15.BÖLÜM : KARDEŞLERİM.

Beyza Alkoç
0

Merhaba sevgili sevgililerim...

Nasılsınız? ^^

Size çok uzun olmayan bir yeni bölümle geldim ÇÜNKÜ daha dün yeni bölüm paylaşmıştım. :')

Ama merak etmeyin sizi bir sonraki bölüm için de çok bekletmeyeceğim. <3

İyi okumalar diliyorum, bölüm sonunda görüşürüz! :')

BOL BOL YORUM YAPMAYI UNUTMAYINNNN.

-BEYZA

“Okuduğum kitaplara,

ve duyduklarıma göre,

asla dikensiz olmazmış gerçek aşkın yolu...”

(BİR YAZ GECESİ RÜYASI, Shakespeare)

-

15.BÖLÜM : KARDEŞLERİM.

(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)

Ellerim hala sandalyeye sıkıca bağlıydı. Bileklerimin etrafındaki ipler öyle keskin düğümlenmişti ki her kıpırdayışımda derime daha da gömülüyor, ince ince acı veriyordu. Araf denen adam benden hiçbir cevap alamayacağını anladığında beni korumalarına emanet edip “Akşam tekrar görüşürüz.” diyerek gittiğinden beri içeride tek bir kelime konuşulmamıştı. Onun yerine sadece sessizlik ve nefesler vardı.

Depo kocaman ve boştu ama boşluk bile insanın üzerine çöken bir ağırlık gibi hissediliyordu. Tavandaki floresanların titrek ışığı beton zemine düşerken, gölgeler adamların silüetlerini daha da ürkütücü hale getiriyordu. Kapıya yakın duran ikisi kollarını göğsünde kavuşturmuş, neredeyse bir heykel gibi hareketsizdi. Diğer ikisi ise sigaralarını yakıp arada bir beni süzen gözlerle bekliyordu.

Gözlerimi kapatıp derin birkaç nefes almaya çalıştım ama mazot ve pas kokusu o kadar iğrençti ki nefes bile almak istemiyordum. Her şey içime çektiğim o kokunun ağırlığı kadar boğucu geliyordu. Bir an için gözlerimi açmamaya karar verdim, çünkü açtığımda gördüklerim, kapattığımda zihnimde canlanan kabuslardan bile daha kötüydü.

Zihnimde nedense Devrim’in yüzü belirdi. Önce o sert bakışları, sonra o aniden yumuşayan gözleri... Keşke gitmeden önce ona bir şey söyleyebilseydim. Keşke... En azından bir not bırakabilseydim ve teşekkür edebilseydim...

Ama benim onun veya diğerlerinin hayatında bir yerim yoktu. Olmamalıydı da.

Depoda öylece oturduğum saatler boyunca defalarca kez belki dışarıdan birileri sesimi duyar diye bağırmayı ama sonra buradaki adamların bana bakışlarını hatırladım, bağırırsam bu yalnızca onları eğlendirirdi, fazlası değil.

Sessizlik bu yüzden daha güvenliydi. Sessizlik o an tek sığınağımdı.

Fakat sessizlik çok uzun sürmedi. Kapı gıcırtılı bir sesle yeniden açıldı. Gözlerim halsizce deponun kapısına çevrildiğinde içeri girenin Araf Vural olduğunu anladım. Baştan aşağı süzdüm onu, nasıl birisi olduğunu anlamaya çalıştım. Devrim’le hikayesi neydi acaba? Neden düşman olmuştu ona? Lale ile alakası neydi? Ondan hangi görüntüleri silmesini istemişti?

Araf adamlarına birkaç sessiz soru sorduktan sonra bir sandalye çekip karşıma oturdu.

“İyi dinlendin mi?” diye sordu.

Boş gözlerle baktım ona.

“Sandalyede mi?” dedim.

Sesim mazot kokusunun içinden çıkmış paslı bir bıçak gibiydi.

Araf parmaklarını birbirine geçirip bir süre hiç konuşmadan yüzümü inceledi. Ardından başını azıcık yana eğdi.

