14.Bölüm : Odamdaki Pencere.
.png)
14.Bölüm : Odamdaki Pencere.
(Yazarın Anlatımıyla)
O gecenin ayazında sanki soğuk canını acıtsın diye kısa kollu bir tişört ile balkondaydı. Balkon demirlerine yaslanmış iki parmağı arasında tuttuğu sigarasını içiyor ve gecenin lacivert karanlığını izliyordu Araz Kayalar. Yine içindeki öfkeyi nasıl sakinleştireceğini bilemiyordu. Uraz’dan bir haber yoktu. Polisten, Uraz’ın arkadaşlarından, hiçbir yerden haber yoktu. Araz ise onunla ilgilenmek isteyen bütün arkadaşlarının teklifini reddetmişti. Şimdi yalnız kalma zamanıydı, şimdi kardeşini bulma zamanıydı. Titreyen telefonunu eşofmanının cebinden çıkarıp ekrana baktı ve çatılan kaşlarının arasında hissettiği acıyla burnunu kaşıdı. Gelen mesaj Doktor Beste’dendi.
“Araz Bey merhabalar. Durumunuzu merak ettim, bir şikayetiniz var mı? Her şey yolunda mı? Yarın akşam gelip sizi kontrol etmek istiyorum.”
Sebebini bilmese de bu kadının ilgisi Araz’a kendisini iyi hissettiriyordu. Sanki Beste’de uzun zamandır aradığı bir şeyler vardı. Sanki çok önceden beri aşinaydılar birbirlerine. Araz henüz bitmemiş sigarasını masada duran küllükte söndürdü. Telefonunu iki elinin arasına alıp Beste’ye cevap yazdı.
“İyi akşamlar Doktor Hanım. Bir şikayetim yok. Yarın haberleşiriz.”
Beste’ye cevap yazdıktan sonra içeri girdi. Gözleri salonun içinde dolaştı. Gözlerinin her bir hareketi ona Uraz’ın bu salonun içindeki hallerini hatırlattı. Sonra yavaş adımlarla gezindi evin içinde, kendini Uraz’ın odasında buldu. Bu zamana kadar bir kez bile Uraz’ın eşyalarına dokunmamıştı, bir defterinin kapağını bile açmamıştı. Penceresinin hemen önünde duran yatağı toplanmamıştı. Çalışma masasının üzerinde bilgisayarı, birkaç kitabı, duvardaki panosunda ise anne ve babasının fotoğrafları vardı. Araz fotoğraflardan birini eline alıp uzun uzun baktı. Sıkıntıyla iç çektikten sonra fotoğrafı masaya bırakıp Uraz’ın bilgisayarını açtı. Bilgisayar açılırken karşısına çıkan şifre penceresini görünce kendi kendine söylendi.
“Ulan eşek sıpası sanki kimden ne saklıyorsan...”
Bir süre umutsuzca birkaç şifre denedi. Uraz’ın ilkokul ve lise okul numaraları, doğum tarihi, anne ve babalarının isimleri... En sonunda “05092011” yazdı ve Uraz’ın bilgisayarı bu şifreyle açıldı.
“Başka ne olacaktı ki...” dedi Araz yüzünde acı bir gülümsemeyle, bu tarih anne ve babalarını kaybettikleri tarihti.
Araz bilgisayar açılır açılmaz ne yapacağını bilemeyerek ekrana baktı. Ne yapacaktı şimdi? Uraz hangi uygulamaları kullanıyordu ki? Gözleri bilgisayarın ekranında, uygulamaların üzerinde dolaşırken Uraz’ın bilgisayarında Instagram’ın uygulamasının olduğunu gördü. Sabırsızca uygulamaya tıkladı ve açılmasını bekledi. Tek dileği bu uygulamada Uraz’ın hesabının hala açık olmasıydı ve o dilek en kısa sürede gerçek oldu... Uraz’ın hesabı açıktı. İstemeye istemeye de olsa Uraz’ın mesajlarının olduğu sekmeye girdi. En son mesajlaşma “enkazaltindakilertv” isimli bir sayfa ileydi. Araz merakla o mesajlaşmaya tıkladı. Sadece iki mesaj vardı. İlk mesaj Uraz tarafından atılırken diğer mesaj karşı taraftan gelmişti.
“Uraz Kayalar, 20.”
