14. Bölüm: Beyaz

Beyza Alkoç

Gecenin ilerleyen saatlerinde ne Aziz Ata uyuyabilmişti, ne de ben. Salondaki büyük koltuğun bir köşesinde o oturuyordu, bir köşesinde ben. Dudağımdan çay içebilmek için yeni çekip aldığım buz torbası ise önümüzdeki sehpadaydı.

“Teşekkür ederim,” dedim, “Çay için.”

Sesim çatallı çıkmıştı, sanki dudağımın acısı boğazıma vuruyor gibiydi.

“Rahatlatır diye düşündüm.” dedi Aziz Ata koltuğun diğer köşesinden.

Sesi kısık televizyonda bir dekorasyon programı açıktı, birileri yine birilerinin evlerini baştan aşağı yeniliyordu. Işıklar kapalıydı, televizyonun ışıkları ise yere ve duvarlara yansıyor, gölge yapıyordu.

“Biraz inmiş gibi…” diye mırıldandım elimi dudağıma götürdüğüm sırada.

Gecenin sessizliği içinde dudağımın acısına rağmen düşüncelerimin odağı hala aynıydı. Kendimi, hem Aziz Ata’ya soru sorar gibi hem de kendi kendime konuşur gibi buldum.

“Musa Hocan…” diye mırıldandım, “Hala araştırıyor mu Baran’ın kaybını?”

“Evet.” dedi Aziz Ata sessizce.

“Hiçbir şey bulamadı mı yoksa sen mi bana söylemiyorsun?”

Aziz Ata endişeli gözlerle beni izliyordu. Son sorum ise endişesine endişe katmış gibiydi.

“Aklın hep onda… Değil mi?” diye sordu bir anda, “Aklın hep Baran’da.”

Soran gözlerle ona döndüm. Buna üzülmüş müydü? Baran’ın kaybını bu kadar düşünüyor olmam onu üzmüş müydü?

“Bu seni rahatsız mı ediyor?” diye sordum merakla.

“İçim hiç rahat değil Derin.” dedi.

“Neden?”

“Yarın eve gideceksin.” dedi, “Kafana esip de Baran’ı aramak için tekrar tehlikeli bir yola girmeyeceğinden emin olabilecek miyim?”

Sonra ne yapacağını bilemedi, bakışlarını kaçırdı ve kendine bile itiraf etmekte zorlandığı bir şeyi bir anda söyleyiverdi.

“Söz konusu Baran olunca,” dedi Aziz Ata, “Gözün hiçbir şeyi görmüyor.”

Bu cümlenin altında yatan tek duygu endişe değildi. Bambaşka bir hedefi vardı bu cümlenin, bambaşka bir nedeni.

“En yakın arkadaşımdı.” diye mırıldandım.

Konuşmaya devam edecekken keskin bir ses tonuyla sözümü kesti Aziz Ata.

“Ve belki de daha fazlası.”

“Bunu daha önce konuştuk,” dedim sessizce, “Onun için hep daha fazlası vardı ama benim için yoktu. Baran benim dostumdu, en yakın arkadaşımdı. Kaybolan Berfu da olsa, Dünya da olsa elimden ne gelirse yapardım.”

“Elinden bu gelmesin.” dedi Aziz öfkesini bastırmaya çalışır bir halde, “Kapısında korumaların beklediği mekanlara girip içeride ipucu aramaya çalışma mesela Derin, bu da elinden gelmesin.”

“Gelmedi zaten.” dedim derin bir iç çekişle, “Beceremedim.”

Sessizleştik. O başka bir dünyaya daldı, ben başka bir dünyaya. Koltuğun birer köşesinde ve kendi zihinlerimizin içindeydik. Aziz Ata’yı hiç bu kadar stresli, endişeli ve hiç bu kadar gergin görmemiştim. Gerginliğinin tek sebebi başımı soktuğum bela mıydı?

“Ben sadece,” diye mırıldandım, “Artık bitsin istedim…”

Aziz huzursuz bir nefes aldı. Öne doğru eğilip kollarını bacaklarına yasladı.

“Bana bırak,” dedi gözleri evin karanlığına dalmış bir halde, bakışları evden daha karanlıktı, “Yani bize bırak. İşin içine duygularını katmadan araştırabileceklere, ya da işi gerçekten bu olanlara.”

