14.BÖLÜM : SANDIKTAKİ ÇOCUK.

Beyza Alkoç
0

Merhaba sevgili sevgililerim...

NASILSINIZ? ^^

Yeni bölümle evlerinize MİSAFİR olmaya geldim. :')

Bölüme geçmeden önce buraya 2 tane MİSAFİR fan-art'ı bırakıyorum, görselleri kimin yaptığını kullanıcı isimlerinden görebilirsiniz.^^

İYİ OKUMALAR DİLERİM. <3

-

14.BÖLÜM : SANDIKTAKİ ÇOCUK.

Lale’nin beni kimseye fark ettirmeden evden çıkarması hala gerçek dışı bir sahne gibi geliyordu. O evde bir gece bile geçirmemiştim, yanıma alabileceğim hiçbir şey yoktu. Yalnızca sarı fularım benimleydi çünkü onu gittiğim her yerde cebimde taşımıştım.

“Arabamı yangın merdivenlerinden birinin altına getirdim,” dedi Lale, “Seni direkt o yangın merdiveninden indireceğim, kimseye görünmeden yürüyeceğiz ama hızlı olmamız lazım.”

Sesi sertti ama neredeyse bir fısıltı kadar da kısıktı. Başımı salladım.

Koridoru adımlarken kalbim ayak seslerimle yarışıyordu. Yangın merdivenine açılan kapıdan çıkınca yüzüme çarpan deniz kokusu bana kısa bir özgürlük yanılsaması verdi. Yine de en azından bir veda notu bırakabilmeyi isterdim Devrim’e... Hatta yalnızca ona değil, Oya Abla’ya, Ömer’e, Deha’ya ve Demir’e de. Fakat en iyisi bu olacaktı, hiçbir şey söylemeden çekip gitmek ve izimi kaybettirmek...

Kısa özgürlük yanılsamam Lale’nin camları filmle kaplı arabasına binmemle beraber hızlıca sona erdi.

“Merak etme,” dedi Lale, “Dışarıdan görünmüyoruz, rahat olabilirsin.”

Lale’nin arabasına oturduğumda içime garip bir huzursuzluk hissi doğdu. Lale’den buram buram yükselen keskin parfüm kokusu bana hep bugünü hatırlatacaktı. Başımı çevirip ona baktım, direksiyonu sıkı sıkı kavrayan bakımlı elleri, dolgun dudaklarının arasına yerleşmiş gerginlik ifadesi onun da ne kadar endişeli olduğunu belli ediyordu… Stres içinde bir nefes alıp önüme döndüm ve cebimden çıkardığım sarı fularımı avucumun içine alıp yavaşça sıktım.

Sarı fular benim tek ailemdi şu an. O bana kim olduğumu ve geçmişimi hatırlatan tek şeydi...

Bana o geceden kalan tek şey.

O gece benliğimi, geçmişimi ve sevdiklerimi kaybederken iki önemli şeyi daha kaybetmiştim.

İlki içimdeki ışıktı... İçimdeki ışığı o geceden sonra bir daha hiç görememiştim. Kaybetmekten de ziyade unutmuştum içimdeki ışığı ve siz, insanın içindeki ışığı unutması nasıldır bilir misiniz?

Ben o gece arkadaşlarıyla konsere giden sıradan bir tıp öğrencisiydim, hayata dair umutlarım ve beklentilerim vardı, kendime güvenim ve hayallerim vardı. Oysa artık araftaydım. Ne bir hikayem vardı kendime dair ne hayallerim ne de cesaretim. Gözlerim bir başka bakıyordu artık, ışığım sönüp gitmişti.

Yeniden yakabilir miydik içimizdeki sönüp giden ışıkları?

Bir yolunu bulabilir miydik... siz ve ben?

O gece fularımın altında, boynumda bir kolye vardı. O kolye cezaevinden çıktığım gün geride bıraktığım annemin bana hediye ettiği altın bir kolyeydi, bir at nalı kolyesi.

Anneme de kendi annesinden kalan bir aile mirasıydı kolye. Anneannem at nalının şansına inanırmış, güzellikleri ve mucizeleri bir mıknatıs gibi çektiğine inanılırmış onun gençliğinde. O kolye de o gecenin bana kaybettirdiği şeylerden biriydi.

Orada bir yerde düşmüş olsa gerek ki kolyemi bir daha hiç göremedim. Kolyenin şansı her ne kadar annemde ve bende işe yaramasa da o bana annemin emanetiydi. Oysa ben ne kendimi koruyabilmiştim ne de annemin emanetini...

Ve artık yoldaydık, bahçe sınırları içinden çıktığımızda arabada sadece motorun uğultusu vardı. Kendi nefesimi bile gizlemeye çalışıyordum. Bir süre daha sessizce dayandıktan sonra dudaklarımın arasından birkaç kelime döküldü.