“Bak güzel kız,” dedi, “Benim acelem var, senin de dinlenmeye ihtiyacın var belli ki. O yüzden kısa konuşalım.”

“Söylediğim gibi,” dedim, “Sorularına bir cevabım yok. İstersen burada ölüme terk et beni. Yine de yapabileceğim hiçbir şey yok.”

Gülümsedi. Cebinden küçük bir not defteri çıkarıp dizine bıraktı, kalemi tık diye açtı.

“Olsun,” dedi, “Ben yine de tekrar tekrar sorayım. Japonya’da kaç yıl yaşadım demiştin?”

“Bir şey dememiştim.” dedim.

Kağıda not aldığını gördüm. Ne yazmıştı acaba, “Cevap yok.” falan mı?

“Japonya’dan neyle geldin buraya? Hangi firma yani? Türk Havayolları mı?” diye sordu başını defterden kaldırmadan.

“Kamil Koç.” dedim, “Tekli koltuklarda geldim ama. Baya konforluydu. İkili koltukları sevmiyorum, yanına bir yabancı oturuyor falan...”

Araf onunla dalga geçtiğimi anlayarak başını iki yana salladı.

“Bak, Eliz Hanım. Benim peşinde olduğum şey sen değilsin. Sen, seninle beraber gelen bir anahtar gibisin. Kapıyı açıp kenara çekileceksin. Bu kadar.”

“Herhangi bir kapıyı açabileceğimi sanmıyorum.” dedim.

“Yanılıyorsun.” dedi, “Bir konuşsan ne kapılar açarsın da...”

Sonra başını kaldırıp adamlarından birine işaret verdi. Arkamda bekleyen adam, cebinden küçük bir çakı çıkarıp bileklerimdeki ipleri tek bir hamlede gevşetti ama tamamen çözmedi ve Araf’ın bakışıyla yeniden durdu.

“Böyle daha konuşkan olursun belki,” dedi. “Hatta istersen bir kahve daha getirtebilirim sana. Bu sefer içeceksen tabi.”

“Ben kahve içmiyorum,” dedim, “Çarpıntı yapıyor bana. Uykumu kaçırıyor.”

Araf bir kez daha gözlerini devirdi.

“Sen hiç ciddi cevap vermez misin?” diye sordu. Omuzlarımı silktim.

“O zaman su iç bari.” dedi ve yanındaki sehpada duran kapalı su bardaklarından birini alıp açarak bana uzattı.  

Bardağa bakmadım bile. Dudaklarım kuruydu, boğazım ateş gibiydi ama yine de bakmadım.

Araf dizindeki not defterini kapatıp ceketinin içine koydu.

“Devrim Ali Yöner,” dedi adını söylerken, harfleri tek tek tarttı, “Onun hakkında konuşacağız. Ne saklıyor, kimden saklıyor, nerede saklıyor, o evde şu an neler dönüyor hepsini konuşacağız.”

“Sakladıkları bir şey olduğuna şahit olmadım.” dedim tekdüze bir sesle.  

“Ah,” Başını usulca salladı, “O zaman niye sen bu odada, ellerin bağlısın? Seni saklamıyorlar mıydı herkesten?”

Cevap vermedim. Boynumda hala at nalı kolyemin ağırlığı vardı sanki, o yokken bile... Bir zamanlar boynumun boşluğunu tamamlıyordu, şimdi ise o boşluk büyümüş, yerinden taşmıştı.

“Bak Eliz Hanım, benimle oynamak istersen,” dedi, “Kuralları ben seçerim. Eğer bana Devrim hakkında bir şeyler vermezsen seni yarına kadar burada bu sandalyenin tepesinde aç susuz bekletirim.”

“Bilmiyorum.” dedim sessizce, “Herhangi bir şey bilmiyorum. Aç ve susuz kalmam da bir şeyi değiştirmeyecek.”

