15.BÖLÜM : KALBİN KİLİDİ.
.png)
15.Bölüm : Kalbin Kilidi.
Bir gün bir ok gelir kalbine, yaralar seni. Öldürmez ama izi kalır hayatın boyunca ve kalbinde taşıdığın her iz, ölümden beterdir, bunu en iyi sen bilirsin. Bunu sana hangi tarihten, kaçıncı yüzyıldan, dünyanın hangi noktasından yazdığımın bir önemi yok. Yüzyıllar boyunca aynı şeyleri hissedip, aynı tepkileri verip, aynı hataları yapıp, aynı duyguları keşfettik. Bambaşka insanlarız ama çiçekler gibiyiz, farklı köklerden doğuyor, aynı şeylere dönüşüyoruz. Görünüşlerimiz farklı, karakterlerimiz farklı ama hepimiz nefes alıyor ve nefes veriyoruz. Üzülüyor ve mutlu oluyoruz, gülüyor ve ağlıyoruz. Doğuyor, büyüyor ve ölüyoruz. İşte bu yüzden birbirimizi anlıyoruz.
Aşık oluyoruz, nefret ediyoruz, kusurlarımız var, sınıflarımız var. Hem güçlüyüz, hem güçsüz. Ne kadar diretirsek diretelim kendimizi olmak istemediğimiz birçok şeyin içinde buluyoruz. Bir masanın başında yapayalnız yemek yerken mesela, yalnızlık kimimiz için çukurken kimimiz için kıyı. Bazılarımıza boğuluyor gibi hissettiren şeyler, bazılarımıza kurtulmuş hissettiriyor ama bir noktada her birimiz hayatta aynı şeyleri farklı sebeplerle tadıyoruz. Kaybetmeyi de tadıyoruz, kazanmayı da. Gözyaşının da tadını biliyoruz, gülümsemenin hissiyatını da. Benim saraydaki odamda oturup hissettiklerimi bir başkası yıkık dökük evinin soğuk odasında hissediyor. Yer, zaman, sınıf, hepsi önemsiz... Aynı köklerden geliyoruz, hiçbirimiz üzerimizdeki kıyafetler değiliz. Ne kadar kalın giyinirsek giyinelim hepimiz üşümenin tadını biliyoruz.
Her insanın kendini yorgun ve güçsüz hissettiği noktalar var, hepimiz o noktalardan geçtik, geçiyor ve dahasından da geçmeyi bekliyoruz. Atlatamayacakmış gibi hissettiğimiz bir sürü zorlu nokta aslında her birimizin hayat yolunda var, nasıl ki bazen açken doymayacağımızı sanırız, bazı zor duygular da aynen böyle hissettiriyor. Yollarımız farklı, kusurlarımız farklı, hatalarımız farklı ama söylediğim gibi; köklerimiz aynı. O yol hep aydınlığa çıkıyor, öyle ya da böyle, her yokuş bir gün bitiyor.
Sabahın erken saatlerinde kalbim kaygı dolu uyandığımda Helga çoktan odama girmiş, perdelerimi ve pencerelerimi aralamakla uğraşıyordu. Yatakta doğrulup odaya bakındığım sırada Helga’nın görüş radarına girdim.
“Günaydın, Majesteleri!” dedi, “Bugün nasılsınız?”
“Daha iyiyim...” Çok da iyi hissetmiyordum. Burada sıkışıp kalmamız her saniye kendimi suçlamama neden oluyor, benim yüzümden birilerinin zarar görme ihtimali beni her şeyden çok korkutuyordu.
“Kahvaltınızı buraya getirdim.” dedi Helga pencerenin önündeki masayı bana doğru çekerken, “Bütün gün yatıp dinlenseniz daha iyi olurmuş...”
“Bunu sana şifacı mı söyledi?” diye sordum yatakta iyice doğrulup yastığıma yaslanırken.
“Hayır... Şey... Şövalyeniz söyledi, efendim.” Başımı kaldırıp Helga’ya baktım.