“Beni biraz uzaklaştıktan sonra herhangi bir yerde bırakabilirsin.” diye mırıldandım.

Lale ise sanki hiç duymamış gibi direksiyona kilitlenmişti ve bakışlarını yoldan ayırmıyordu.

Kafamı camdan dışarı çevirdim. Evler geride kalıyordu, begonviller, dar sokaklar, sahil yolu… Aklım nedenini bilmesem de ardımda bıraktığım insanlarda kalmıştı. Sanırım istemeden de olsa alışmıştım onlara ama artık bu mücadeleyi tek başıma verecek olmak da ruhumu hafifletiyordu.

En azından artık kimseye yük olmayacaktım, kimsenin ayak bağı gibi hissetmeyecektim. Başıma ne gelirse gelsin etkilenen yalnızca ben olacaktım. Çantam yoktu, telefonum yoktu, param yoktu, hiçbir şeyim yoktu ama bir yolunu bulacağıma inanıyordum.

Sadece sarı fularım benimleydi, ve umudum.

Lale’nin keskin parfüm kokusu klimanın fanını arttırmasıyla bir kez daha burnuma geldi. Narenciye ve biberiyenin karışımı midemin içinde bir yanma hissi bıraktı. Sanki parfümünü bile insanlarla arasındaki mesafeyi büyüten sert bir sınır çizmek için seçmiş gibiydi.

“Ben birazdan rastgele bir yerde inebilirim artık,” diye mırıldandım, “Seni daha fazla uğraştırmayayım. Ve yardımın için… teşekkür ederim.”

“Rica ederim.” dedi Lale anında. Sesinde ne sıcaklık vardı ne de soğukluk.

Kırmızı ışıkta durduğumuzda, kalbim kendi ritmini fark ettirecek kadar hızlı atıyordu çünkü artık bir başıma kalma zamanımın geldiğini hissediyordum.

Gözlerim etrafı tararken otobüs durağında bekleyen insanları gördüm. Hemen ilerisinde küçük bir meydan vardı ve meydan fazlasıyla kalabalıktı, taksiler sıra sıra dizilmişti ve hemen yanımızda kalan caddede bir müzisyen canlı müzik yapıyordu. Burada kalabalığın arasına karışıp kaybolup gidebilirdim.

“Burada da inebilirim aslında,” dedim, “Canlı bir yere benziyor.”

Ama Lale direksiyonu kırmadı. Kırmızı ışık yeşile döner dönmez konuştu.

“Hayır,” dedi yalnızca, “Birazdan inersin.”

Kaşlarımı çatıp yüzüne döndüm ama yapabileceğim hiçbir şey yok gibi görünüyordu, belki de ileride beni indirebileceği daha güvenli bir yer vardı. Ya da bu bölgeden iyice uzaklaştığımdan emin olmak istiyordu. Devrim’den ne kadar uzaklaştığımdan yani... (!)

Yaklaşık on-on beş dakika daha böylece gittik. Lale bir noktadan sonra öylesine bir yer arıyormuş gibi değil de beni doğrudan bildiği bir yere götürüyormuş gibi görünmeye başlamıştı.

“Ben artık bir yerde insem mi?” diye sorduğumda sesim artık keskin ve emir veren bir tondaydı.

“Az kaldı.” dedi Lale.

“Az kaldı derken?” dedim, “Bir yere mi gidiyoruz? Rastgele bir yerde inebileceğimi söylemiştim.”

“Evet evet,” dedi, “Uygun bir yer arıyorum.”

Gözlerimi endişeyle cama çevirdim.

Bir süre daha sessizlik içinde ilerledikten sonra, Lale arabayı şehrin daha ıssız bir bölgesinde büyük, karanlık bir deponun önünde durdurdu.

“Burası mı uygun yer?” dedim çatık kaşlarla. Camdan dışarı baktığımda binanın açılmaya başlayan metal kapılarının kasvetiyle içimdeki huzursuzluk daha da büyüdü.

“Burası neresi?” dedim, sesimdeki endişe apaçıktı.

Lale yüzünde hafif, anlaşılmaz bir gülümsemeyle direksiyondan ellerini çekti.

“Sen birilerinin misafiri olmaya çok alışmışsındır şimdi,” dedi, “Bir anda yabancılık çekmeni istemem.”

Ardından arabadan indi, ben telaş içinde hızlı davranıp buradan sıyrılabilmek için kendi kapıma yönelmiştim ki henüz Lale’nin ne demek istediğini bile tam olarak kavrayamadan kapım sert bir tıkırtıyla açıldı.

Karşımda otuzlu yaşlarda gibi görünen, esmer tenli, kısa boylu, sakallı ve takım elbiseli bir adam belirdi. Bakışları hem soğuk hem de tuhaf bir şekilde kendinden emindi.

“Hoş geldiniz.” dedi tok ama sakin bir sesle. Dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme belirmişti ama bu gülümsemede samimiyetten çok tehdit vardı.