Koltukta oturduğum yerden uzandım ve elimi Aziz Ata’nın kolunun üzerine koydum. Karşıdaki duvarı izleyen bakışları göz ucuyla bana döndü. Önce şefkatle kolundaki elime baktı, sonra nedenini anlamadığım bir endişeyle tekrar karanlığa, duvara döndü.

“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım, “Bu konuda en başından beri yanımda olduğun için. Hatta sadece bu konuda değil, canımı yakan çoğu konuda…”

Elimi yavaşça çektim kolundan. Yüzüne teşekkür eder gibi baktım. Bakışları bakışlarımı buldu, kurduğum cümle duygulandırmıştı onu. Sanki benimle ortak bir acının içindeymişçesine hüzünle baktı gözlerime Aziz Ata. Ve hiç unutamayacağım bir cümle döküldü dudaklarından.

“Yaralı bir kalbi sarmayı en iyi ben bilirim,” dedi, “Kendiminkini yıllarca bir başıma sardım.”

“Gerçekten tek başına mı sardın?” dedim ortamın hüznünü kırmak isteyen alaycı bir ses tonuyla.

Başını çevirdi, gözleri gözlerime uzun uzun baktı.

“Yanındaki insanlar yaralarını sarmayı bırak, nerenin nasıl yaralandığını bile görmüyor bazen.” dedi Aziz Ata koltukta arkasına yaslanırken, “Ve insan bu dünyada yarası kadar var aslında. Yanımızdakiler bizim nasıl ve ne kadar var olduğumuzu bile göremiyor.”

Başımı salladım.

“Yarası kadar…” diye fısıldadım onu tekrar ederek.

Sonra bana döndü Aziz Ata, yaslandığı yerden elini uzattı, parmağını dudağımdaki yaranın üzerinde gezdirdi ve derin bir iç çekti.

“Yarası kadar.” dedi bir kez daha.

Parmakları yanağımı okşadı, gözlerim gözlerine bakarken yavaş yavaş kapanmaya başladı. O da ben de koltuğa iyice gömülmüş, birbirimize dönmüş, ortak bir sessizliği paylaşıyorduk.

“Uykun geldi.” diye fısıldadı bana.

“Hı hı.”

“Hiç bozma,” dedi, “Ben seni yatağa taşırım…”

İçtiğim ağrı kesiciler iyice uykumu getirmiş olmalıydı. Gözlerim ne kadar dirensem de yavaş yavaş kapandı. Duyduğum son ses Aziz Ata’nın sesiydi, gördüğüm son görüntü onun gözleri, onun teni ve onun gölgesiydi. Bildiğim son şey ise beni kollarının arasına alıp yatağına taşıyacağıydı.

Yaramı sardığı gibi saracaktı beni, üstümü örtecekti ve ısıtacaktı tenimi…

Sabah gözlerimi telefonumun zil sesine açtım. Önce olduğum yeri yabancılayıp birkaç saniyeliğine olup bitenleri sorguladım. Bana hem yabancı hem de tanıdık gelen yatak odasının tavanına baktım önce, sonra tam karşıda kalan aynaya kaydı gözlerim.

Aziz Ata’nın yatağındaydım.

Ve yatakta tek başımaydım.

Yatağın yanımdaki yeri bozulmamıştı bile. Soran gözlerle etrafıma bakındığım sırada yastığımın yanında duran ve ısrarla çalan telefonuma yöneldi elim. Arayan annemdi ve saat sabah 9’u yeni geçmişti. Boğazımı temizleyip telefonu açtım.

“Alo?” dedim ve sesimin çatallandığını fark edip boğazımı bir kez daha temizledim, “Ef-efendim anne?”

“Derin?”

“Anne?”

“Yavrum uyandırdım mı? Berfu’ların kahvaltı saati baya erken ya, uyanmışsınızdır diye düşündüm. Gelin çiçeği bakmaya gidecektim, gelir misin diye sorayım dedim. Hatta sormayayım, gelirsen çok mutlu olurum biliyorsun.”

Titrek bir iç çekişle çaresizce aynadaki yansımama baktığım sırada gözlerim kapıda gördüğüm hareketliliğe kaydı. Gördüğüm manzarayla çaresiz iç çekişim hayranlık dolu bir iç çekişe evrildi çünkü uykudan yeni uyanmış bir Aziz Ata Yener herkesi kendine hayran bırakabilirdi…

Saçları dağınıktı, gözleri hala uykulu bakıyordu, altındaki kare pijaması ve üzerindeki gri atleti ile gerçekten de uğruna iç çekmeyi hak ediyordu.