Araf ayağa kalktı, yakınıma fazla gelmeden, çizdiği güvenli çemberin içinde dolaştı. Her adımda ayakkabısının tabanı zemindeki bir lekeyi es geçti, sanki bu deponun her bir milimini önceden ezberlemişti. Dönüp yeniden yüzüme yaklaştığında sesini bir ton düşürdü.

“Yarın gece bir sevkiyat var.” dedi, “Burayı yarın akşama kadar boşaltmamız lazım, yani seni de alıp götürmemiz gerekecek buradan. O yüzden yarın akşama kadar bana bir cümle vermen lazım. Yoksa sen de sevkiyat mallarıyla birlikte yola çıkacaksın.”

“Sevkiyatlar nereye gidecek?” diye sordum alaycı bir tavırla, “Belki güzel bir yerse direkt onlarla gitmeyi tercih edebilirim...”

“Pekala.” dedi tahammülsüzce, “Belli ki şu an seninle konuşamayacağız. Yarına kadar bol şans, umarım bayılıp kalmazsın o sandalyede ve umarım doğru seçimi yapıp benimle konuşursun.”

Tek kelime daha etmeden kapıya yöneldi ve çekip gitti Araf.

Kapı kapandığında bir uğultu kaldı geriye, sanki konuşmanın sesi duvarlara yapışmış da yavaş yavaş çözülüyordu. Bileklerimi kıpırdattım, ip gevşemişti ama bileklerim hala acıyordu. Düğümün üzerinden tırnaklarımı geçirmeye çalıştım ama sürtündükçe canım daha çok yandı. Yine de denemeye devam ettim, her nefesimin içinde mazot kokusuna karışan tereddütlü bir kararlılık vardı.

Bir şekilde bu adamlara belli etmeden ellerimi ve ayaklarımı şu iplerden kurtarsam gece boyunca yakalayabileceğim herhangi bir fırsatta kaçamaz mıydım?

Siz söyleyin, kaçabilir miydim?

Dizlerimi milim milim öne ittim ama sandalyenin ayağı zemindeki bir çentiğe takılınca hafifçe gıcırdadı. Kapıdaki adamdan bir homurtu gelince korku içinde durdum ve nefesimi tuttum.

Avuç içlerim ter içindeydi. Bir süre sessiz kalmam işe yaramış gibiydi çünkü adamlar benimle ilgilenmeyi kesmiş, kapıda kendi kendilerine sohbet etmeye devam ediyorlardı.

Dizlerimi bir kez daha ileri ittim ve hareketin sesini öksürüğümle kamufle etmeye çalıştım. Sanki kıpırdandıkça ipler her seferinde biraz daha gevşiyordu ya da bana öyle geliyordu.

“Hey!” diye bağırdığını duydum kapıdaki adamlardan birinin, “Ne kıpırdanıyorsun? Yerinde dur!”

“Ayağıma kramp girdi.” dedim sesimi ince bir sızı gibi çıkararak, “Bileklerim uyuştu da. Boğazım da kötü o yüzden öksürüyorum arada.”

Ben dünyadaki en kötü yalancıydım!

Önce bir küfür duyuldu. Sonra sessizlik. Yine de hareket etmemi pek ciddiye almamış gibilerdi. Sonuçta ellerim ve ayaklarım bağlıydı, kapıda da onlar vardı, iplerden kurtulsam bile ne yapabilirdim ki? Duvarların içinden geçecek halim yoktu ki.

“Dayan.” diye fısıldadım kendi kendime. Bundan da kurtulacaktım, değil mi?

DEĞİL Mİ?

Sandalye bir kez daha gıcırdayınca başımı kaldırıp kapıya baktım. Kapıdaki gölge yerinden kıpırdamamıştı ama bu umutsuz çabamın beni bir yere ulaştırmayacağını da anlamıştım. İpler başta ben hareket ettikçe gevşiyor gibi gelse de şu an hiçbir fark olmadığını görebiliyordum.

Ruhumun boğulduğunu hissediyordum, kalbimin bir kapana sıkıştığını...