“Sen kimsin?” dedim korkuyla.

“Bir süre misafirim olacaksınız,” dedi adam, “Ben... Araf Vural.”

İsminde yankılanan ağırlık sanki kaderime yeni bir sayfa açıyordu.

“Kimsiniz siz? Ne misafirliği?” dedim öfkeyle Lale’ye dönerek, ben hiddetlenince kendini Araf olarak tanıtan bu adamın arkasında bekleyen iki kişi koşar adım yanıma gelip beni kollarımdan tuttu!

“Ne oluyor ya!” dedim dehşet içinde çırpınırken, “Lale kim bu adam? Ne demek bu şimdi!” Lale ise bana hiçbir şey söylemeden adama döndü.

“Benden istediğini yaptım, sıra sende.” Adam Lale’ye göz kırptı.

“Merak etme.” dedi, “Görüntüleri silinmiş bil.”

Sonra Lale bana döndü, ben çırpınırken beni baştan aşağı süzdü.

“Sana zarar vermezler, merak etme. O kadar kötü değilim,” dedi, “Araf benim eski bir dostum. Devrim’le bazı anlaşmazlıkları var ve bu aralar evinde barındırdığı yabancı kızın kim olduğunu, Devrim’in piyasadan bir şey gizleyip gizlemediğini merak ediyordu. Ben de ondan istediğim bir şeyi alabilmek için seni ona getirdim. Sadece... ufak bir araştırma için. Endişelenme.”

Öyle sakince konuşuyordu ki çıldırmak üzereydim. Adamlardan istediği şeyi alabilmek için beni takas olarak veriyordu! Yanımdakiler kollarımı sıkıca tutarken onlar karşımda iki dost olarak güzelce (!) vedalaşıyorlardı.

“Ya sen ne saçmalıyorsun, ne araştırması!” dedim öfkeyle, “Anlattım ya sana! Ben Devrim’in arkadaşının kardeşiyim dedim ya!”

“Tamam işte,” dedi Lale, “Ağabeyin kimmiş filan bir baksınlar bakalım... Sonrasında özgürsün zaten. Merak etme. Hadi bakalım, size iyi araştırmalar.” Sonra bana kibarca el salladı ve arabasına yöneldi.

“Lale!” diye bağırdım arkasından, “Sen ne yaptığının farkında mısın? DELİRMİŞSİN SEN!”

Araf denen adam bana döndü ve yüzündeki hafif gülümseme ile içeriyi işaret etti.

“Geçelim,” dedi, “Size bir kahve ikram edeyim.”

Sesi öyle sinsi, öyle kötücüldü ki midem huzursuz bir ağrı ile dolup taşmaya başlamıştı. Kollarımı tutan iki adamın arasında çaresizce yürüyordum ve başıma gelenin ne olduğunu bile bilmiyordum henüz.

Şahsi cehennemimde bir kapı kapanıyor, bir kapı açılıyordu. Ama açılan kapıların ardında beni hep daha derin bir karanlık bekliyor oluyordu. Belki de artık ışık diye bir şey yoktu benim için… Belki de bu karanlık benim yeni yolumdu.

Belki de misafirliğim hiç bitmeyecekti.

Ve işte bu, benim dur durak bilmeyen hikayemin yeni dönüm noktasıydı... İkinci misafirliğim.

-

(YAZARIN ANLATIMIYLA)

Yazlık evin her yerinde sessizlik hakimdi. Deha ve Demir terasta güneşlenirken Ömer Devrim’e Eliz’i odasına götürdüğünün haberini vermek için bahçeye inmiş, Devrim ise Ömer bahçeye giriş yaptığında yalnızca dertliyken içtiği sigarasını yakmış havuz kenarında oturuyordu.

“Abi,” dedi Ömer, aslında aralarında yaş farkı yoktu ama Ömer Devrim’e olan saygısından ona çoğu zaman “abi” derdi.

Devrim bundan hoşlanmayıp Ömer’i uyardığında bile Ömer bir süre boyunca Devrim’in sözünü dinlese de bir gün yine farkında olmadan “abi” derdi. Bir gün Devrim Bey olurdu Devrim Ömer için, bir gün abi, bir gün kardeş.

“Abi müsait misin?” Devrim sigarasını kendinden uzaklaştırıp başını salladı.

“Gel Ömer,” dedi, “Ne yaptın? Eliz nerede?”

“Odasına götürdüm, dinlenmek istedi. Siz ne yaptınız, Lale Hanım ile çözebildiniz mi meseleleri? Dertli gördüm seni.”

Devrim umutsuz bakışlarla başını kaldırıp uzaklara baktı.

“Kurtulamıyorum ki kızdan,” dedi Devrim, “Babasının birkaç belgesine sızacağız diye bir süre yakınlaşalım dedim, bırakmıyor peşimi.”

“Eh sen de nişanlandın ama abi, abartmadın mı biraz?”

