15.Bölüm : Uraz’ın Bilekliği.
.png)
15.Bölüm : Uraz’ın Bilekliği.
(Yazarın Anlatımıyla)
İstanbul yılın en soğuk günlerinden birini yaşıyordu. Uzun zamandır komada olan Araz Kayalar içinse üşümek bile güzeldi. Fakat içinde bulunduğu durum onun için güzel olabilecek her şeyi karartıyordu, kardeşinin akıbeti hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Elinde Uraz’ın mesajlarında bulduğu bir adres dışında hiçbir şey yoktu. Buz gibi bir havada, sadece kulağındaki kulaklıklardan çalan şarkılar eşliğinde öfkesine öfke katarak o adrese ulaşmıştı. Hava hala karanlıktı, gök gürlemelerinin aydınlattığı o binanın hemen önünde durmuş kapalı kapılara bakıyordu. Gözlerine çarpan yansıması ona ne kadar yorgun olduğunu hatırlatır gibiydi. Sanki ayakta durmakta zorlanıyordu.
Kendi kendine sinirlendi, kendi yansımasına ve kendi iç sesine öfkelendi, “Aylardır uyuyorsun başlatma şimdi yorgunluğuna.” diye söylendi ve binaya doğru yürüdü.
Binanın cam kapılarından içeriyi her ne kadar görmeye çalışsa da içerisi de dışarısı da zifiri karanlıktı. Ceplerini yokladı, bu kapıyı neyle açabilirdi?
“Kırayım gitsin.” diye düşündü.
Gizli saklı işlerle, zırvalıklarla uğraşamayacak kadar halsizdi. Hastaneden yeni çıkmıştı, düşüneceği şey bu kapıyı nasıl gizlice açacağı değil içeri bir an önce nasıl gireceğiydi. Belki mantıksız düşünüyordu, belki yorgunluğunun ve ağrılarının etkisiyle kendini yanlış yönde cesaretlendiriyordu ama bu Araz’dı, bir kapıyı açmak için kırması gerekiyorsa kırardı. Aynen kardeşi gibi..
“Pardon,” dedi arkadan gelen bir ses, “Siz burada mı çalışıyorsunuz?”
Araz arkasını döndüğünde karşısında kırk beş yaşlarında olduğunu tahmin ettiği esmer bir adam gördü. Adam hem endişeli hem yorgun görünüyordu, ileride duran arabanın içinden çıkıp geldiği belliydi çünkü az önce burada olmadığına emindi.
“Hayır, ne için sordunuz?” dedi Araz temkinli bir tavırla, “Burada olmamla ilgili bir probleminiz mi var?”
“Hayır, beni ilgilendirmez” dedi adam, “İki gündür gelip gidiyorum ama burası hep kapalı. Benden başka gelen de yok. Bir bilginiz var mı diye sormak istedim. Kusura bakmayın.” diyerek arkasını döndü. Adam lacivert arabasına doğru ilerlerken Araz onu durduracak bir cümle kurdu.
“Siz ne için iki gündür gidip geliyorsunuz?” dedi şüpheyle. Gözleri adamın elindeki kağıtta kalmıştı. Adam arkasını döndü ve Araz’a baktı.
“Bir durum var da...” dedi, sanki açıklamakta tereddüt ediyor gibiydi.
Oysa Araz’ın içinde bu adamın kendisinin yaşadığı şeylerle benzer yaşanmışlıkları olduğuna dair bir his oluşmuştu. Elindeki kağıt, endişeli hali ve iki gündür buraya gelip gitmesi Araz’ı meraklandırmıştı. Adam çekingendi, kime güveneceğini bilemiyor gibiydi. Araz bu durumda ilk açılması gerekenin kendisi olduğunu anlamıştı.
“Böyle bir durum mu?” diye sordu adama yaklaşarak, telefonunun ekranını adama doğru çevirdi ve Uraz’ın bilgisayar ekranından çektiği mesajlaşma görüntüsünü adama gösterdi, “Bu benim kardeşimin mesajlaşması. Buraya bu yüzden geldim, kardeşim ortada yok.”
Karşısındaki adam mesajları okur okumaz hem umut hem korku dolu bir ruh haline büründü, elindeki kağıdı katladığı yerlerinden açıp Araz’a uzattı, elleri titriyordu.
“Ben Murat,” dedi, “Murat Sonat. Kızım Kumru’yu arıyorum.”