“Beni böyle bir günde yalnız bırakmazsın değil mi?” dedi annemin telefondaki sesi.

Gözlerim Aziz Ata’nın uykulu gözlerini buldu, bana etkileyici bir gülümsemeyle bakıp kapının pervazına yaslandı.

“Tamam anne,” diye mırıldandım, “Birazdan çıkar gelirim.”

“Tamam,” dedi annem, “Hazırlanıyorum!”

Telefonu kapatıp saçlarımı düzelterek Aziz’e döndüm.

“Günaydın,” diye mırıldandım, “Sen koltukta mı uyudun?”

“Yatağımda çok güzel bir şey vardı.” dedi, “Bana da koltukta uyumak düştü…”

Utanarak gülümsedim ve bir anda esnemeye başladım.

“Gidiyor musun?” diye sordu Aziz Ata birkaç adım atıp yatağa, yanıma otururken.

Başımı salladım.

“Düğün yaklaşıyor, biliyorsun.” dedim, “Gelin çiçeği bakmaya gidecekmişiz. Aslında bir çiçek almıştı annem ama sonra vazgeçti.”

“Kahvaltı?” diye sordu Aziz.

“O kadar vaktim yok. Yolda hızlıca bir makyaj yapıp şu izleri kapatmam lazım ama. Neyse ki dudağım inmiş…”

“Peki bu halde…” diye konuşmaya başladı Aziz Ata tereddütle, “Bu halde annenin yanında iyi olacak mısın?”

“Mecburen.” dedim, “İyi olacağım… Beni merak etme.”

Aziz Ata derin bir iç çekti.

“Kıyafetlerin kurutma makinesindeydi,” dedi istemeye istemeye kalkarken, “Getireyim. Sonra da seni bırakırım.”

“Teşekkür ederim.”

Aziz kıyafetlerimi getirip kendi kıyafetlerini alarak salona geçtikten sonra hızlıca hazırlandım. Yüzüme aynada son bir kez dönüp yaralarıma baktım. Bu halde mutlu görünebilecek miydim anneme karşı? Her şey yolundaymış gibi yapabilecek miydim? Huzursuz bir nefes aldıktan sonra Aziz’in odasından çıktım.

Arabaya bindiğimizde şehirde dünün ılık havasından eser yoktu. Yağmur çiseliyor, hafif esen rüzgar ise taşıdığı yağmur damlaları ile birlikte esiyordu. Radyoda bir şarkı çalmaya başladı o an.

Bir cümle kurdu şarkının sahibi.

“Bırak beni tenhalarımda,” dedi, “Sevmeyi bilmiyorsan…”

Çok sonra anlamlı gelecekti bu cümleyi birlikte duyduğumuz bu an, çok sonra anlayacaktım bazı cümlelerin sebebini, bazı gölgelerin ardını, bazı duvarların ötesini.

O gün için yalnızca güzel bir andı bu. Yağmur, rüzgar, müzik, Aziz Ata ve ben.

Ben yaralarımı kapatmak için makyaj malzemelerime eğilmişken Aziz Ata’nın ise canı sıkkın gibiydi. Camını biraz indirip içeriye dolan yağmur kokusu eşliğinde bir nefes aldı sanki buna ihtiyacı varmış gibi.

“Sen iyisin, değil mi?” diye sordum.

“Neden sordun?” dedi.

“Canın sıkkın gibi.”

“Sebebini biliyorsun.” dedi, “Baran için gözünü ne kadar karartabileceğini görmek beni korkutuyor…”

Derin bir nefes alıp elimdeki ruju çantama geri koydum, fermuarını çekip çantamı kapattım ve tüm ilgimle ona döndüm.

“Artık bir şey yapmayacağım,” dedim, “Sadece haber bekleyeceğim. Bu yaşadıklarımdan sonra çabalamaya devam etmek aptallık olur. Endişelenme.”

Söylediklerim onu tatmin etmemiş gibiydi. Yalnızca başını salladı ama bakışları hala düşünceliydi.

Elimi uzatıp koluna dokundum.

“Yarası kadar akıllanırmış insan.” dedim alaycı bir gülümsemeyle, “Nasıl? Seninki gibi etkileyici bir cümle olmadı ama ben de bir şeyler öğreniyorum sanki.”

“Aferin.” dedi gülümseyerek.

Onu mutsuz eden bir şeyler vardı ve o şeyler yalnızca benimle ilgili olamazdı. Benimle ilgili bir şeylerin Aziz Ata’nın canını bu kadar sıkabileceğine inanmıyordum.

