gördüğüm An)
Yerdeki konfetiler artık kalbimdeydi, uçuşan tek şey tepemizdeki tüller değildi ve çanlar… Çanlar karnımın içinde çalıyordu…
“Kopmasın.” diye fısıldadım ve kendimi Aziz Ata’nın kollarının arasında dans ederken buldum bir anda.
Bu dans bu gece ikinci dansımızdı ama ilkinden çok farklıydı. Sanki Aziz Ata savaşıp yorulduğu dünyasından kopup da gelmişti bu sefer kollarıma. Yorulduğu limanlardan dinlenmeye geldiği kıyısıydım adeta.
Bahçede huzurlu bir sessizlik vardı, herkes şarkıyı dinlemeye ve dans edenleri izlemeye dalmıştı. Hava iyice kararmıştı artık. Bu dansın bitişi pastaya bağlanacaktı ve neredeyse her şey yolunda gidiyordu.
Annem mutluydu, Berfu ve Dünya yine yanımızda dans ediyordu, Baran’ın anne babası Beren Teyze ve Haldun Amca bile zorla piste çıkarılmış, dans etmeye zorlanmıştı. Yavaş yavaş toparlanıyordu her şey, herkes. Yavaş yavaş iyi olacaktık.
“Birlikte bir tatile mi gitsek?” dediğini duydum Berfu’nun, “Dördümüz böyle…”
“O kadar güzel olur ki.” diye mırıldanıp soran gözlerle Aziz Ata’ya baktım.
“Güzel olur.” dedi halsizce.
Belli ki bu akşam ne olursa olsun tam olarak toparlanamayacaktı. Kollarımı boynuna daha sıkı sardım ve gözlerinin en içine baktım.
“Beni sonuna kadar kollarında sar,” dedi aynı şarkı, “Veda etme.”
“Sen,” dedim onu kendine getirmeye çalışarak, “Ne kadar güçlü olduğunu unuttun galiba Aziz Ata Yener. Bana anlattığın hayat hikayesini çoğu insan atlatamazdı. Sen ise ülkenin en iyi üniversitelerinden birinde Hukuk okuyorsun ve hayatındaki herkesin nerede ne zaman yardıma ihtiyacı olsa anında oradasın! Ordu gibisin.”
Aziz Ata hüzünle güldü.
“Diyelim ki ben bir orduyum ama askerlerimin hepsi yaralı…” dedi.
“Tedavi edelim.” dedim, “Tutalım ellerinden, kaldıralım.”
Böyle cümleleri kendimden duymaya alışık değildim. Ben genelde insanları ayağa kaldırmaya çalışmazdım, her zaman daha mesafeli ve soğuk duran, olan biteni izleyen olurdum. Ama onun gözlerinde öyle bir şey vardı ki, o bir şey beni onu iyileştirmeye itiyordu. Çünkü beni o iyileştirmişti, farkında bile değildim…
“Sen,” dedi Aziz Ata alnını alnıma dayayarak, “Sen benim ellerimi tut yeter Derin.”
Hiçbir şey söyleyemedim. Aziz Ata gözlerini kapatmış, alnını alnıma dayamış, TAMINO’nun yeni çalmaya başlayan Indigo Night şarkısının eşliğinde yavaş yavaş salınıyordu benimle. Ben de kapattım gözlerimi, belimdeki elleri iyice sardı beni.
O kadar gerçek bir andı ki, o kadar güzeldi ki…
Yıldızlar belirmişti gökyüzünde, o gece her şey iyi davrandı bize. Her şey sevdi bizi. Her şey destekledi… Düğünler garip kutlamalardı, bir anda mutlu bir şarkıda dans ederken bir anda romantik ama duygusal bir şarkının eşliğinde düşüncelere dalabiliyordunuz yavaş yavaş salınırken.
Birilerinin kavuşmalarını kutlarken aklınız bir anda gidebiliyordu kendi kayıplarınıza…
Yavaş yavaş dans ettik, yavaş yavaş var ettik “biz”i. Gözlerimi araladığımda müziğin bittiğini, pistin dağılmaya başladığını fark edip gülümsedim.
“Aziz,” diye fısıldadım, “Müzik bitmiş.”
Aziz Ata bana hüzünlü gözlerle baktı ve aynı hüzünlü gözlerle gülümsedi bana. Bu an benim için olduğu gibi onun için de bambaşka, çok gerçek bir andı, gözlerinden anlayabiliyordum.
Ve zaman geçmişti, yemekler yenmiş, sohbetler edilmişti. Sıra annemin belki de en heyecanlı olduğu anda, pasta anındaydı. Dünya, Berfu ve Aziz Ata ile pistin yakınındaki kokteyl masalarından birinin etrafına geçerek yeni müziğin eşliğinde pastanın gelişini izledik.
Annemin bu pasta için heyecanlı olma sebeplerinden biri, hayatını değiştiren o elbise tasarımının aynısını bu pastada uygulatmış olmasıydı. Geceye dair her şey beyazdı, siyah olan tek şey pastasıydı. Beş katlı simsiyah bir pastanın üzerinde, renkli hamurdan yapılmış, beyaz ve gri konfetiler vardı. Pasta gerçek konfetiler eşliğinde gelirken gülümseyerek alkışladım onları.
Pasta çok güzeldi, konfetiler çok güzeldi, ama her şeyden daha da güzel olan tüm bunların annemi ve beni yıllar öncesine götüren anılardan alınmış olmasıydı. Gözlerim bir kez daha hüzünle Konfeti Atölye’nin içi dışarıdan görünmeyen pencerelerine, büyük ve ihtişamlı kapılarına, retro işlemeli beton duvarlarına çevrildi.