Araz ellerine aldığı kağıt parçasına bakıp aynı konuşmaları gördüğünde ne diyeceğini, ne düşüneceğini bilemez bir haldeydi. Bunlar da neyin nesiydi böyle? Bu çocuklar neredeydi? Nasıl olurdu da kimsenin bundan haberi olmazdı? O an bunun kendi kardeşiyle veya bu adamın kızıyla sınırlı olmadığını anladı, dahası da olmalıydı. Şimdi bulunması gereken iki isim vardı ellerinde, Kumru ve Uraz. Peki diğerleri? Diğerlerine nasıl ulaşacaklardı? Kaç kişilerdi? Neredelerdi?
(Kumru’nun Anlatımıyla)
Merdivenlerde oturup karanlık içinde geçirdiğimiz dakikaların sonunda gözyaşlarımın yanaklarımda kuruduğunu hissediyordum. Zifiri karanlık o an için tek dostumdu, gözyaşlarımı gizleyen bir zırhtı benim için. Kendime gelebilmem Eren’in bir cümlesiyle oldu.
“Belki de yeni çıkmıştır?” dedi soran bir ses tonuyla, “Belki seslensek bile duyabileceği kadar yakındadır.”
“Cevap vereceğini sanmıyorum.” dedim net bir sesle, “Gittiyse vazgeçmeyecektir. Kapıya kadar gidecektir.”
“Kapıya kadar tek başına bok gider.” dedi Bulut sinir bozukluğu içinde, “İnsan kafayı yer bu karanlıkta, bu soğukta, bu sessizlikte.”
Bunları söylemesi pek de yardımcı olmuyordu.
“O zaman ne yapacağız?” dedi Nisan, “Burada oturup bekleyecek değiliz ama onu nasıl bulacağız?”
“Kapıya giden tek bir yol var. Onun geçtiği yollardan geçeceğiz, mutlaka bir noktada yolumuz kesişecek.” dedim çaresizce.
Seslerimiz boşlukta yankılanıyordu. Tüylerimin diken diken olduğunu hissediyordum ve bu bile korkutucu bir histi. Uraz’a kızgındım, bizimle olması bana bu kadar güven verirken ve söz vermişken neden ve nasıl giderdi? Üstelik böyle bir yerde, kendini tehlikeye bu kadar kolayca nasıl atardı?
“Öyleyse peşinden mi gidiyoruz?” diye sordu Nisan.
“Kapıya gidiyoruz.” diye düzeltti Bulut, “Kimsenin peşinden değil.”
Başımı kaldırıp Bulut’a baktım ama karanlıkta yüzünü bile zar zor seçebiliyordum. Yüz ifadesini bu şekilde görebilmem mümkün değildi. Öfkeli bir nefes aldım ve eve girmek için ayağa kalktım.
“Birkaç dakika içinde hazırlanıp çıkmamız lazım, burada buluşalım.” dedi Eren merdivenlere yöneldiğim sırada. Sessizce odama ilerledim.
Gerekli her şeyi yanıma aldım, aylar sürecek bir yolculuğa çıkıyormuşum gibi kat kat giyindim ve odamdan çıkmadan önce kendimi masamın başında ayakta dururken buldum. Önümdeki masanın çekmecesinden çıkardığım defter ve kalemi masanın üzerine koydum. Defterden bir kağıt koparıp üzerine yazdım,
“Olur da birbirimizi bulamazsak, olur da bir şey olursa ve geriye dönmen gerekirse, bir an kendini burada bulursan bil ki biz buradan çoktan gittik. -889.”
Yazdığım kağıdı defterin altına sıkıştırdım çantamı sırtıma takıp hızla odamdan çıktım. El fenerimin ışığında bahçeye indiğim sırada en erken hazır olanın ben olduğumu fark ettim. Beni bekletmediler, benden iki dakika sonra diğerleri de kapıda göründü. Kimseyle konuşmak istemiyordum, hızla yol almak ve yeniden hep bir arada olduğumuzu görmek istiyordum. Sırtlarımızda çantalarımız, Uraz’ın peşindeydik. Nisan hemen yanımdaydı, Eren onun yanında, Bulut ise benim solumda. Hiçbirimiz konuşmuyorduk. Bana kalırsa her birimizi kaplayan endişenin sebebi Uraz’ın bu dehşet bölgesinde tek başına olmasıydı. Bulut’a sorsak kabul etmezdi ama inanın, o bile Uraz için endişeliydi.