“Sevgili Uraz Kayalar, yüzlerce yarışmacı adayı ile birlikte ilk elemeye katılmaya hak kazandınız. 9 Ekim günü saat 16.00’da aşağıdaki adreste olmanız halinde ilk elemeye katılabilirsiniz. Bol şans.”
“Bu da ne böyle? Kimsiniz lan siz?” dedi Araz öfkeyle gelen mesajın kaynağını incelerken.
Profile girdiğinde profilde hiçbir görsel olmadığını fark etti. Hatta profil fotoğrafları bile yoktu. Hesaptaki bilgiler önceden var olup silinmiş olabilir miydi? Gözleri kullanıcı adının üzerinde gezindi.
“Enkaz Altındakiler...” diye mırıldandı kendi kendine.
Sonra arama motorunu açtı ve bu iki kelimeyi arattı. Karşısına deprem haberleri dışında hiçbir şey çıkmadı. Sonra Uraz’a gelen mesajı bir kez daha okudu.
“Yüzlerce yarışmacı adayı ile birlikte ilk elemeye katılmaya hak kazandınız...” diye tekrar etti bu cümleyi. Bu bir yarışmaysa neden hakkında hiçbir bilgi yoktu?
“9 Ekim günü saat 16.00’da aşağıdaki adreste olmanız halinde ilk elemeye katılabilirsiniz.”
“Ne elemesi, ne yarışmacı adayı... Neye bulaştın sen be abiciğim?” dedi kendi kendine. Beyninin yanmak üzere olduğunu hissediyordu.
İlk eleme tarihinin üzerinden çok da geçmemişti. Uraz gerçekten de abisi komadayken bir yarışmaya katılmış olabilir miydi? Neden? Araz’ın aklındaki tek sebep Uraz’ın bunu birlikte kurdukları dövüş sanatları okulunun borcunu ödemek için yapmış olabileceğiydi ama her ne yaptıysa durum iyi görünmüyordu. Araz ekranda yazan adresin fotoğrafını çekip Uraz’ın odasından çıktı. Kendi odasına geçip üzerine bir kot pantolon ve kazak geçirip montunu da giyerek evden çıktı. Saat gecenin 03.15’iydi ve bu Araz’ın umrunda bile değildi. Evden çıktıktan sonra tam arkadaşından birkaç günlüğüne ödünç aldığı arabasına binmek üzereydi ki hafif yağan yağmurun kokusu onu cezbetti. Önce uzun uzun ödünç alınmış bu arabaya baktı, kendi arabasına kazadan sonra ne olduğunu bile bilmiyordu, tüm bu soruların cevabı Uraz’daydı. Arabanın kapısını kapattı ve yürümeye karar verdi. Hareket edip içindeki volkanın hareket ihtiyacını gidermeliydi yoksa öfkesi içinde patlayacaktı. Kulaklıklarını takıp her seferinde yolu ortadan ikiye bölmek istercesine sert adımlarla yürüyerek sokaklarından çıktı. Kulağındaki şarkı Zeus Kabadayı’nın Artık Daha Güçlüyüm şarkısıydı.
“İçimdeki çığlıklardan haberin var mı?” diye başlıyordu şarkı, bu şarkı Araz’ın neredeyse her gece dinlediği ve her satırında kendini bulduğu şarkıydı.
“Çoğu zaman hayat beni sırtımdan itti,
çocukluk geçince tüm neşem de gitti..." Sanki her satır ona kendi hayat hikayesini hatırlatıyordu.
Yağmur şiddetini arttırdıkça delirecek gibi oluyordu, hava öyle soğuktu ki kardeşi kim bilir neredeydi, üşüyor muydu ıslak mıydı nasıldı? Bu düşünceler aklından çıkmayı bırakın her saniye daha da yoğunlaşıyordu.
“İzin eksik bir yol gibi. İzin eksik bir yol gibiydi...” dedi şarkı kulaklarından silinip giderken.
İçindeki dürtüler birbirleriyle savaşırken, öfkesi artmış ama aynı oranda umudu da artmıştı. Artık elinde bir kanıt vardı, bir adres vardı. Oturup polisten haber beklemek ya da kalabalık bir bilinmezliğin içinde aranıp durmak yerine şimdi bir adrese gidiyordu. Uraz’a çok yakın olduğunu, bu adresin bir şekilde Uraz’a çıkacağını biliyordu. Vücudundaki hiçbir ağrı sızı, başının dönmesi bile umrunda değildi. Araz için aile her şeydi ve Uraz onun tüm ailesiydi.