Devrim sinir bozukluğuyla güldü.

“Biliyorsun,” dedi, “Zaten sevemem kimseyi. Hem annem sussun hem de Lale beni rahat bıraksın diye bir an evlenebileceğimi düşündüm onunla... Nikah cüzdanını eline alınca en azından beni rahat bırakır dedim. Hem annem de susar kafam rahat eder dedim.”

“Sonra ne oldu peki?” dedi Ömer, “Bildiğim kadarıyla bir şey de olmadı ama sen bir anda ayrılmak istedin. Madem böyle bir evlilik kararı almıştın, madem bu sana bir şey ifade etmiyordu şimdi niye bozdun? Nikah cüzdanını eline alınca seni darlamayı bırakırdı zaten abi.”

Devrim kafasındaki onlarca düşünce yüzünden elindeki sigarasını bile unutmuştu. Külleri sigaranın boyunu geçip parmağını yakma evresine geldiğinde bile farkında değildi hiçbir şeyin. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı.

“Bilmiyorum,” dedi Devrim dalgın bir ifadeyle, “Ne oldu ben de anlamadım.”

“Abi,” dedi Ömer, “Kızmazsan bir şey soracağım.”

“Sor.”

Ömer bir adım atıp Devrim’e yaklaştı ve havuz kenarındaki yüksek taşlardan birine oturdu. Başıyla pencereleri işaret etti ve söze girdi.

“Bizim Eliz Hanım’la ilgisi olmasın bu kararının?” diye sordu Ömer.

Devrim sert bir bakışla Ömer’e döndü.

“Bir daha duymayayım bunu,” dedi, “O bizim misafirimiz.”

“Tamam tamam,” dedi Ömer, “Bir an merak ettim öyle. Maşallahı var güzel kız şimdi.”

“Ömer.” dedi Devrim sert bir sesle.

“Tamam abi, kusura bakma!”

Ömer eliyle ağzının fermuarını kapatıyormuş gibi bir hareket yaptıktan sonra Devrim ayağa kalktı. Elini yakan sigarasını metal çöp kutusunun üzerindeki metal küllüğe bastırıp söndürdükten sonra Ömer’e döndü.

“Gidip bir bakayım Eliz’e,” dedi Devrim, “Odasını beğenmiş mi, bir eksiği var mı sorayım.”

“Tamam abi, misafir sonuçta.” dedi Ömer imalı bir sesle, Devrim Ömer’e “Ya sabır!” der gibi bakarken Ömer ani bir aydınlanma yaşadı.

“Abi dur!” dedi bir anda ve elini ceketinin cebine götürdü.  

“Ne oldu yine?” dedi Devrim, artık sinirlenmeye başlamıştı.

Zaten Lale tarafından gerilen sinirleri iyice zorlanıyordu. Ömer ise elini ceketinin iç cebine götürmüş bir şey arıyordu sanki.

“Ya kaç zamandır söyleyeceğim...” dedi Ömer eli cebini aramaya devam ederken.

Sonra bir anda cebinden çıkardığı parlak şeyi Devrim’e doğru tuttu. Ömer’in elinde tuttuğu şey ucunda at nalı sembolü olan parlak bir kolyeydi. Devrim çatık kaşlarıyla kolyeye baktı ve elini uzatıp kolyeyi avuç içine aldı.

“Ne bu?” diye sordu Devrim kolyeyi incelerken.

“O gece Eliz Hanımı kucaklayıp arabaya taşıdık ya...” dedi Ömer, “Herhalde arabaya düşmüş bu, birkaç gün sonra arka koltukların önünde buldum, birkaç damla kan vardı üzerinde. Sonra gündemimiz yoğundu biliyorsun, başımıza gelmeyen kalmayınca aklımdan çıkmış bu, arabanın torpidosuna koymuştum.”

“Eliz’in mi şimdi bu?” dedi Devrim kolyeyi incelemeye devam ederken, “Sordun mu?”

“Yani işte şimdi aklıma geldi abi, sen madem odasına gidiyorsun sen sorarsın diye düşündüm.”

“Tamam,” dedi Devrim, “Veririm kolyesini.”

“Abi unutmazsın değil mi?” dedi Ömer, “Sevinir belki görünce, verelim kızın kolyesini.”

Devrim birkaç saniye boyunca Ömer’e boş boş baktı.

“Çok beğendim kendim takacağım Ömer.” dedi Devrim.

“Tamam abi kusura bakma.”

Devrim Ömer’in cevabına laçkalaşmış sinirleri sebebiyle gülerken bir yandan da eve doğru yürümeye başladı.

Elinde kolyeyle ağır adımlarla misafir odasına doğru yürürken zihninde karışık düşünceler dolaşıyordu.