“Durun!” dedi bir anda Nisan, “Sesi duydunuz mu?”
Aynı anda durup sessizce etrafa odaklandığımızda incecik bir hayvan sesi duyduğumuza emindim. Aklımdan bir sürü ihtimal geçerken Nisan’ın çığlığı duyuldu.
“Fare bu!” dedi el fenerini farenin üzerine atarak.
Fare önümüzden koşarak kaçıp giderken karnıma ağrılar girdiğini hissediyordum.
“Tamam, hiç mi fare görmedin?” dedi Eren, “Kedi, köpek gibi bir şey işte... Küçük ve sevimli.”
Eren Nisan’ı rahatlatmaya çalışırken yürümeye devam ediyorduk. Farenin umrunda bile olmamıştık, koşup gitmişti.
“Gerçekten kedi ve köpekle aynı hisleri mi uyandırıyor sende?” diye sordu Nisan.
“Ne farkları var?” Eren Nisan’la dalga geçmeye devam ederken kafayı yiyecek gibiydim.
“Sadece farelerin girebildiği bir yerdeyiz.” dedim kendi kendime öfkeyle, “Kim bizi böyle bir yere sokar ki? Kim böyle bir yeri bu kadar kontrolsüzce yapar?”
“Adam şizofren.” diye açıkladı Bulut, “Bunu öylesine söylemiyorum, adam cidden şizofren, delinin teki. Tüm bunların tek açıklaması bu olabilir.”
“Biz ondan daha deliyiz.” dedim, “Kim başına neler geleceğini sorgulamadan böyle bir şeye adım atar ki? İnsan hiç mi sorgulamaz? Kimseye mi danışmaz?” Tüm bunları sıralarken akli dengemi yitirecek gibi hissediyordum. Nasıl bu kadar salak olabilmiştim? Kendime karşı nasıl böyle özensiz davranabilmiştim?
“Beni buraya bizzat babam yolladı, o yüzden takma kafana. Danışsan da, sorgulasan da, haber versen de başına gelecek olan buydu belli ki.” dedi Nisan, o sırada çantasından yeni bir el feneri çıkarmış ve onunla yerleri gözetliyordu.
“Beni de bir kız arkadaşım yönlendirdi buraya...” dedi Eren. O sırada Nisan’ın başı Eren’e çevrildi.
“Senin kız arkadaşın mı var?” diye sordu şaşkınlıkla.
“Evet, bir sürü.” dedi Eren. Nisan’ın yanlış anladığı belliydi ama bu sefer Eren de Nisan’ın sorusunu yanlış anlamıştı ve şu an ikisine de bunu açıklayacak halim yoktu. Moralim yerine gelene kadar Nisan’ın Eren’in kız arkadaşı olduğunu düşünmesine engel olamayacaktım, hem de “bir sürü kız arkadaşı.”
“İyi.” dedi Nisan yanımda ilerlerken.
Bir süre sessizce ilerledik. İçerisi giderek daha çamurlu bir hale geliyordu sanki. Çamur neredeyse dizlerimdeydi. On ikinci eve ulaşmak için daha ne kadar yürümemiz gerektiğini bilmiyordum ama şu an tek dileğim Uraz’ı orada dinlenirken yakalayabilmekti. Bu yüzden kendimi kaybetmiş bir hızda yürüyordum ve diğerlerinin bundan hiç de şikayeti yoktu.
“On ikinci eve gidene kadar bir mola vermemiz lazım.” dedi Bulut, “Bir şeyler atıştırmamız lazım.”
“Gidince yersin.” dedim.
“Hiçbir şey yemezsen vücut ısın giderek düşer.” diye açıkladı Bulut.
“Hiç mi umrunda değil?” dedim bir anda Bulut’a dönerek.
“Ne hiç mi umrumda değil?”
“Uraz’ın ne halde olduğu, yardıma ihtiyacı olup olmadığı, ona yetişmek için bunun belki de son şansımız olduğu...”
“Ona sağlıksız bir hızla yetişmeye çalışırsak hiç yetişemeyiz Kumru. Sen şurada, ben burada, Nisan ve Eren orada bir yerlerde ölür kalırız. Anlamıyor musun?” Sesi her şeye rağmen iyi niyetli geliyordu, belki de haklıydı.