(Kumru’nun Anlatımıyla)
Gecenin ya da sabahın ilerleyen saatlerinde dinlenmek ve ısınmak için geldiğimiz on birinci evde hiçbirimiz uyumuyorduk. Ortasında olduğumuz bu zaman dilimi gece miydi sabah mıydı bilmiyorduk, belki öğlendi, belki akşamüstüydü, kim bilir... Kendimi artık tamamıyla bir tabutun içinde gibi hissediyordum. Mumlar ve küçük el fenerlerimiz dışında bizi aydınlatan hiçbir şey yoktu. Bizi ısıtan hiçbir şey kalmamıştı. Tüm sistemler çökmüştü. Tüm sesler susmuştu, artık tamamen bir enkazın altında gibiydik. Hepimiz yemek masasının etrafında oturmuş mum ışığında sohbet ediyorduk. Birbirinden bu kadar farklı beş insanı bir masanın etrafına oturtup saatlerce sohbet ettirebilmek çok da kolay değildi. Bunu başaran yalnızlıktı.
“Acaba yukarıda durumlar nasıl?” diye mırıldandı Eren, “Almak istediğim bir bilgisayar vardı acaba zam gelmiş midir ya?”
“Gerçekten tek derdin bu mu?” dedim gülümseyerek.
“Birkaç ufak tefek derdim daha var tabi. Mesela yerin bilmem kaç metre altında olmamız filan... Ama bunlar önemsiz şeyler.” Gülerek masada duran kuruyemiş paketlerinden birini açtım.
“Canım makarna istiyor.” dedi Nisan, “Bağımlı oldum resmen. Bu hissi yaşayan bir tek ben değilim, değil mi?”
“Muhtemelen bu bağımlılığı tedavi görmeden atlatamayacağız.” diye mırıldandı Uraz dudakları hafifçe kıvrılırken.
“Karbonhidrat bağımlılığı tıbbi bir gerçek...” diye söze giren Bulut’u Eren’in ufak kahkahası susturdu.
“Tıp profesöründen bir önemli açıklama daha. Evet sizdeyiz hocam.” dedi Eren elini mikrofonmuş gibi Bulut’a uzatırken.
İkisi gülüşürlerken gözlerim Uraz’a kaydı. Gözlerine bakıp uykusu olup olmadığını anlamaya çalışıyordum çünkü benim fazlasıyla uykum vardı ama o uyumadan uyumamaya kararlıydım. Eğer uyursam gideceğinden korkuyordum.
“Uykun mu geldi?” diye sordum Uraz’a, “Yorgun görünüyorsun.” Bu bir subliminal mesajdı aslında, uykudan bahsederek uykusunu getirmeyi başarabilirim sanıyordum.
“Biraz.” diye mırıldandı Uraz, “Sen benden daha uykulu görünüyorsun...” dediği an esnedim.
“Yoo, gayet dinç hissediyorum.” derken hala esniyordum.
“Canım en çok ne çekiyor biliyor musunuz?” dedi Eren, “Sütlaç. Annemler taşınmadan önce evde sürekli sütlaç yapılırdı, annem sütlaç hastasıydı da...” Bir anda Nisan’ın hüzünle Eren’e döndüğünü gördüm.
“Geçmiş olsun,” dedi, “Peki şimdi iyileşti mi?”
Eren’in şok içinde Nisan’a dönüşü, Bulut’un büyük kahkahası, içtiğim suyun genzime kaçması ve Uraz’ın bir yandan gülüp bir yandan sırtıma vurması, Nisan’ın ise anlamsız bakışlarla bize bakmasıyla o an hiç unutamayacağım bir andı.
“Ne oldu? Neden gülüyorsunuz? Yanlış bir şey mi söyledim?” dedi Nisan.
“Sütlaç hastası...” diye tekrar etti Eren, “Annemin sütlacı çok sevdiğini anlatmak için öyle dedim aslında.”
“Hani kitap okumayı çok seven birine ‘tam bir kitap hastası’ denir ya, onun gibi...” dedim açıklamaya çalışarak.
Nisan utanarak ellerini yüzüne götürdü ve parmaklarının arasından konuşmaya başladı.