Evin koridorları sessizdi, sadece pencerelerden içeri süzülen yazlık rüzgarının hafif uğultusu duyuluyordu. Avucunda sımsıkı tuttuğu kolyenin ucundaki at nalı şekli, ara ara açılan parmaklarının arasından parlıyordu.

Odanın kapısına geldiğinde kısa bir an tereddüt etti. Parmak uçlarıyla kapıyı tıklattı.

“Eliz?” diye seslendi ama cevap gelmedi.

Kaşlarını çatarak kapıya bir kez daha vurdu ama cevabı yine sessizlikti. O an kapının tamamen kapalı olmadığını, milimetrik bir aralıkla açık bırakıldığını fark etti Devrim ve kapıyı ağır ağır itip içeri girdi.

“Eliz?” dedi bir kez daha, “Banyoda mısın?”

Yatak boştu, odanın içi düzenliydi, nevresimler kıpırdamamıştı bile. Yalnızca kitaplıktan alınan bir kitap sehpanın üzerine açık bir halde bırakılmıştı. Devrim kitabın başına doğru ilerledi ve kapağına baktı.

“Bir Yaz Gecesi Rüyası...” dedi kendi kendine.

O ana kadar hala Eliz’in banyoda olabileceğini düşünse de banyodan hiç ses gelmemesi sebebiyle gözleri hemen banyo kapısına kaydı. Bu kapı da odanın kapısı gibi milimetrik bir aralıkla açık kalmıştı ve içeriden hiçbir ses gelmiyordu. Devrim kendini duyurmak için banyonun kapısına gürültülü bir şekilde vurdu.

“Eliz!” diye seslendi içeri doğru, “Bak kapıyı iteceğim ama kızma bana.”

Bir süre bekledi. Hiç ses gelmeyince endişeyle kapıyı itip içeri baktı ama banyo boştu.

Devrim’in kalbi bir anda endişeyle hızlandı.

Telaşla odanın içine yeniden göz gezdirdi, dolap kapaklarını bile açıp dolapların içine tek tek baktı. Ve işte o an, gözleri pencereye takıldı. Pencere ardına kadar açıktı. Perdeler rüzgarla savruluyor, bahçeden gelen kuş sesleri odaya karışıyordu.

Devrim birkaç adımda pencerenin önüne geldi. İçine garip bir korku çökmüştü. Eliz bu pencereden kaçmış olabilir miydi? Elindeki kolyeyi hızla cebine attıktan sonra kapının arkasında kalan dolaplara da bakmak için o yöne ilerledi. Dolapları tek tek açıp baktı ama o dolaplar da bomboştu.

“Eliz?” diye seslendi bir kez daha, eğilip yatağın altına bile baktı. Tam kapı hizasına geldiğinde gözlerine yerde gördüğü taşlı bir toka çarptı.

Kaşlarını çatarak eğilip yerdeki tokayı aldı ve hiç beklemeden öfkeyle odanın kapısına yöneldi. Bu tokanın kime ait olduğunu çok iyi biliyordu ve tokanın sahibi henüz Devrim’in öfkesiyle tanışmamıştı.

Adımları öyle hızlı öyle öfkeliydi ki öfkesi neredeyse evi yıkacaktı. Nefes nefese bahçeye döndüğünde kendini Ömer’in karşısında buldu, bir yandan Ömer’le konuşurken bir yandan telefonundan birini arıyordu.

“Eliz yok!” dedi Devrim öfkeyle, “Evin her yerini arat, hemen!”

“Nasıl yok abi!”

“Hemen dedim Ömer!”

Ömer korkuyla koşturmaya başladığında terasta güneşlenen Deha ve Demir de seslere kalkmış aşağıya bakıyordu.

Acil bir durum olduğunu anlayıp merdivenlere yöneldiklerinde Devrim kulağına dayadığı telefonundan yana yakıla Lale’yi arıyordu. Nefesi öyle hızlı çıkıyordu ki, kendi sesini bastırıyordu. Telefonunu tutarken elleri titriyordu. Devrim kendinden eminmiş gibi emirler yağdırıyordu ama zihni darmadağındı.

Lale ise telefonu açmamakta ısrarcıydı. Arabasının içinde oturmuş Devrim aradıkça keyiflenip gülüyor ama asla açmıyordu.

Devrim aramaları kapandıkça bir daha arıyordu, kapandıkça tekrar ve tekrar arıyordu. Kulağında telefonla evin içine doğru ilerlerken kardeşleri Demir ve Deha’nın kendisine doğru koştuğunu gördü.

“Abi!” dedi Demir, “Ne oluyor?”

“Eliz yok.” dedi Devrim kısaca.

“Nasıl yok!”

Deha ve Demir peşinde, Devrim kulağındaki telefonla önde eve doğru yürüyorlardı. Evin büyük salonuna ulaştıklarında Lale nihayet Devrim’i yeterince süründürdüğünü düşünerek telefonu açtı.

“Hayırdır,” dedi Lale, “Yoksa barışma teklifimi kabul etmek için mi aradın?”