“İsterseniz durup yiyebilirsiniz, ben Uraz’ın ne halde olduğunu bilmeden dalga geçer gibi o aptal atıştırmalık paketleri açıp fındık yiye yiye yürüyecek değilim.”
Halbuki açlıktan başımın döndüğünü bile hissediyordum, hatta el fenerimin aydınlattığı yerleri bile net değil bulanık gördüğüme emindim. Bu yaptığım yanlıştı, Uraz’ın gidişi yüzünden kendimi hasta edecektim. Kendimle beraber diğerlerini de. Bir an için durdum ve derin bir nefes aldım. Sakinleşmeye çalışarak konuştum.
“Bakın özür dilerim,” dedim, “Buraya hep birlikte girdik ve hep birlikte çıkamama fikri beni çok korkutuyor. O yüzden şu an hiçbir şey yiyecek halde değilim ama siz lütfen yiyin. Aç kalmayın.”
O sırada Nisan’ın elini kolumda hissettim.
“On ikinci eve ulaştığımızda dinleriz ve bir şeyler yeriz, kendini suçlu hissetme.” dedi bana destek olmak istercesine.
“Teşekkür ederim.” diyerek yürümeye devam ettim.
Hiçbiri hiçbir şey yemedi. Birlikte yürüdüğümüz yol boyunca hep bir yerlerde Uraz’ı görmeyi, sesini duymayı hayal ettim, ama olmadı. Sonunda Eren’in sesini duyduğumda gözlerimi soğuktan zar zor açabiliyordum. Gözlerimin içinin üşüdüğünü ilk defa böyle güçlü hissediyordum.
“On ikinci ev göründü...” dedi Eren halsiz bir sesle.
İlk zamanlarda sevinçle “İkinci ev göründü!” , “Üçüncü ev göründü!” deyişlerini hatırlıyordum, oysa şimdi her birimizin enerjisi toprak olmuştu resmen.
On ikinci evi gördüğümde içeride en ufak bir ışık bile görmüyor olmak beni umutsuzluğa sürükledi. Herkesten hızlı adımlarla evin merdivenlerini çıktım. Evin kapısını açıp elimdeki el feneriyle içeri girdim. Işığı salona ve mutfağa tutum, buraya hiç uğranılmamış gibiydi. Uraz buraya uğramadan geçip gitmiş olabilir miydi? Yorulmamış ve burada dinlenmemiş olabilir miydi?
“Orada mı?” diye seslendi Bulut.
“Sanırım... hayır.” dedim hayal kırıklığı içinde.
Diğerleri de peşimden gelip salonu ve mutfağı incelerken sağ gözümden akan yaşı donmuş ellerimle zar zor sildim. Eren bir umut içeri doğru seslenirken yanından geçip koridora girdim.
“Kumru, nereye?” diye sordu Bulut endişeyle.
“Tuvalete gidiyorum.” dedim.
Burnumu çeke çeke koridordan ilerledim. İlerlerken kendimi tutamayıp Uraz için ayrılan odanın içine dalıverdim. Odada hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Kapısını kapatıp hüzünle çıktım ve benim için ayrılan odaya girdim.
“Hiç mi gelmedin?” dedim çaresizce, gözyaşları içinde, “Hiç mi uğramadın buraya?”
Bu durumu kötüleştiriyordu. Belli ki Uraz burada dinlenme ihtiyacı bile hissetmemişti, ya da hissettiyse bile dinlenmek için buraya girmemişti. Bu da demek oluyordu ki olabildiğince az dinlenerek kapıya gitmeye çalışıyordu. Biz ise bunu yapabilecek bir dörtlü değildik. Hemen acıkmışlardı ve hemen dinlenmek istemişlerdi. Onlara bunun için kızamıyordum, platonun içinde yürümek akıl karı bir iş değildi. Oysa böyle dinlenerek Uraz’ı yakalayamazdık, ona yetişemezdik. Belki bunu ben yapabilirdim ama onlar yapamazdı. Bulut sağlığına takıntılı derecede önem veriyordu, Nisan zaten hassastı, Eren Nisan’ı bırakmazdı, benim ise bana göre yaşamamın bir anlamı yoktu. Şu meşhur görselde arabanın üzerine yatıp “Benim canımın bir kıymeti yok.” diyen o çocuk gibiydim. Bu da tek bir sonuca varıyordu. Belki Uraz’ın yolundan ilerlemeliydim? Onları bırakıp gitmeli ve ona yetişmeliydim. Böylece ne Uraz yalnız olacaktı ne diğerleri.