“Ya, çok aptalım. Sanırım çok yorgunum. O yüzden. Yoksa bu kadar salak değildim ben!” Eren gülerek ayağa kalktı ve elini Nisan’a uzattı.
“Hadi bakalım, sana odana kadar eşlik edip ben de yatayım. Yoksa yola devam edemeyeceğiz.” Nisan Eren’in elini tutup ayağa kalktı.
“Benden de bugünlük bu kadar, biraz dinlenmem lazım.” diyerek ayağa kalktı Bulut.
“İyi uykular...” diye mırıldandım hüzünle, o sırada ben de esniyordum. Aptal uykum, gelmenin sırası mı şimdi?
Hepsi gittikten sonra her zamanki gibi sadece ben ve Uraz kalmıştık. Parmaklarımı sabırsızca masaya vuruyordum. Uraz ise elinde tuttuğu el fenerinin ışığında önündeki kitabı okuyordu. Neredeyse tırnaklarımı yemeye başlayacak kadar stresliydim. Normalde iki gün uykusuz kalsam yorgun hissetmezdim ama burada yürüdüğümüz her yer sırılsıklam olduğu için hemen üşüyor ve yoruluyordum. Üstelik regl kanamam hala sona ermemişti ve bu beni halsizleştiriyordu.
“Sence hangisi daha acılıdır?” diye sordu Uraz bir anda başını kitaptan kaldırıp, “Yanmak mı yoksa donmak mı?”
Kaşlarımı çattım.
“Bu nereden çıktı?” diye sordum.
“Kitapta okuduğum bir sahneden...” dedi Uraz ve kitabın kapağını kapatıp masaya bıraktı, sonra konuşmaya devam etti, “Yanarken buzu, donarken ateşi düşlüyoruz. Ne garip, değil mi?”
“Bir de şunu hayal et Uraz... Bir elin buzda, bir elin ateşte. İnsan bazen aynı anda hem yandığını hem donduğunu hissedebilir. Acılar birbirlerine ne kadar zıt olurlarsa olsunlar bir insanın ruhunun içinde bir arada olabilirler. İnsan bazen yanarken donabilir.”
Uraz yüzüme uzun uzun baktı. Derin bir iç çekti ve başını önüne eğdi.
“Anneni ve babanı özlüyor musun?” diye sordu birden. Omuz silktim.
“Bilmem. Onlara karşı olan duygularımı sorgulamayı çok önce bıraktım.”
“Belki de sorgulamalısın. Kendine giden yolun en önemli taşları kendinden sakladığın duyguları kabullenmek.” dedi Uraz. Derin bir nefes aldım.
“Sanırım özlüyorum...” dedim umursamaz görünmeye çalışarak, “Bilmiyorum. Bu garip bir durum. Ne kadar istenmediğimi bilsem de orası benim evimdi, orayı elbette özlüyorum. İçindekileri değil belki ama evimi özlüyorum. Yatağımı, yastığımı, masamı, halımı, perdemi, penceremi... Derdime arkadaş olan eşyalarımı özlüyorum. Gözyaşlarımı içine çekip kurutan yastığımı, dirseğime destek olan masamı, bana dışarıyı gösteren ve beni dışarıdan koruyan penceremi, ayaklarımı üşütmeyen halımı ve gün ışığını içeri en güzel şekilde sızdıran perdemi özlüyorum. Başkası için sadece birer eşya olsalar da benim için hepsi çok değerli.” dedim hüzünle gülümseyerek.
“İlginç bir düşünme biçimin var. Hayran bıraktırıcı derecede ilginç. Pencereme hiç bu gözle bakmamıştım.” dedi Uraz gülerek.
“Pencere önemli.” dedim kıkırdayarak, “Pencereden bakarken hem dışarıda gibisin hem güvende.”
Uraz gözlerini kıstı.
“Dışarıda kendini güvende hissetmiyor musun? Pencerenin ardında mı güvende hissediyorsun?”
“Geç saatlere kadar çalışıyordum. Geç ve tenha saatlerde eve dönüyordum. Doğal olarak bazen ister istemez korkuyordum. Kendimi koruma konusunda çok başarılı sayılmam.”
“Sana birkaç kendini koruma tekniği öğretmemi ister misin?” diye sordu, “Yalnız olduğun zamanlar için.”
“Genelde yalnızım.” diye ekledim onun cümlesine.