O an Devrim'in öfkesi salonun duvarlarında yankılanıyordu adeta. Sıktığı avuç içlerinin kendi canını yaktığını bile hissetmiyordu o an.

"İlk ve son kez soracağım sana Lale," dedi dişlerinin arasından, "ELİZ NEREDE?! NEREYE GÖTÜRDÜN ONU?"

Lale’nin gülüşü büyüdü.

“Eliz mi?” diye sordu, “Kim ki o? Haa pardon, misafirinizdi değil mi? Adını bile unutmuşum. Ne oldu ki? Nereye gitmiş?”

“Benimle konuştuktan sonra onun odasına uğradığını biliyorum Lale.” dedi Devrim öfkeyle, o sırada bir yandan konuşurken bir yandan da ona soran gözlerle bakan Deha ile Demir’e elindeki Lale’ye ait olan tokayı uzattı.

“Yok ebesinin şeyi!” dedi Deha bir anda tokayı tanıyınca.

“Yoo,” dedi Lale, “Ben direkt arabama bindim ve ayrıldım oradan.”

“Öyleyse tokanın ne işi vardı orada?” dedi Devrim.

Telefonun diğer ucunda bir kahkaha patladı. Sanki Devrim’in öfkesinin artması Lale’ye inanılmaz bir keyif veriyordu. Devrim ise bu kahkahayı duyduğu an sinirden deliye dönmüştü.

“Toka mı? Bilmem,” dedi Lale, “Çalmıştır belki. Misafir filan ama yabancı sonuçta. Her şeyi yapabilir. Neyse canım gitmiş işte ne güzel, sonuçta sonsuza kadar orada kalacak değildi ki. Sen onu bırak da konuşmamızı düşündün mü onu söyle bana Devrim Ali Yöner.”

“Bak Lale,” dedi Devrim, “İçinde nasıl bir zehir olduğunu anladığım an seni bıraktım ama aramızdaki düşmanlık yüzünden masum bir kızın canının yanmasına sebep olursan bunun bedelini sana da ailene de ödetirim.”

Ve o an Lale telefonu Devrim’in yüzüne kapatıverdi. Devrim elindeki telefonu öfkeyle yere fırlattığında Deha ve Demir de olayın ciddiyetini tamamen kavramıştı.

“Eliz’i Lale mi götürdü yani?” diye sordu Deha şok içinde.

“Manyak o, her şeyi yapar!” dedi Demir, “Ne yapacağız şimdi, muhtemelen kızı götürüp rastgele bir yerde bıraktı. Nasıl bulacağız?”

Devrim’in aklından daha korkunç senaryolar geçiyordu. Dimitri Vetrov ve adamlarının hala her yerde Eliz’i aradıklarını biliyordu. Ya onu çoktan buldularsa?

Ya Lale bu gerçeği öğrendiyse ve Eliz’i direkt olarak onlara götürdüyse?

Devrim’in beyninde tek bir görüntü canlandı. Eliz Dimitri Vetrov’un adamlarının arasında, elleri bağlanmış halde... O görüntü Devrim’in aklında bir kabus gibi çakılı kaldı. Nefesini tuttu. Eğer öyleyse… çok geç kalmışlardı.

Oysa gerçekler Devrim’in korku senaryosuna yakın olsa da bambaşkaydı.

Eliz soğuk bir deponun ortasında, elleri sandalyeye bağlı halde umutsuzca çırpınıyordu ama onu tutsak edenler Dimitri Vetrov ve adamları değildi. Eliz’i tutsak eden Devrim’le yıllar önce yaşadıkları bir mevzudan dolayı kendisine düşman olan Araf Vural’ın ta kendisiydi.

Deponun içi metal ve mazot kokusunun karışımıyla doluydu. Tavanı tutan kirişlerde tek tük sarı floresanlar yanıyor, ışık şeritler halinde zemine düşüyordu. Ortadaki boş alana çekilmiş tek bir sandalyenin üzerinde oturuyordu Eliz.

Araf Vural söz verdiği “kahveyi” getirttiğinde bile temkinliydi. Kahveyle birlikte onlara doğru yürüyen adamının her adımı paslı zeminde ölçülü bir yankı bırakıyordu. Birkaç adam kapıda bekliyor, birkaçı ise deponun köşelerini kolluyorlardı.

“Misafire sözümüz var,” dedi Araf Eliz’in ellerini çözerken. Fincanı sandalyenin yanındaki kasalığa bıraktı.

Eliz başını kaldırdı. Yanına bırakılan kahveye bakarken ellerinin çözülmesi ona umut vermiyordu çünkü hem ayakları da sandalyeye bağlıydı hem de her tarafı Araf Vural’ın adamları tarafından çevriliydi.

Araf ellerini çözdüğü Eliz’e elini uzattı bir anda.