“Hazar mı?” diye sordum. Helga başını salladı ve önüme çektiği masadaki kahvaltı tepsisini kucağıma, bacaklarımın üzerine yerleştirdi.
“Ah, böyle koydum ama... Önce banyoya girmek ister misiniz?” Omuz silktim.
“Geç uyudum. Tuvaletim yok. Banyoya da kahvaltıdan sonra girerim.”
“Tabi efendim.” dedi Helga, “Benden başka bir isteğiniz var mı?”
Tepsiye göz attığım sırada aklım kahvaltıda değildi.
“Hayır, sen çıkabilirsin ama bana sabahlığımı uzatıp aşağı indiğinde bana Hazar’ı çağırır mısın?” diye sordum, “Onunla yol güzergahımız hakkında konuşmak istiyorum.”
“Zaten kapıda.” dedi, “Hemen çağırayım.”
“Kapıda mı?” Helga bana koyu kahverengi sabahlığımı uzatırken başını salladı.
“Evet efendim,” dedi, yüzü şaşkındı, Hazar’ın kapıda olmasına o da anlam verememiş gibiydi, “Nöbet tutuyormuş.”
Ben sabahlığımı üzerime geçirip iplerini bağlarken Helga birkaç adımda kapıya doğru ilerledi. Kapıyı aralık bırakıp çıktığında dışarıdaki şövalyeye birkaç şey söylediğini duydum ve kapı hemen ardından tekrar açıldı. Ben önümde duran fincandan bir yudum çay alırken Hazar kapıda göründü. Kapıyı yavaşça kapattı ve birkaç adımda önüme gelip bana soran gözlerle baktı.
“Günaydın.” dedim. Tepsideki yaban mersinli kekten bir çatal alıp onu başımla selamladım.
“Günaydın, efendim. Beni çağırmışsınız...” Başımı salladım.
“Yola ne zaman çıkacağımızı öğrenmek istedim.” Elimdeki çatalı tepsiye bıraktım ve yüzüne ciddiyetle baktım, “Burada daha ne kadar kalabiliriz? Geride bıraktığımız evimizde gerçek bir savaş var ve bizi her yerde fellik fellik arayan insanlar var. Ayağım ya da kolum, bunlar önemli değil, bir şekilde ilerlemek zorundayız.”
“Şifacı birkaç gün dinlenmenizi tavsiye etti.” diye söze girdi Hazar, “Ve endişelenmeyin, size asla zarar gelmeyecek. Ne olursa olsun.” Yüzüne bakarken gözlerimin tanıdık bir his ile dolduğunu hissettim.
“Mesele benim zarar görmem değil ki...” dedim “Kimsenin benim yüzümden zarar görmesini istemiyorum.”
Hazar’ın gözlerime bakarken şu anki ruh halime anlam vermeye çalıştığını anlayabiliyordum. Sanki bir anda gözlerimde beliren ve akmayı bekleyen yaşların sebebini çözemiyor gibiydi.
“Biz sizin hizmetkarlarınızız, efendim.” dedi, “Size her türlü hizmeti sunmak için buradayız. Gerekirse sizin için yaralanırız da, ölürüz de. Yine de size zarar gelmesine izin vermeyiz...”
Gözlerimden birer damla aktı. Yüzüne bakarken anlaşılamamanın yalnızlığını hissettim, aramızdaki sınıf farkı beni görmesini engelliyor gibiydi. Sanki ben ondan onlarca metre yukarıda yaşıyordum da o benim onlarca metre aşağımdaydı. Beni göremiyor muydu? Benim de bir ruhum vardı ama bunu kimse görmüyordu sanki.
“Benim yüzümden kimsenin ölmesini istemiyorum.” dedim, “Bir kez daha...”
Hazar sesini çıkarmadı. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemiyor gibiydi. Karşısında ağlayan ilk kadın ben değildim, biliyordum ama karşısında ağlayan ilk prenses olduğuma emindim.
“Keşke annem yerine ben ölseydim.” deyiverdim birden, kucağımda duran tepsiyi ittim ve çaresizce mırıldandım, “Bunu üzerimden alır mısın?”