“Genelde yalnızdın...” diyerek beni düzeltti, “Buraya girmeden önce öyleydin.”
“Artık yalnız değil miyim?”
“Değilsin Kumru.” dedi Uraz soruma bozularak, “Pencerelerin ardına saklanmana gerek yok.”
Sonra ayağa kalktı ve bana elini uzattı. Kaşlarımı çatarak eline baktım.
“Ne yapacağız?” diye sordum. Elini bir kez daha uzattı. Küçük elim onun kocaman elinin içinde kaybolurken elini tutup ayağa kalktım.
“Diyelim ki yolda yürürken biri geldi ve seni bu şekilde kolundan tuttu. Ne yaparsın?” diyerek arkama geçti ve kolumu sıkıca tuttu.
“Ağlarım sanırım.” dedim. Uraz sessizce güldü.
“Pek iyi bir seçenek değil.” dedi, “Bağırıp yardım istemenin yanında kendini savunmana yardımcı olabilecek bir hareket olarak aynen şöyle yapacaksın...” diyerek sağ kolumu kaldırıp dirseğimi yavaşça yüzüne geçirdi.
Sonraki on dakika boyunca Uraz bana birkaç hareket daha gösterdi.
“Ve böyle olursa sağ bacağınla aynen bu şekilde tekme atabilirsin, gücün önemi yok...”
“Bu şekilde parmaklarını tutup ikiye ayırdığın zaman çok can yakıcı olabilir ve sana zaman kazandırabilir...”
“Bu şekilde bileğini tutabilirsen bu yöne doğru bükebilirsin...”
Uraz bana birçok senaryoda ne yapmam gerektiğini öğretirken benim aklımda kalan en önemli noktalar ise onun bana dokunuşlarıydı. Böyle düşünmemem gerektiğini biliyordum ama her haliyle öyle etkileyiciydi ki etkilenmemem imkansızdı.
“Ve eğer böyle bir durumla karşı karşıya kalırsan, sırtın bir duvara yaslı ve kaçacak hiçbir yerin yoksa...” derken bana doğru birkaç adım attı, o her adım attığında ben de geriye doğru adım attım ve en sonunda sırtımın evin soğuk duvarına değdiğini hissettim.
Uraz kollarını uzatıp ellerini duvara dayadı, artık kollarının arasında bir kafeste gibiydim.
“Şimdi ne yapmam gerekiyor?” diye sordum ama Uraz olaydan kopmuş gibi görünüyordu, sanki anormal bir şekilde öfkeli gibiydi.
“Uraz sen iyi misin? Sinirlenmiş görünüyorsun?” dedim anlam vermeye çalışarak.
“Böyle bir durumda kalma ihtimalin beni sinirlendirdi.” dedi, “Bu durumda yapılması gereken şey tam buraya bir yumruktur. Ya da biraz parmaklarının üzerine basıp yükselerek tam buraya bir kafa atmaktır. Bu çok can yakıcı olabilir, can yakıcı olmazsa bile dikkat dağıtıcı olacaktır.”
Tam o an orada Uraz’ın iki kolunun arasında durmuş onun bu senaryoya öfkelenmesini izlerken bir anda evin ışıkları yandı. İkimiz de şaşkınlıkla evin içine bakarken ışıklar tekrar söndü.
“Bu da neydi böyle?” dedim merakla.
“Elektrik gelip gitti, acaba tamamen getirmenin bir yolu olabilir mi?” dedi Uraz kollarını iki yanımdan çekip avizeye doğru bakarken.
Sonra ışıklar bir kez daha yandı.
Ve söndü.
Yandı.
Ve söndü.
Yandı.
Ve söndü.
Işıklar bir saniyeliğine yanıp bir saniyeliğine sönerken Uraz’ı birer saniyeliğine de olsa net bir şekilde görebilmek çok güzeldi. Evin ışıkları yanıp sönerken Eren, Nisan ve Bulut’un odalarının kapıları açıldı. Uykulu gözlerle şaşkınlıkla odalarından çıktıklarında evin ışıkları yanıp sönüyordu.
“Ocağın ışığı da yanıp sönüyor... Bu şekilde makarna yapabilir miyiz acaba?” diye sordu Eren uykulu bir sesle.
“Sizi uzun zamandır aydınlıkta görmemiştim!” dedi Nisan uykulu gözlerle gülerek.