Tuvalete girip çeşmeyi açmayı denediğimde suların akmadığını gördüm. Harika, yeni bir güncelleme gelmişti, artık elektriği bırakın suyumuz bile yoktu. Buradan bir an önce çıkmak zorundaydık, tüm fizik kurallarının yanılacağı kadar kısa sürede çıkmak zorundaydık.
“Çocuklar!” Eren’in bağıran sesini duyduğumda kalbimin hızlandığını hissettim. Tuvaletten çıkıp odamın kapısını açtım.
“Eren?” diye seslendim endişeyle.
“Çocuklar bahçeye gelin!” diye bağırdı Eren. Ben kapıya yönelirken Bulut ve Nisan da endişeyle odalarından çıktılar ve hep birlikte koşarak merdivenlerden indik.
“Ne oluyor?” diye sordu Nisan merdivenlerin başında telaşla, “Bir şey mi oldu?”
Eren elindeki el fenerini evin yan bahçeye dönük olan dış duvarına tutmuş bizi bekliyordu. Hızla yanına gittiğimizde gördüğüm görüntü karşısında ne hissedeceğimi bilmiyordum.
“URAZ KAYALAR BURADAYDI.” Yazısı içimi heyecanla ısıtırken onun en azından buraya kadar gelebilmiş olduğunu biliyordum, biliyorduk.
“Buraya gelmiş.” dedi Nisan gülerek.
“Buraya kadar iyiymiş.” dedim gözyaşları içinde, “En azından buraya kadar nasıl olduğunu biliyoruz.”
Bu o an için beni rahatlatabilecek tek şeydi. En azından diğerleriyle birlikte yaptığım tek şey Uraz’ın peşinden ilerlemek olsa bile her evde ondan bir mesaj alabilecek olmak beni rahatlatmıştı. Hem gözyaşları içindeydim hem gülümsüyordum.
“O zaman artık biraz fındık yersin, değil mi?” diye sordu Bulut gülerek.
“Ne fındıkmış ya, Giresun’lu musun kardeşim... Yediğimiz fındık anneannenin tarlasından filan mı?” dedi Eren Bulut’a dönerek.
“Fındık tarlası değil de fındık bahçesi derler genelde.” diye düzeltti Bulut.
“Pardon, tıptan arta kalan zamanlarda tarım profesörlüğü yaptığını unutmuşum.” dedi Eren.
Sinir bozukluğu içinde güldüm ve konudan sıyrılmak için söze girdim.
“Artık bir şeyler yiyebilirim. Sonra da yola devam ederiz.”
Bulut ve Eren kendi aralarında şakalaşmaya devam ederken biz Nisan’la merdivenlere yöneldik. Eve çıkıp bir şeyler atıştırırken önüme bir kağıt kalem almış bir yol planı yapmaya çalışıyordum. Toplamda kaç ev vardı, burası kaç kilometreydi, evler arasındaki uzaklık kaçar kilometreydi... Hepsini hatırlamaya çalışarak bir yol çizmeye çalışıyordum.
“Ne bu? Harita mı?” diye sordu Eren merakla.
“Harita çizecek kadar komplike bir yerde değiliz ama yine de harita diyebiliriz. Şu an buradayız...” dedim üzerinde “12.Ev” yazılı çizimimi göstererek, “On beş kilometre sonrası on üçüncü ev. Toplam yirmi ya da yirmi bir ev olduğunu düşünüyorduk. Yani 120 kilometre civarı yolumuz var. Aslında bunu o kadar kısa sürede gidebiliriz ki...” diyerek bir düşünceye daldım kendi kendime. Kağıda yazıp sildiğim hesaplamalar o kadar insanlık dışıydı ki bana kalsa o 120 kilometreyi bugün bile yürüyüp bitirebilirdik.
“Bugünlük hedefimiz on dördüncü ev olsun.” dedi Bulut, “On dördüncü eve ulaşmadan uyumayalım.”
“On beş.” dedim, “On beşinci evden önce uyku yok.”
Aynı günü yaşıyorduk. Uraz ne kadar dayanıklı olursa olsun onun da bir yerde uyuması gerekecekti. Sınırları zorlarsak on beşinci eve bugün ulaşabilirdik ve sınırları zorlamak Uraz’la aynı dayanıklılığa sahip olmak demekti. On beşinci eve gidip onu orada uyurken bulabilirdik. Tek umudum buydu.