Yaklaşık on beş dakika sonra evin kapısının önünde durduğumuzda Aziz içinde bin bir çeşit savaş varmışçasına bakan gözleriyle bana döndü ve evde sorduğu sorunun aynısını bir kez daha sordu.

“İyi olacaksın, değil mi?”

Arabanın silecekleri ön cama vuran yağmurla savaşırken başımı salladım.

“İyi olacağım,” dedim, “Sen de iyi ol.”

Başını salladı. Başka bir şey söyleyemedi.

“Görüşürüz Aziz.” dedim arabanın kapısını açmak için uzandığımda.

“Beni haberdar et.” diye mırıldandı, “Aklım sende kalmasın.”

“Ederim.”

Arabadan inip hızlıca bahçeye girdim. Bahçeyi koşar adım geçerken aklımdaki tek dert makyajımı yağmurdan korumaktı. Kapının ziline basıp endişeyle beklemeye başladım. Neyse ki kapıyı açan annem değil, Mahperi Ablaydı.

“Ooo,” dedi, “Siz eve gelir miydiniz?”

Gülümseyerek içeri girdim. Anormal bir tepki vermediğine göre herhangi bir yaram belli olmuyordu.

“Abartma Mahperi Abla.” dedim, “Sadece bir gün yoktum.”

İçeri girip ayakkabılarımı çıkarken gözlerim de annemi arıyordu.

“Annem nerede?” diye sordum merakla.

“Kış bahçesinde, az önce bir misafiri geldi. Ben de çay götürdüm şimdi onlara.”

“Misafir mi?” dedim merakla, “Çiçek almaya çıkacaktık, bana misafir beklediğini söylemedi.”

“Valla kendisi de beklemiyordu herhalde, geç istersen sana da çay getireyim yavrum.”

“Tamam,” dedim başımı sallayarak, “Bir bakayım kim gelmiş.” Hafif nemli saçlarımı ellerimle düzeltmeye çalışarak kış bahçesine doğru ilerledim.

Koridor boyunca ilerleyip mutfağı da geçtikten sonra merakla kış bahçesine girdim. Önce annemi gördü gözlerim, sonra karşısında oturan uzun koyu kumral saçlı kadını gördüm arkadan. Annemin gözleri kapıdaki hareketliliği görünce bana döndü ve beni görür görmez anlık bir telaş yaşar gibi oldu.

“Anne…” diye mırıldanarak masaya baktığım sırada arkası dönük olan kadının elindeki çay fincanını masaya bırakıp bana doğru döndüğünü fark ettim.

“Merhaba.” dedi kadın zarif bir ses tonuyla.

Kadının koyu mavi gözlerinde durdu gözlerim.

“Mer…haba…” diye mırıldandım tereddütle, bir anlığına bana yabancı gelen bu yüz birkaç saniye içinde tanıdık gelmeye başladı.

Ve işte o an bu yüzün benim için hep bir yabancının yüzü olarak kalmasını diledim…

Zira karşımdaki bu yüzün sahibi Deha Yener’in eski karısından başkası değildi.

Peki burada ne işi vardı? Eski kocasının müstakbel karısı ile tanışmaya mı gelmişti yoksa hesap sormaya mı? Annemin bakışlarından anladığım kadarıyla burada olmamamı, onları yalnız bırakıp çıkmamı istiyordu ama bunu yapmayacaktım.

“Hoş geldiniz.” dedim kadının yanı başında durarak, elimi uzattım, “Derin ben.”

Kadın kendisine uzattığım eli sıktı ve beni baştan aşağı süzdü.

“Hüma ben de. Memnun oldum Derin.”

“Ben de.” diye mırıldandım ve annemin yanına, Hüma Hanım’ın karşısına oturdum.

Tam o sırada Mahperi Abla bir tepsi çay ile içeri girdi. Bir yandan masadaki boş fincanları alıp dolularını koyarken bir yandan da soran gözlerle kaş göz yaparak bana bakıyordu.

Gözlerimi kaçırıp çat fincanımı önüme çektim.

Mahperi Abla istemeye istemeye kış bahçesinden ayrıldıktan sonra kadın söze girmeye niyetlendi. Boğazını temizledi ve duruşunu dikleştirdi.

“Ben biraz çat kapı bir ziyarette bulundum Derin’ciğim,” dedi, “Sen beni tanımazsın ama ben…”

“Tanıyorum.” diye mırıldandım, sonra boğazımı temizleyip ekledim, “Aziz Ata benim arkadaşım. O sayede tanıyorum yani.”