Nisan’ın yüzüne gülerek baktım, tek tek yüzlerine baktım. Bu belki de birbirimizi aydınlıkta son görüşümüzdü. Gözlerimi Uraz’a çevirdiğimde ışıklar hala birer saniyeliğine yanıyor ve sönüyordu. Bir vardı, bir yoktu.
“Boynuna çamur bulaşmış.” dedi Uraz baş parmağını boynuma götürürken.
Elini boynuma götürüşünü gördüm, boynumu silişi karanlıktı. Elini boynumdan çekişini gördüm, parmağındaki çamuru bana gösterişi karanlıktı. Gülüşünü gördüm, sonrası karanlıktı.
Bazen hayatımızda her şey öyle dengesiz, öyle inişli çıkışlı ilerler ki biz aydınlığın ne demek olduğunu anlayamadan karanlığa gömülürüz. Sonra karanlığa üzülemeden aydınlığa çıkarız. Bir ayağımız çukura girer, diğer ayağımız düze çıkar, tam düze çıktık derken bu sefer diğer ayağımız çukura girer, çukurdaki düze çıkar. Bir yanının yanışına üzülürken diğer bir yanının donduğuna şahit olursun. Gözlerini bir siyaha açarsın, bir beyaza. Pencerenin ardında saklanır, güvende olduğunu sanırsın sonra bir bakarsın aslında evim dediğin yer bir kaldırım kenarından farksızmış. Bazen evin öyle yabancı gelir ki yıllarca kaldırım kenarında yaşamış gibi hissedersin. Fakat ne olursa olsun ne kadar yabancı hissedersen hisset evini özlersin. Bazen üşümeyi özlersin, ağlamayı özlersin, kötü dediğin ne varsa özlersin, çaresizliği bile özlersin. Sana evini hatırlatan her şeyi özlersin. İnsan hep iyi anılarını özlemez, bazen kötü anılarımızı da özleriz çünkü aslında o anıları değil o anıları yaşayan kendimizi özleriz.
Yanıp sönen her bir ışık bana evimi hatırlattı. Her yanışı umuttu, her sönüşü hayal kırıklığı. O evde tüm hayatım böyle geçmişti. Umut ettikçe hep hayal kırıklığına uğramıştım. Sonra yine umut etmiş ve yine hayal kırıklığına uğramıştım.
“Bu yaşadığımız an film sahnesi olsa çok güzel olmaz mıydı?” dedi Nisan heyecanla.
Gülümsedim. Bir film sahnesi olsa hayranlıkla izlenecek birçok şey bizim korkumuzdu. Işıklar yanıp sönüyordu, yandıkça umutlanıyor, söndükçe karamsarlaşıyorduk. Oysa Nisan’ın dediği gibi, “Bir film sahnesi olsa çok güzel olurdu.”
Van Gogh’un fakirlikten ve yalnızlıktan kendisini göğsünden vurarak öldürdükten sonra bir gün eserlerinin değerinin anlaşılması ve kendisini vurduğu tabancanın bile tam 160 Bin Euro’ya satılması gibi... Bazen kötü şeyler yaşarsın ve bu başkaları için hayranlık uyandırıcı olabilir. Senin için ise cehennemin ta kendisidir.
Gözlerim belki de son kez arkadaşlarımı aydınlıkta gördü. Sonra ışıklar tamamen söndü ve biz yine aynı karanlığa gömüldük. Ben yine gözlerini ve tenlerini mum ışığında seçmek zorunda kalmakla baş başa kaldım.
“Sanırım odalarımıza dönmemizin vakti geldi.” dedi Bulut.
“Aydınlığı özlemişim...” diye söylenerek odasına doğru ilerleyen Eren hala uykusunda gibiydi. Hepsi uykularına dönerken Uraz’ın koltuğa yaslandığını gördüm.
“Sanırım artık biz de uyumalıyız.” dedi.
“Uykun geldi mi?” dedim heyecanla.
“Ayakta uyuya kalmak üzereyim.” dedi ayağa kalkarken.
“Gerçekten uyuyacak mısın?” diye sordum merakla.
“Gerçekten uyuyacağım Kumru.” derken gülüyordu.
“Söz mü?” dedim umutsuzca yüzüne baktığım sırada. Bana yaklaştı ve başını eğip yüzüme baktı.
“Söz.” dedi göz kırparak.