“Bu kız tam bir deli...” diye söylendi Eren gülerek, “Tamam on beş. Ben varım!”
Böylece bizim için hayatımızın en yorucu yolculuğu başladı. On ikinci evde dinlenip oradan çıktıktan sonra on üçüncü eve kadar olabildiğince az konuşarak kendimizi olabildiğince az yorarak yürüdük. On üçüncü evde dinlenmeyecektik. Tek yaptığımız içeriyi ve evin dış duvarlarını kontrol etmek oldu.
“Evde değil!” dedim bahçeye doğru.
“Duvar kontrolü başarılı!” diye seslendi Eren keyifle.
Koşa koşa yanına indiğimde “URAZ KAYALAR BURADAYDI!” yazısını görmüş olmanın mutluluğu içindeydim. Yaşıyordu, iyiydi, buraya kadar gelmişti.
On üçüncü evden on dördüncü eve yürüdüğümüz yol ise hayatımızın en zor en yorucu ve en pes etmeye yakın yolculuğuydu. Çok yorgunduk, çok üşümüştük. Oysa pes etmek istemiyorduk. On dördüncü evde merdivenleri koşarak çıktığım sırada Nisan ve Bulut da benimleydi. Birlikte tüm evi kontrol ettik.
“Evde değil.” diye seslendim Eren’e.
“Duvar kontrolü başarılı!” diye seslendi Eren mutlu ama yorgun bir sesle.
Kendimi yine o yazının önünde buldum, “URAZ KAYALAR BURADAYDI!” Bu bizim için yola devam etme motivasyonumuzu yükselten yegane şeydi. Üstelik on beşinci ev uyuyacağımız evdi, Uraz’ın orada olduğuna ve orada uyuduğuna neredeyse emin gibiydim. Bana kalırsa hiçbir insanın vücudu daha uzun bir tempoya dayanamazdı.
On dördüncü evden on beşinci eve gidişimiz işkenceden farksızdı, bir ara durup bacaklarımın ağrısından ağlayacağımı düşünsem de sesimi bile çıkarmadım. Dayanmak zorundaydık, muhteşem bir şey başarmıştık ve Uraz’a yetişmek üzereydik.
“İyi misin?” diye sordu Bulut, soğuktan sesi kısılmış gibiydi.
“İyiyim.” dedim hapşırarak. İyi değildik. Hem de hiçbirimiz.
“On beşinci ev göründü!” dedi Eren halsizce.
“Bu sefer önce duvara bak!” dedim, “Evden çıkarken yazıyor zaten, duvarda yazı yoksa içeridedir!” Eren önden giderek el feneriyle evin tüm duvarlarına baktı. Arkadan gelen benim gözlerim ise Eren’i heyecanla izliyordu.
“Yazı yok.” dedi Eren, “İçeride olmalı!”
O an yüzümde büyüyen gülümsemeyle merdivenlere doğru koştum. Elimdeki el feneriyle evin kapısını açtım ve heyecanla salona ve mutfağa baktım.
“Uraz!” diye seslendim içeri doğru, “Uraz! Biz geldik!”
O sırada Bulut, Nisan ve Eren de içeri girdiler.
“Uraz!” diye seslendi Eren, “Hani senin kadar dayanıklı değildik, nesin sen Yürüme Profesörü mü?”
Umutla koridora yöneldim, Uraz’ın odasının kapısını çalıp içeri girdim. Odası boştu. Hatta hiç içeri girilmemiş gibiydi. Daha sonra kendi odamı ve diğerlerinin odalarını kontrol ettim. Heyecanım giderek sönüyor, umudum giderek tükeniyordu. Kendimi tekrar salonda bulduğumda içimi büyük bir korku kaplamıştı.
“Yok,” dedim, “Odaların hiçbirinde yok.”
“Bahçenin her yerine baktım.” dedi Eren, “Orada da yok.”
“Bakmadığımız hiçbir yer kalmadı sanırım. Henüz buraya kadar gelememiş olabilir mi?” dedi Bulut.
“On dördüncü eve bizden önce ulaşmış. On dördünce evden on beşinci eve de bizden önce ulaşmalıydı. Yolda çamurların arasında yatıp uyuyamayacağına göre.” dediğimde sesimden endişe akıyordu.