Kadın başını salladı.

“Durumları da biliyorsun o zaman…”

“Derin sen istersen çayını odanda iç de biz de burada…” diye söze giren annemin sözünü Hüma Hanım kesti.

“Benim için bir sakınca yok,” dedi kadın, “Derin kalabilir. Zaten bilmeyeceği bir şeyden bahsetmiyordum. Zaten hali hazırda tek bir ortak noktamız var o da… Deha Yener.”

Hesap sormaya mı gelmişti? Eğer öyleyse haklıydı, annemi koruyacak değildim. Yoksa aramızdan çekil demeye mi gelmişti anneme? Çayını içiyor, olgun bir ifadeyle beni süzüyordu annemden çok.

“Hüma Hanım,” dedi annem çaresizce, “Bizim tek ortak noktamız Deha değil. Ben bir anneyim, siz de öylesiniz. Takdir edersiniz ki kızımın yanında böyle bir konuşma yapmak istemem…”

Derin bir iç çekti kadın.

“Kızınız her şeye şahit olmuş ama…”

“Ben iyiyim anne,” dedim sözlerini keserek, “Çocuk değilim. Her şeyin farkındayım. Konuşmanıza engel teşkil ettiğimi de sanmıyorum.”

“Fakat ben de zaten…” dedi Hüma çayından bir yudum daha alarak, “Çok uzatmayacaktım.”

Fincanını tabağına koyup nazikçe iterek önünden uzaklaştırdı ve önce bana sonra anneme baktı.

“Sadece şunu söyleyeyim,” dedi ayaklanırken, “İki çocuğunu ve bunca yıllık karısını bir anda bir başkası için bırakan bir adam size neler yapmaz. Bunu bir düşünün istedim. Üstelik…” dedi ve durdu kadın, “Derin gelmeden önce zorluklarla dolu bir hayat yaşadığınızdan bahsettiniz bana. Buna da tek bir sözüm var aslında…”

Kadın ayaklanmıştı, çantası kolunda ve gitmeye hazır halde durdu, göz ucuyla bana baktıktan sonra bir kez daha anneme döndü ve son sözünü söyledi.

“Gittiğiniz her yer kötü kokuyorsa koku sizden geliyor olabilir Zeren Hanım. Hala hanım diyorum ama sanmayın ki bu sizin hanımlığınızdan…”

Güneş gözlüğünü taktı ve topuklu ayakkabılarının sesi hızla bizden uzaklaştı. Ne ben bir şey söyleyebildim ne de annem. Kadın haklıydı, bu hikayedeki mağdur oydu. Açık açık uyarmak istemişti aslında bizi, belki de yalnızca beni. “Bana bunları yapan size neler yapmaz.” demişti resmen.

Yüzlerce şey geçti o an aklımdan. Annemin yüzünün önce nasıl da kıpkırmızı olduğunu, sonra renginin bir anda nasıl da atıverdiğini gördüğümde ise tek bildiğim onun iyi olmasını istediğimdi.

“Mahperi Abla!” diye seslendim içeriye doğru, “Kolonya!”

Annemin bahçe takımının koltuğuna uzanmasını sağladığımda “İyiyim.” dedi bana, “Hamilelik… Hamilelik yüzünden…”

Ellerini, boynunu kolonya ile ıslattığım an kış bahçesinin beyaz parlak tüller dışarıda esen güçlü bir rüzgarla hareketlendi. Camlara takılı küçük çanlar rüzgarın gücüyle çalmaya başladı. Günler geçti böylece, esen rüzgarın uçurduğu tüllerin hafifliğinde…

Şimdi gözlerim yine beyaz tüllerin üzerindeydi fakat tüller bu sefer bir gelinliğin eteğine aitti. Beyaza bürünmüş bahçe, lavantalar, duvarlara ve ağaçlara asılmış güneş kapanları, çanlar, deniz kabukları, beyaz simli balonlar, yerlerde ve masalarda konfetiler…

Konfeti Atölye’nin büyük bahçesi ilk kez bir düğüne ev sahipliği yapacaktı ve biz bu büyük gecenin en başında, atölyenin bahçeye bakan odalarından birinde, tüller ve çiçeklerin arasında, annemin gelin odasındaydık.

O gün gelmişti, 11 Temmuz. Bembeyaz başlayan, ve simsiyah biteceğini hiçbirimizin bilmediği o gün…