14.BÖLÜM : AŞK SANRISI.

Beyza Alkoç
0

14.Bölüm : Aşk Sanrısı.

Kendime dair olan inançlarım bir terazinin iki tarafına bölüştürülmüş gibiydi. Kendi isteklerim, duygularım, düşüncelerim ve hayallerimle ilgili arada deredeydim. Bir yanım bana verilen her ünvandan ve bana bağlanan tüm beklentilerden kurtulmak istiyordu. Bir diğer yanım ise benim yalnızca ünvanlarımdan ve insanların benden beklentilerinden ibaret olduğuma inanıyordu. Bir yanım “ben” olmak istiyordu, diğer yanım krallık için yaşadığıma inanıyordu. Bir yanım tüm sorumluluklarından kurtulup özgürleşmek istiyordu, diğer yanım bana verilen sorumlulukları taşımak için dünyaya geldiğime inanıyordu. Ben ise içimdeki özgür ve tutsak iki ruhun arasında kalmış, sıkıştığımı hissediyordum. Kim olduğumu, neden var olduğumu, hayattaki amacımı sorguladığım anlar her geçen gün daha da artıyordu. İçimdeki teslimiyet giderek azalıyor, terazinin bir yanı gün geçtikçe diğerine göre ağırlaşıyordu.

Kendimi, geceleri daha çok kendim gibi hissediyordum. Üzerimdeki kıyafetlerin ağırlığı azaldıkça kendime daha çok yaklaşıyordum sanki. Çünkü bizler üzerimizde taşıdıklarımız değiliz, ne üzerimizdeki kıyafetlerden, ne de üzerimizdeki sorumluluklardan ibaretiz. Onları bir kenara bıraktığımızda neysek oyuz. Ne kadar hafiflersek, o kadar kendimiziz.

Gecenin aydınlanmaya en yakın ve en zifiri saatindeyiz. Hava aydınlanmaya başlamadan hemen önce en karanlık haline bürünüyor adeta, ertesi geceye kadar karanlığını unutmamak için geceyi her zerresiyle son bir kez karartmak ister gibi gökyüzü.

Dışarıda gök gürlediğini fark ettiğimde yatağımda dönüp duruyor, hayatımı düşünüyor, geçmişimi ve geleceğimi sorguluyordum. Yağmurun yağacak olması iyi bir haberdi, az da olsa kalan tüm kar birikintilerini eritecekti. Fakat biz yine de ben iyileşene kadar burada kalmaya mahkumduk.

Yatağımda dönüp dururken karnımın acıktığını fark ettim. Sabahtan beri hissettiğim iştahsızlığım ve mide bulantılarım bir anda geçmiş ve yerini koca bir açlık hissine bırakmıştı. Yataktan dikkatlice doğrulup ayaklarımı aşağı sarkıttım, incinen bileğimin şişliği gözle görülür şekilde azalmıştı, sıcak su, şifacının ilaçları ve masajı iyi gelmiş olmalıydı. Acaba üstüne bassam canım çok yanar mıydı? Canımın yanmasından da öte, bileğime zarar vermiş olur muydum? Sıkıntılı bir nefes alarak sağlam olan ayağımın üzerine bastım ve yanımda komodine tutunarak kapıya doğru ilerledim. Tek ayağımın üzerinde kapıya kadar geldikten sonra kapının kulpuna tutup aşağı çevirdim ve kapıyı açtım.

“Majesteleri?” Ben kapıyı açtığım an kapının tam karşısına çekilmiş bir sandalyede uyuklayan Atlas’ı gördüm.

Tabi ya, kapımda nöbet tutacaklarını nasıl düşünemedim?

“Uyandırdım mı?” diye sordum gülümseyerek. Atlas telaşla ayaklandı.  

“İyi misiniz? Bir şeyiniz mi var?” diye sordu. Elimi kaldırıp onu sakinleştirmeye çalıştım.