Başımı kaldırıp umutsuzca deponun tavanına baktım. Annemi anımsamaya çalıştım, arkadaşlarımı, kedimi... Sonra Oya Abla’ya dair bir merak hissettim içimde, acaba iyi miydi? Devrim, Deha, Demir, Ömer... İyiler miydi?

Peki ya ben? İyi değildim biliyordum ama olacak mıydım?

Kurtulabilecek miydim buradan?

Işığımı tekrar yakabilecek miydim?

Karanlığa ve umutsuzluğa kapıldığım o an ayak bileklerimde hissettiğim titreşim ile başımı eğdim. Bileklerime bağlı düğüm lifinin bir teli bir anda kopuvermişti!

Ben şok içinde ayak bileklerime bakarken içim yeniden umutla doldu. Belki de çabalarım hiç de boşa değildi ve belki de bu bana gönderilmiş bir mesajdı.

Ve galiba içimdeki ışık... yeniden yanmak istiyordu.

Yakardık, değil mi? Yakardık...

-

(YAZARIN ANLATIMIYLA)

Yazlık evin koridorlarında bir panik havası hakimdi. Her köşeden farklı bir ses yükseliyor, güvenlik ekibinin telsizlerinden akan cızırtılar gerilimi daha da arttırıyordu. Devrim’in yüzü her geçen dakika daha çok geriliyordu. Sakin görünmeye çalışsa da gözlerinin altında biriken öfke ve endişe onu ele veriyordu.

İçinde anlam veremediği bir bağ hissediyordu Eliz’e karşı, içinde bir yerlerde sanki onu korumaktan başka çaresi yokmuş gibiydi.

Ara ara cebindeki at nalı kolyesini çıkarıp bakıyordu ama neden baktığını bile bilmiyordu.

Arabada oturup haber beklemeye de tahammülü kalmamıştı, dayanamayıp arabadan inmiş ve işin başına geçmek için tekrar harekete geçmişti.

Demir ve Deha güvenlik ekibini organize etmeye çalışıyor, bahçeyi, sahil yolunu ve marina girişini taratıyorlardı. Ömer ise kontrol odasında kameraların başına geçmişti ve parmakları titreyerek geriye sardığı görüntülerde tek bir ipucu arıyordu.

Hiçbiri Devrim öyle istediği için aramıyordu Eliz’i; Eliz’e gerçekten ısınmışlardı.

Ömer sonunda yangın merdiveninin kör noktasına yakın kalan bir kameradan bulduğu bulanık ama netleşmeye başlayan görüntüde Eliz’in silüetini gördü. Ve evet, Devrim düşüncelerinde haklıydı... Lale Eliz’in yanıbaşındaydı.

“Buldum…” diye fısıldadı Ömer kendi kendine. Kalbi hızlanmıştı. Gözlerini kırpmadan ekrana eğildi. Eliz sarı fularını elinde sıkı sıkı tutarken merdivenlerden iniyor, yanındaki Lale ise ona hızlı adımlarla eşlik ediyordu.

Devrim’in ağır adımlarla içeri girdiğini fark etmeyip kendi kendine konuştu Ömer.

“Allah’ın belası kadın!”  

Ömer söylenirken Devrim’in gölgesi arkasına düştüğünde irkilerek döndü.

“Bir şey buldun mu?” dedi Devrim, o kadar dalgındı ki Ömer’i duymamıştı bile.

Ömer telaşla ekranı gösterdi, sesi boğuk ama hiddetliydi.

“Abi burada,” dedi, “Eliz’i o götürmüş. Lale...”

Devrim bir an donup kaldı. Görüntüde Eliz’in yüzü belli belirsizdi, ama fuları… o sarı fular, tanınmayacak gibi değildi. Eliz’in merdivenlerden inişi Devrim’in kalbine bir bıçak gibi saplandı. Yumruğunu sıkarken parmaklarına verdiği zararın farkında bile değildi.

Devrim öfkeyle ekrana bakarken Deha ve Demir kapıda belirdi.

“Buldunuz mu?” diye sordu Demir.

Ömer başını salladı.

“Lale Hanım ile çıkmışlar.”

“Hanım deme şuna!” dedi Deha öfkeyle.