“Madem ellerini çözdük,” dedi, “En baştan bir daha doğru düzgün tanışalım o zaman. Ben Araf.”

Eliz Araf’ın kendisine uzattığı ele nefretle baktı.

“Ben el sıkışmam.” dedi sert bir sesle.

“Peki.” dedi Araf elini gömleğine silerken, “O zaman merak ettiklerimizi öğrenelim. Kısa bir soru cevap yapacağız şimdi seninle. Hızlı ve temiz olsun istiyorum.”

Eliz cevap vermedi. Araf bir süre sessiz kaldıktan sonra sorularını sormaya başladı.

“Adın?” dedi. Eliz cevap vermedi. Adamın kendi ismini bildiğini biliyordu.

“Adın?” dedi bir kez daha.

“Eliz.”

“Soyadın?” Yine cevap gelmeyince Araf bir kez daha sordu.

“Soyadın? Ben her şeyi iki kere mi soracağım böyle?” Sakinliği yerini öfkeye bırakıyordu.

“Soyadım...” dedi Eliz, “Karan.”

“Güzel.”

Araf eğilip kahve fincanını eline aldı ve fincanı Eliz’in dudak hizasına yaklaştırdı.

“Kahve?” dedi, “İçmeyecek misin misafir hanım?”

Eliz yüzünü yana çevirince ve Araf fincanı kasalığa geri koydu.

“Peki. Devam.” dedi.

Gömleğinin kol düğmesini düzeltirken ses tonunu bir milim bile yükseltmeden sordu.

“Devrim Ali Yöner’in evinde ne işin vardı? Bunca zamandır oradaymışsın, Lale meselenin ardında başka şeyler olduğunu söyledi. Cin gibi kızdır Lale. Şüphelendiyse vardır bir bildiği.”

Eliz gözlerini kaçırmadı.

“Sadece misafirleriydim.” dedi, “Japonya’da yaşıyorum ben. Abim Devrim’le arkadaş, İstanbul’da bir işim olunca Devrim’den beni misafir etmelerini rica etti.”

Araf güldü ama bu sıcak bir kahkaha değildi, metale çarpıp geri dönen cinstendi.

“Japonya...” dedi, “Çok iyi yalan. Kim buldu bunu? Deha mı? Yoksa Deva mı?”

“Onun adı Demir.” dedi Eliz öfkeyle.

Sonra bir anlığına “Gerçekten buna mı sinirlendim şu an?” diye düşündü kendi kendine.

Araf gülmeye devam etti.

“Baya ısınmışsın sen aileye.” dedi, “Şimdi seni aramaya da çıkmıştır onlar. Gelsin bakalım Devrim efendi. Gelsin de bir yüzleşelim onunla.”

Eliz o kadar çaresiz hissediyordu ki sandalyeyle birlikte arkaya doğru devrilmek, kafasını zemine çarpıp bayılmak istiyordu neredeyse.

“Ne istiyorsunuz benden?” dedi Eliz, “Söylüyorum ya size, ben sıradan biriyim, beni aramaya bile çıkmazlar ki!”

“Bak Eliz Hanım…” dedi Araf, “Benim Devrim’le işim yıllar öncesinden. Bitmemiş bir iş. O yüzden senden ‘değerli bir bilgi’ istiyorum. Basit. Onun ne sakladığını söyle, bu kadar. Sonra adamlarım seni götürürler ve bir daha yüzümü bile görmezsin.”

Eliz’in dudakları ince bir çizgiye döndü. “Bilmiyorum,” dedi tekrar. Sesindeki kararlılık, bileklerindeki ipler kadar sıkıydı.

Araf başıyla onayladı, sanki bu cevabı bekliyordu.

“İnat…” dedi, “Ticaret masasında işe yarar ama sandalyede can yakar Eliz Hanım.” Fincanı Eliz’in dudaklarına doğru tekrar uzattı.

“Hadi,” dedi, “Kahve soğumadan.”

Aynı saatlerde yazlık evde zaman hızlanmıştı. Devrim büyük salonun ortasında tek bir cümle kurdu, “Yangın merdivenleri, onları gören kameralara bakın.”

Güvenlik ekibi telsizlere yüklenirken Ömer kapıya, Deha ve Demir bahçe ile servis koridorlarına dağıldı.

“Yangın merdiveni,” dedi Deha kulübeden gelen iki görevliye, “Son iki saatin görüntülerini inceleyin, çıkan giren olmuş mu bakın.”

Ömer’in peşinden ilerleyen Devrim bir an bile durmadı.

“Plaka tanıma sistemine bakın, sahil şeridi, marina çıkışı, hepsini tarayın. Lale’nin geliş gidiş saatlerine özellikle bakın.”

“Tamam abi.” dedi Ömer kapıya doğru ilerlerken.

Devrim haber alır almaz yola çıkmak için arabasına ilerledi. Sürücü koltuğuna geçip arabanın motorunu çalıştırdı ve cebindeki at nalı kolyeyi tekrar avucuna aldı. Altından yapılma at nalı avucunda küçük bir yara gibi duruyordu.