Belki de hayatımın en endişe dolu anını yaşıyordum. On dördüncü eve uğramıştı ama on beşe gelmemişti. İki evin arasında başına herhangi bir şey gelmiş olabileceği düşüncesi tek mantıklı senaryoydu. Ne olmuş olabilirdi? Başına ne gelmiş olabilirdi? Çok mu yorulmuştu? Hastalanmış mıydı? Sakatlanmış mıydı?
Her şeyden hepsinden önemlisi tek bir soruydu, Uraz neredeydi?
“Onu aramak zorundayız.” dedim korkuyla, “On dördüncü ev ve on beşinci ev arasındaki tüm yolu yürümek ve onu bulmak zorundayız. Ne halde olduğunu bilmiyoruz. İki evin arasında dışarıda bir yerde çok kötü bir durumda olabilir.”
Sesim titriyordu. Karanlık platonun her yerinde kaybolmuş olabilirdi, sakatlanmış, yaralanmış, hastalanmış olabilirdi, kafamda dönen o kadar çok senaryo vardı ki bunları düşünmek bile kalbimi hızlandırıyordu.
“Ya da sadece bu evin duvarına hiçbir şey yazmadan devam etmiş olabilir?” dedi Bulut.
“Uraz böyle bir durumda onu merak edeceğimizi düşünecek kadar zeki.” diye cevapladım onu.
“Doğru söylüyor...” dedi Eren, “En başından beri bunu bir işaret olarak kullandıysa bu evi işaretsiz geçmezdi. Orada bir yerde olmalı.” dedi eliyle pencerenin dışını göstererek.
“Öyleyse gidip arayalım.” dedi Bulut.
Eve girişimiz ve çıkışımız bir olmuş gibiydi. Merdivenlerden hızla indiğim sırada sanki her bir saniye Uraz için vakit kaybı olacakmış gibi hissediyordum. Hepimiz ellerimizde fenerlerle geldiğimiz çamurlu yolu geri yürüyorduk. Bu sefer içim umut ve heyecan dolu değildi, bu sefer korkuyordum. Her birimiz korkuyorduk. Aklımıza gelen bütün ihtimaller korkunçtu.
“Bir önceki evde bir yerlerde uyuyor olmadığına emin miyiz?” dedi Nisan endişeyle, “Gözümüzden kaçmış olabilir mi?”
“Hayır, orada olsaydı bilirdim.” dediğimde kaşlarımı çatmaktan tüm yüzümün kasıldığını hissedebiliyordum.
“Çocuklar...” Bulut’un sesini ilk defa böylesine endişeli duyuyordum, iki adım arkamızdaydı. Ona doğru döndüğümüzde elinde tuttuğu çamurlu bir “şeye” bakıyordu.
“O da ne?” diye sordum korkuyla. Bulut o şeyi tutan elini kaldırıp diğer eliyle tuttuğu el fenerini ona doğrulttu.
“Uraz’ın bilekliği...” dedi korkuyla.
Şok içinde eline baktığımda “533” yazılı o bilekliği gördüm. Bu bileklik buraya ilk geldiğimizde her birimize verilen keselerden çıkan bileklikti. Benim bilekliğimde 889 yazıyordu, diğerlerinde ise kendi sayıları. Bilekliklerimizi keseyi aldığımız ilk an takmıştık ve her birimizin bileklikleri de rozetleri de hep bizimleydi. Oysa şimdi Uraz’ın bilekliği yolun öylesine bir yerinde, çamur birikintisinin içinden çıkmıştı. Sanki o bileklikle birlikte ruhum da çamura bulanmıştı. Ruhumun bulanıklaştığını, kalbimin sesini net bir şekilde duyamadığımı biliyordum. Buralarda bir yerde bize ihtiyacı olan biri vardı, bizim için kendisini feda etmek üzere yola çıkmış ve yapayalnız kalmış biri. Onu bu yıkık dökük platonun içinde kaybetme ihtimalimiz beynimin içinde dönüp dururken gücümü kaybetmek üzere olduğumu hissediyordum.
“Neredesin?” diyordu kafamın içindeki binlerce ses, “Neredesin Uraz? Neredesin?”
Ve sanki içimde dönüp dolaşan tüm bu sorular onun ruhunda cevap buldu, kalbim öylesine bir hisle doldu ki sanki Uraz’ın yakınlarda olduğunu biliyordum. Buralarda bir yerde olmalıydı, yakınımızda. Ve biz onu bulacaktık, ne pahasına olursa olsun.