Deha ve Demir de ekranın başına eğildiklerinde Ömer diğer kameraya geçti ve Lale ile Eliz’in arabaya binme görüntüsüne geçtiler.

“Birkaç mobese görüntüsünü de incelettim tanıdıklara,” dedi Ömer, “Arabası Kocaali tarafında görülmüş en son.”

Devrim öfkesini kontrol etmekte zorlanıyordu. Sessizliği yalnızca cihazların mekanik uğultusu dolduruyordu. Devrim ise susuyordu. Yalnızca gözlerini ekrandan ayırmadan, her kareyi içine işler gibi bakıyordu.

Öyle ki sanki Eliz’in o anda oradan dönüp kameraya bakmasını, onunla bir şekilde göz göze gelmeyi istiyordu.

“Abi…” dedi Deha, “Lale bu işi tek başına yapmadıysa… ya Eliz’i hakikaten de Vetrov’un adamlarına götürdüyse?”

“Ya da bambaşka birine…” diye ekledi Demir.

Devrim gözlerini kısarak ekrana bir kez daha baktı. İçinde yıllar önce annesinin sandığında saklanırken hissettiği o boğulmuşluk duygusu kabarıyordu.

Ama bu kez o sandıktan çıkmayı, nefes almayı seçti.

“Kim olursa olsun,” dedi Devrim, “Bu işin içindeki herkese bedelini ödeteceğim. Kimse benim evimden benim misafirimi alamaz.”

“O zaman çıkıyor muyuz?” diye sordu Ömer.

Devrim hiçbir şey söylemeden kapıya yöneldiğinde üçü de peşinden ilerledi.

“Abi tek arabayla mı gidelim?” dedi Deha koştururken.

“Yok canım,” dedi Ömer, “Birkaç adresi arayacaksak ayrılalım, birkaç araba daha çıksın hatta bizim adamlardan...”

Devrim arabasının yanı başına geldiğinde durdu.

“Başka arabaya gerek yok.” dedi keskin bir sesle, “Eliz’in nerede olduğunu biliyorum.”

Demir, Deha ve Ömer soran gözlerle birbirlerine baksalar da Devrim bıraktığı soru işaretlerine aldırmadan arabanın sürücü koltuğuna geçti.

Normalde yanında Ömer olduğunda arabayı Ömer’e kullandırtırdı ama bugün arabasını başkasının kullanmasına bile tahammül edemeyecek kadar öfkeliydi.

Ömer sağına, Deha ve Demir de arka koltuklara geçer geçmez daha onlar kapılarını bile kapatamadan arabayı çalıştırdı Devrim Ali.

Araba yazlık evden çıktıktan sonra kıyı yolunu geride bırakıp şehrin daha ıssız, yüksek ağaçlarla çevrili bir bölgesine girdi. Yol boyunca kimse konuşmamıştı. Motorun homurtusu ve tekerleklerin sert asfalta sürtünmesi aracın içindeki gerilimi de harlıyordu adeta. Ömer arada bir arka koltuktaki Demir ve Deha’ya bakıyor, dudaklarını kıpırdatmadan bir şeyler fısıldıyordu.

Ömer’in ikizlere fısıldadığı şeyler de genelde şöyle oluyordu, “Çok sinirli! Bittik biz!”

Yaklaşık yarım saatlik sessiz bir yolculuğun ardından yüksek çam ağaçlarının arasına gizlenmiş geniş bir malikane kapısı belirdi. Kapının önünde siyah takım elbiseler içinde iki güvenlik görevlisi bekliyordu. Otomatik bariyerin hemen arkasında ise ağır demir kapılar vardı.

Araç kapıya yaklaşınca güvenlik ellerini kaldırıp işaret etti.

“Kime geldiniz?” dedi öndeki sert bir sesle.

Devrim hiç fren yapmadan camı indirip güneş gözlüğünü burnunun ucuna doğru düşürdü. Gözlerinin keskin bakışı adamların gözlerine doğrulduğunda görevli tek bir an bile tereddüt etmedi. Gözlerindeki sertlik bir anda saygıya dönüştü.