“Seni bulacağım Eliz,” dedi içinden, “Kibrit yandı bir kere, belli ki birileri alev alacak...”

Devrim başını önündeki direksiyona yaslayıp gözlerini kapattığında zihni hayatının dönüm noktası olan o güne gitti, çocukluğunun kabusu haline gelen o güne...

Evlerinde yankılanan silah sesleriyle irkilmişti küçük Devrim. Her silah sesi kemiklerine işleyen bir gök gürültüsü gibiydi. Devrim evin içinde korku içinde koştururken babası onu koridorda çevirmiş, küçük kollarını tutmuş ve ona birkaç cümle fısıldamıştı.

“Kaç!” demişti babası, “Annenin sandığına gir ve sakın sesini çıkarma Devrim Ali! Anladın mı beni? Bana ne olursa olsun sakın sesini çıkarma! Ne olursa olsun!”

Küçücük bedenini korumak için koşa koşa anne ve babasının yatak odasına girdi Devrim, odanın köşesindeki ahşap sandığın kapağını açtı ve yarısı boş olan sandığın içine girdi.

Sandığın ahşap kapağı gıcırdayarak kapanırken içerideki toz kokusu ciğerlerine dolmuş, boğazına düğümlenmişti. Karanlık onu öyle çok korkutuyordu ki tamamen kapatamamıştı sandığı. Ayağındaki çorabı çıkarıp aralık kalması için kapağın altına koymuştu ve o ince aralıktan dışarıyı görebiliyordu.

Babasının deyimiyle “kötü adamlar” evlerine girdiğinde küçük Devrim babasıyla satranç oynuyordu. Kaçarken sıradaki hamlesini yapacağı satranç taşlarından biri elinde kalmıştı. Siyah bir piyon...

Şimdi o piyona sarılmış halde annesinin sandığında saklanmış bu kabusun bitmesini bekliyordu Devrim.

Oysa bitmek bir yana dursun silah ve bağırış sesleri giderek ona yaklaşıyordu. Ahşap zemindeki bot sesleri arttıkça yer sallanıyor gibiydi.

“Dur!” dediğini duydu biricik babasının, “Buna değmez!”

Devrim aralıktan olan biteni izlerken sonunda babası görüş alanına girdi. Ellerini kaldırmış çaresizce yalvarıyordu zavallı adam.

“Ne istersen al!” diyordu, “Yeter ki bırak beni!”

Devrim ne olup bittiğini anlayamıyordu bile, babasını hiç böyle görmemişti. Gözleri büyümüş, nefesi korkuyla hızlanmıştı.

Ve o an bir silah patlaması daha duyuldu. Devrim korkuyla nefesini tuttu ama dolu gözleri hala dışarıyı izliyordu.

Devrim’in canından çok sevdiği babası odanın ortasında sendeledi. Göğsünden çıkan kan, beyaz gömleğini hızlıca kırmızıya boyadı. Babası dizlerinin üstüne çökerken oğlunun sandığın aralığından bakan bakışlarıyla göz göze geldi.

Devrim babasının sözlerini hatırladı ve boğazına tırmanan çığlığı yutmak zorunda kaldı. Elindeki piyonu öyle çok sıktı ki neredeyse elini kanatacaktı. Felç geçirmiş gibiydi, dehşet içindeydi ama kıpırdayamıyordu bile.

Babasının yere düşüşü bütün evi ölümcül bir sessizliğe boğarken sandığın karanlığı ruhunu öyle bir ele geçirdi ki bir daha ömrü boyunca ne sevgiyi tadabildi ne de merhameti.

Hayatı boyunca hep çok kızdı kendine, ürkek bir çocuk olmasaydı babasının şimdi sapasağlam bir şekilde ayakta olacağına, yatağa mahkum olmayacağına inandı hep.

Ömrü boyunca o sandığı açıp içinden çıkıp babasını kurtarabileceğine inanan yanıyla savaş vermişti Devrim ve o gece bir sandığın içinde çaresizce saklanan o masum kızı gördüğünde onu kurtarmaktan başka çaresi yoktu. Bu kaderdi.

Eliz’i kurtarmak zorundaydı ve öyle de yapmıştı.

Bir kere yanına almıştı onu ve şimdi kaderine terk edemezdi...

Şimdi heyecanla yorumlarınızı okumaya geçeceğim, şimdiden çok ama çok teşekkür ederim yorumlarınız için. <3

Lütfen Misafir'i arkadaşlarınıza önermeyi, sosyal medya hesaplarınızda paylaşmayı unutmayın, böylece daha kalabalık bir aile olabiliriz. ^^

SİZİ ÇOK SEVİYORUM, BİR SONRAKİ BÖLÜMDE GÖRÜŞMEK ÜZERE. :)