“Emredersi-“ derken bir anda sustu, “Alırım.” dedi.
Tepsiyi kucağımdan aldı ve masaya bıraktı. Uyandığımdan beri içimde hissettiğin sıkıntı anlatamayacağım kadar derindi. İçimde hissettiğim sıkıntı hissinin Hazar’ı karşımda hissettiğim an ortaya çıkması ise benim için açıklanabilir bir şey değildi. Hazar bana ömrüm boyunca tutmakla yükümlü olduğum yası anımsatıyordu.
“Teşekkür ederim...” dedim sessizce.
Hazar tepsimi masaya bıraktıktan sonra yerine geçti ve öylece dikilmeye devam etti. Bir şeyler söylemek istiyor ama emin olamıyor gibiydi. Gözyaşlarım akmaya devam ederken bedenime birdenbire yüklenen bu hassasiyetin sebebini çözemiyordum. Bakışlarımı kucağımda duran ellerime çevirdiğim sırada Hazar konuşmaya başladı.
“Bu görevi bana ilk verdiklerinde...” dedi, “Hiç istememiştim.”
Başımı kaldırdım ve onu gözyaşları içinde merakla dinlemeye başladım.
“Sizin zapt edilmesi zor ve şımarık biri olacağınızı düşündüm. Ne de olsa siz prensessiniz, kehanetin bebeği... Doğduğu günden beri bir gün bu toprakları yöneteceğini bilerek büyüyen biri nasıl zapt edilir olurdu ki? Burnu havada, emirler yağdıran biri olacağınızı düşünmüş ve bana emanet olduğunuzu bildiğim için başta size daha sert, daha disiplinli davranmak istemiştim. Sarayın yöneticisi siz olacaktınız ama bir süreliğinize sizi kontrol etmesi gereken bendim. Görevi almamak için çok uğraştım, birilerine devretmeye çalıştım, hatta yalanlar bile söyledim ama babanız bende karar kıldı. Onun emirlerine karşı gelemezdim ve istemeye istemeye kabul ettim.”
Durdu ve başını iyice kaldırdı, bana baktı.
“Sizi tanıdıktan sonra ise, bir insanın nasıl olur da yaşadığı hayat şartları içinde bu kadar güzel kalpli kalabileceğini geceler boyunca düşündüm. Bay Hera’yı buradan neden gönderdiğinizi biliyorum, babanızın ona bir mektup yazmadığını da biliyorum. Kimsenin zarar görmesini istemediğinize eminim ve annenizin ölümünde sizin hiçbir suçunuz olmadığını da biliyorum. Kimse sizin yüzünüzden ölmedi ve kimse sizin yüzünüzden ölmeyecek.”
“Ama...” diye mırıldandığım an Hazar sözümü kesti.
“Düzen bu.” dedi, “Birileri birilerinin yüzünden ölmüyor ama birilerinin uğruna ölüyor. Eğer birinin uğruna öleceksem, bana sorarsanız, sizin uğrunuza ölmek benim için bir şereftir.”
Bir süreliğine hiçbir şey söyleyemedim. Kucağımda duran ellerimi izlemeye döndüm.
“Artık babamın seni neden seçtiğini anlıyorum.” diye mırıldandım sessizce.
“Beni seçtiği için minnettarım...” dedi, sonra tereddütle başını kaldırdı, “Yanınızda olduğum için minnettarım.”
Kalbimin ısındığını hissettim. Kalbim hayatım boyunca hep kilitliydi ama artık bir anahtar kalbimin kilidini zorlamaya başlamıştı. Kendime dair şüphelerim, güvensizliğim, suçluluk hissiyatım ve duygularıma karşı hissettiğim yabancılık hissi... Her birinin kapıları tek tek açılıyor, kendimi tanımaya başlıyordum.
“Bana katılmak ister misin?” diye sordum ona, masayı göstererek.
“Beraber kahvaltı mı yapacağız?” diye sordu tereddütle.
“Evet, beraber defalarca kez bir şeyler yedik.”