Sessiz, sakin ve mutlu bir müzik eşliğinde keseceklerdi pastalarını annem ve Deha. Ellerine aldıkları bıçağın sapı bile beyazdı, onu bile özenle seçmişti annem. Hayranlıkla izledim onu, birbirlerine bakmalarını, gülümsemelerini…
İşte tam o an, saat 23.15 gibi, rüzgar ters yöne esmeye başladı mecazen.
Ne olduysa oldu, beyaz olan her şey siyaha döndü.
Sakin müziğin gölgeleyemediği sessizliğin içinde bir ses duyuldu. Önce ne olduğunu anlayamadı kimse, bir el kapıları yumrukluyordu sanki.
“Ne oluyor?” diye sorduğunu duydum yanımdaki yabancı bir sesin.
“Nereden geliyor bu?” dedi bir başkası.
Annemin ve Deha’nın bakışları şaşkınlıkla önce birbirlerine, sonra soran ve arayan gözlerle etrafına döndü.
“Ne oluyor?” deyiverdim endişeyle.
Hepimiz, Aziz Ata, ben, Berfu, Dünya Can, ailelerimiz, herkes şaşkınlıkla bu tanımlanamayan sesin kaynağını arıyordu soran gözlerle. Sonra ses değişti, bambaşka bir şeye evrildi. Kapının yumruklanması durdu, sesler bir zincirin kırılma sesine dönüştü ve işte o an anladım gelen seslerin atölyenin büyük kapılarından birinden geldiğini.
“Kapıdan geliyor.” dedim şaşkınlıkla.
“Atölyeden mi?” dedi Aziz Ata endişeyle.
“İçeride biri kilitli mi kaldı acaba!” dediğini duydum Dünya Can’ın.
Kimse ne olduğunu bilmiyordu, herkesin gözleri merakla ve endişeyle direkt olarak oraya, atölyenin büyük siyah kapısına bakıyordu. Gelen sesler arkadan kırılan zincirin yere düştüğünü anlattı bize, önce zincir yere düştü ve sonra içerideki bir el kapının altın işlemeli kulpunu tutup çevirdi yavaş yavaş.
Kapı gıcırtısı kulaklarımı doldururken gözlerimi bile kırpamıyordum. Üstelik herkes aynı durumdaydı, herkes gözlerini kapıya çevirmiş, soran gözlerle kapıyı izliyordu. Yalnızca müzisyenler durmamıştı, Titanic batarken çalmaya devam eden müzisyenler gibi, ne piyano susuyordu ne çello…
Halbuki tam da her şeyin yoluna girmek üzere olduğuna inanmaya başlamıştım. Sonra bir noktada bir şey oldu, bir balon patladı, önce sesinden korktum sonra sessizliğinden.
Yavaş yavaş açıldı kapı, kimileri düğün organizasyonuna dahil bir sürpriz olacağını düşünürken kimileri içeride kilitli kalan biri olup olmadığını merak ediyordu ama kapı öyle güçlü çalınmıştı, zincir öyle öfkeyle çözülüp yere atılmıştı ki benim kalbim ağzımdaydı.
O ana dair hatırladığım tek şey o kapının nasıl yavaş açıldığı, ve kulakları tırmalayan gıcırtısıydı. Kapı nihayet açıldı, atölyenin karanlığının içinden kimin çıkacağını görmek için ileriye doğru bir adım attım endişeyle ve işte o an müzik benim için sustu. Işıklar söndü, yol bitti.
“Müzik susmadı,” dedi kafamın içindeki acımasız ses, “Sen kulaklarını kapattın.”
“Işıklar sönmedi, sen gözlerini yumdun.”
“Yol bitmedi, sen durdun.”
Ve işte bu, bembeyaz başlayan bir gecenin siyaha dönüşmesinin hikayesi. O gece birçok şey öldü, biz ise sağ kalanlardan mıydık bilmiyorum.
“Yardım edin…” dedi kapıdan çıkan silüet halsiz bir sesle, tek söylediği buydu, “Yardım edin.”
Herkes hareketsizdi, herkes şoktaydı ve sessizliği tek bir kişinin çığlığı bozdu.
“BARAN!” diye bağırdığını duydum bir sesin.
Bacaklarımın titrediğini hissettim, yanımdaki kokteyl masasını tutunmaya çalışırken devirdim ve kendimi Aziz’in kollarına tutunurken buldum, yoksa düşecektim. Ne yapacağımı bilemedim, ne tepki vereceğimi, nasıl ayakta kalacağımı bilemedim çünkü o karşımdaydı.
Baran Bağcı. Çocukluk arkadaşım, en yakın dostum, kaybından tam dört ay yirmi gün sonra karşımdaydı.
Halsiz, zayıflamış, üstü başı kir içinde, yüzü ve kolları çizikler içinde, tam karşımdaydı…
Bir Şubat gününde, 22 Şubat’ta kaybolmuştu ortadan ve bir Temmuz gününde, 11 Temmuz’da üstelik annemin düğününde ortaya çıkmıştı. Aklımda onlarca soruyla Aziz’e tutunuyor, Baran’ın ona doğru koşan anne ve babasının kollarında yere yığılmasını izliyordum ve kuracak tek cümlem, verecek tek bir tepkim yoktu çünkü Baran’ı aylar sonra ondan umudu kesmişken karşımda görmenin heyecanını bastıran bir soru vardı aklımda onlarca sorunun arasından öne çıkıp duran.
Onlarcasının arasından tek bir soru.
Yalnızca bir soru…
Baran’ın burada, annemin atölyesinde ne işi vardı?