“Kapıyı açın!” dedi yanındaki diğerine, “Hoş geldiniz Devrim Bey!”

Kapılar ağır bir gıcırtıyla yana kayarken Devrim arabayı hiç yavaşlamadan içeri sürdü. Asfalt yol, geniş çimenliklerin arasından kıvrıla kıvrıla malikanenin önüne çıktı.

Araba durduğunda koşar adım gelen telaşlı bir kadın görevli onları karşıladı. Nefesi kesilmiş gibiydi. Devrim aracın kapısını sert bir hareketle açıp indi. Siyah ceketi omuzlarında dalgalanıyordu, güneş gözlüğünü yavaşça gözünden çıkarırken yüzündeki karanlık ifade görevliyi iyice tedirgin etmişti.

“Nerede?” dedi Devrim tek kelimeyle.

Görevli başını eğdi.

“Atölyede, efendim.”

Devrim arkasından inen Ömer, Demir ve Deha’ya bakmadan sert adımlarla ilerledi. Çimenleri kesen taş yolda Devrim önde, Deha, Demir ve Ömer ise arkada yan yana olmasa da aynı hızda yürüyorlardı ve onlar yürürken ayak sesleri adeta havada yankılanıyordu.

Malikanenin arka tarafında, sıradan bir kış bahçesi gibi görünen geniş ve bol camlı taş bir bina vardı. Kapısına yaklaşıldığında çekiç sesleri ve yoğun bir metal kokusu duyuluyordu.

Görevli kapıyı açarken geriye çekildi ve Devrim tek kelime etmeden içeri girdi.

Atölye loş ışıklarla aydınlatılmıştı. Masaların üzerinde dağınık aletler, ahşap parçaları ve yarım kalmış modeller vardı. Ortada ise siyah gömleğinin kollarını sıvamış, masaya yaslanmış bir adam duruyordu.

Elleri sakince ceplerindeydi. Adam sanki onları haftalardır bekliyormuş gibi bir dinginlikle doğruldu.

Bu adam... Araf Vural’dı.

Yüzünde kendinden emin bir gülümseme vardı. Gözleri karşısındaki dörtlüyü tek tek süzdü ve en sonunda Devrim’in üzerinde durdu. Bakışlarında öfkeden ziyade daha çok tanıdık bir alay vardı.

Ve sonra bir anda o sözler döküldü dudaklarının arasından...

“Merhaba kardeşlerim,” dedi sakin bir sesle, “Sonunda bir ağabeyiniz olduğunu hatırladınız.”

Demir öfkeyle bir adım atacak oldu ama Devrim elini kaldırarak onu durdurdu. Atölyenin ağır havasında iki tarafın karşılaşması bir satranç oyununun ilk hamlesi gibiydi ve o ilk hamle yapılmıştı.

Devrim Ali Yöner ve Araf Vural... Aynı anneden ama farklı babalardan olan iki kardeş yıllar sonra karşı karşıyaydı...

Devrim’in kendisine yıllar önce düşman olan ağabeyinin ayağına kadar gelmesinin ise tek bir sebebi vardı. Yıllar boyunca onu buraya hiçbir gücün getirtemeyeceğini söylese de şimdi yalnızca tek bir şey için buradaydı... Eliz Sonay.

-

-

SÜRPRİZ!

16.BÖLÜMDEN ALINTI :

“Hani hiçbir güç seni benim ayaklarıma getiremezdi Devrim? Ne oldu şimdi?” dedi Araf Vural acımasız bir sesle,
“Zaafın mı oldu bu kız senin?”

-

-

TEKRAR MERHABA CANIMIN İÇLERİ. <3

Yorumlarınız için sonsuz teşekkür ederim, MİSAFİR’i arkadaşlarınıza önermeyi ve sosyal medya hesaplarınızda paylaşmayı unutmayın lütfen.
En kısa zamanda yeni bölümümüzle görüşmek üzere. ^^

-BEYZA

INSTAGRAM : beyzalkoc