Ona inanmak istiyordum. Yine de işimi şansa atamazdım. Başımı salladım ve birlikte koridora yöneldik. Odalarımıza girerken son bir kez ona baktığımda o da bana bakıyordu.
“İyi geceler 889.” dedi.
“İyi geceler Uraz.”
Odama hüzünle girdim. Masamdaki büyük yeşil mum hala yanıyordu. Yatağıma oturdum, kapımı aralık bıraktım ve beklemeye başladım. En ufak bir sese, en ufak bir gürültüye dikkat kesilmem gerekiyordu. Gitmesine izin veremezdim, bu ölüme gitmesi demek olabilirdi. Aptalca bir inanışla çabucak kapıya gidebileceğini ve bizi de kurtarabileceğini sanıyordu ama başına bir ton şey gelebilirdi. Buna izin veremezdim...
Oysa sandığım kadar uykusuz kalamadım. Tam olarak nasıl ve ne zaman uyuyakaldım bilmiyordum, gözlerimi açtığımda ne kadar uyuduğumu da bilmiyordum. Telaşla ayağa kalkıp elime aldığım bir el feneriyle odamdan çıktığımda yaptığım ilk şey Uraz’ın odasına dalmak oldu. Odaya girdiğim an kalbimin atışının hızlandığını hissettim.
“Uraz!” dedim korkuyla.
Uraz yoktu. Gözlerim korku içinde Uraz’ın boş yatağına ve kapısı açık banyosuna bakarken korkudan ellerimin titrediğini hissediyordum. Gitmiş olamazdı, bizi bırakmış olamazdı!
“URAZ!” diye bağırdım koridora doğru, sesim bile titriyordu. Sesimi duyan Bulut, Eren ve Nisan odalarından çıkarken bakışları korku doluydu.
“Bir şey mi oldu?” dedi Nisan korkuyla. Ben gözyaşları içinde evin içinde koştururken Bulut’un kollarımı tuttuğunu fark ettim.
“Kumru, sakin ol. Ne oldu? Anlat bize, ne oldu?” diye sordu beni kendime getirmeye çalışarak.
“Uraz yok,” dedim, “Odasında yok!”
“Gitti mi?” diye sordu Eren endişeyle.
“Bilmiyorum. Odasında yok, evde yok. Gitmiş olmalı.” Sesim titriyordu, gözyaşlarım bile titriyordu sanki.
“Bahçeye bakalım,” dedi Bulut. Beni bırakıp bahçeye yönelirken şoktan ve üzüntüden ne yapacağımı bilemiyordum. Koşmaya çalışarak peşlerinden gittim.
Ayaklarımız çamura bata çıka bahçeye indiğimizde Uraz görünürde yoktu. Üstelik o ne zaman gitmişti, gideli kaç saat olmuştu bunu bile bilmiyorduk.
“Uraz!” diye bağırdım bomboş yola doğru. Sesim boşlukta yankılanırken işte bu yankı kadar yalnız hissediyordum.
“URAZ!”
“Uraz!”
“URAZ!”
Seslerimiz dönüp dolaşıp bize geliyordu. Uraz’dan ise bir cevap yoktu. Çamurda yürümekten yorgun düşüp hüzünle merdivenlere oturdum. Gözyaşları içinde önümüzdeki karanlık boşluğa baktım.
“Söz vermişti...” diye mırıldandım kendi kendime acı bir fısıltıyla.
“Gitmiş.” dedi Eren eliyle evin duvarını gösterirken. Başımı çevirip duvara baktım ve o yazıyla karşılaştım.
“URAZ KAYALAR BURADAYDI.” Gözlerim bu üç kelimenin üzerinde hayal kırıklığı içinde dolaştı.
“Bunu sadece bir yerden giderken yazıyordu...” dedi Eren hüzünle.
Aynen öyleydi, Uraz bunu sadece bir yerden giderken yazardı. Bizi bırakıp gitmişti.
Onu tanıdığım ilk andan beri bana odamdaki pencere ne hissettiriyorsa onu hissettirmişti. Sanki burada, enkaz altında değildim, dışarıdaydım ama aynı zamanda o pencerenin gerisinde ve güvendeydim. İşte Uraz benim için o pencereydi.
Oysa şimdi o pencerenin camları kırılmıştı.
Beni koruyan camlar tuzla buz olmuştu.