“Ama hiç baş başa değildik...” dedi.
Sonra bir anda cevabımı bile beklemeden masaya yöneldi, masayı tam önüme, yatağın yanına çekti ve yanıma oturuverdi. Üzerindeki kıyafetler baştan aşağı simsiyahtı, sanki bugün kıyafetlerini ben seçmiştim. Sakalları iyice uzamaya başlamış, saçları hafif dalgalanmıştı. Ben ise koyu kahverengi sabahlığım ve dağınık uzun saçlarımla yanında oturmuş, çıplak ayaklarımı yere sarkıtıyordum. Hayatım boyunca kimsenin yanında böylesine rahat hissetmemiş ve böyle rahat davranmamıştım. Kendimi imkansız ve karşılıksız bir aşkın içine sürükleniyor gibi hissediyordum, zira kalbimin kıpır kıpır olmasına neden olan bu adam hem bir şövalyeydi hem de kendini aşka kapatmıştı. Annemin rüyalarıma gelip söylemeye çalıştığı şey bu muydu? Beni uyarmasının sebebi içine çekildiğim bu acı denizi miydi?
“Hepsi harika olmuş.” diye mırıldandım, “Tam da dün istediğim şeyler... Canımın bunları çektiğini nasıl hissettiler acaba?”
Hazar bana manalı bir bakış attı.
“Şifacı tarot kartlarına bakmıştır.” dedi. Kendimi tutamayıp güldüm.
“Bu güzeldi.” dedim, “Tebrik ederim.”
Ben elimde tuttuğum yaban mersinli keki ağzıma götürürken Hazar da ıspanaklı çörekten yiyordu. Kendimi hayatım boyunca ilk defa bu kadar normal hissediyordum, hanedan üyesi olmayan biriyle oturmuş kahvaltı yapıyor, normal bir genç kız gibi hislerimi düşünüp tartıyordum. Ta ki aşağıdan gelen kapı sarsıntısını ve bağırışları duyana kadar...
“Hazar! Askerler! Hazar!” Bu ses, şövalyelerden birinin sesiydi ve onu duymamızla Hazar’ın beni kucaklaması bir oldu.
“Ne oluyor?” diye sordum korkuyla.
“Geldiler.” dedi, “Buradalar.”
Duyduğum iki kelime elimi kalbime götürdü. Beni az önce terk eden gözyaşlarım bir kez daha gözlerime hücum ederken öfke doluydum. Hazar’ın kollarındaydım ama aklım aşağıda, benim için burada olan insanlarlaydı ve aşağıdan gelen sesler bana hiç de iyi hissettirmiyordu. Hazar beni hızla banyoya götürürken tek isteğim ayaklarımın üzerinde kalmak ve korunmaya muhtaç olmadan onlarla birlikte savaşabilmekti. Oysa tek ayağımın üzerine basamıyordum bile.
“Sakın kimseye zarar gelmesine izin verme!” diye yalvardım ona, “Benim için kimsenin kendini feda etmesine izin verme! Ne sen ne diğerleri! Anladın mı?”
Hazar beni banyoda en köşeye oturttu ve belinden çıkarttığı küçük savaş bıçağını ellerimin arasına tutuşturdu. Yüzü kıpkırmızıydı.
“Buradan bir yere kıpırdama,” dedi sertçe, “Hiçbir yere gitmeye çalışma. Biri gelirse bil ki en fazla iki adım arkasındayım. Önce onların çaresini bakacak sonra seni buradan alacağım. Anladın mı? Sakın bir yere kıpırdama.”
Başımı salladım. Bir elimde bir çakı, diğer elim kalbimde, Hazar’ın gidişini izledim... Tek dileğim geri gelmesiydi. Kendim için değil, onun için... Bugün bir milat olacaktı, bunu çok iyi biliyordum. Bir kapı açılacak ve bambaşka bir boyuta, hayatlarımızın yeni bir evresine adım atacaktık. Tek dileğim bir kişi bile eksilmemekti. Birilerinin uğrumda ölmesi, bu kalbin paramparça olması demekti.