“Merak etme, iyiyim. Yalnızca acıktım. Mutfağa inecektim...” Sonra duraksadım ve merakla devam ettim, “Burada olduğunu bilmiyordum.”

“Ağabeyimi odasına zorla gönderip nöbeti devraldım.” dedi.

“Hazar burada mıydı?” diye sordum şaşkınlıkla.

Onu en son saçlarımı taradıktan sonra, acıkıp acıkmadığımı öğrenmek için odama geldiğinde görmüştüm. Bir daha gelmeyince atların nöbetini tuttuğunu düşünmüştüm.

“Buradaydı. Yeni gitti sayılır, aslında ben zorla gönderdim!” dedi Atlas, “Yoksa uykusuzluktan bayılacaktı. Onu siz de tanımışsınızdır artık." Gülümseyerek başımı salladım.

“Tanıdım...” diye mırıldandım, “Yani... Sayılır.”

Ben bir anlığına dalmış nedense Hazar’ı ne kadar tanıdığımı sorgularken Atlas eliyle odamın içini gösterdi ve söze girdi.

“Siz dinlenmeye dönebilirsiniz, efendim. Ben size bir şeyler hazırlayıp getireceğim. Özellikle istediğiniz bir şey var mı?”

Başımı yavaşça salladım.

“Ne bulursan getirebilirsin,” dedim gülerek, “Zaten pek bir şey yok. Sadece ekmek bile yiyebilirim.”

“Aslında yiyecek çok şey var. Siz uyurken Boray ile gidip hizmetlilerden birkaçını eve getirdik. Saatlerdir yemek hazırlıyorlar.” Ona şaşkınlıkla baktım, ben kendi buhranım içinde dönüp dururken ne çok şey olmuştu.

“Neden?” diye sordum, “Hizmetlileri dikkat çekmemek için aramayacağını söylemiştiniz.”

“Bilmiyorum, ağabeyim öyle istedi... Lakin hiçbirini aramak zorunda kalmadık, şifacıdan adreslerini aldık.”

“Kimler geldi?” diye sordum, “Helga burada mı?” Atlas başını salladı.

“Evet, efendim. Diğerlerinin isimlerini ben de bilmiyorum ama sizin için sorar, öğrenirim.”

“Gerek yok, gerisini sabah kendim görürüm.” Duraksadım ve önce arkamı dönüp odama, sonra Atlas’a baktım, “Senden bir şey isteyebilir miyim şövalye?”

“Tabi ki efendim.”

“Aşağı inmeme yardımcı olur musun?” diye sordum, “Bu gece bu odadan yeterince bunaldım. Koluna tutunabilirsem tek ayağım üzerinde rahatça inebilirim. Biraz değişikliğe ihtiyacım var...”

“Tabi ki.” dedi Atlas ve bana kolunu uzattı.

O da ağabeyi gibi ne desem “tabi ki” diyordu, sanki karşımda Hazar’ın birkaç yıl önceki hali vardı. Atlas’ın koluna inip merdivenleri ağır ağır inerken bir yandan da merdivenin korkuluklarına tutunuyordum.

“Kapımda nöbet tutmanıza gerçekten de gerek var mıydı?” diye sordum merakla, “En fazla ne olabilir ki?”

“Evde az kişiyiz.” dedi Atlas, “Ve bu evde kalmamız gerekenden uzun süre kaldık, bu kadar sabit kalmamalıydık... Bu yüzden tehlike her an kapıyı çalabilir.”

Atlas’ın ses tonu bana benden dört yaş küçük kuzenim Nidas’ı hatırlatmıştı, onu gördüğüm ilk andan beri onda tanıdık bir şeyler olduğunu biliyor ama ne olduğunu çözemiyordum, gözüme günlerdir küçük bir erkek kardeş olarak görünüyordu ve ona karşı bir abla gibi hissetmemin sebebi bu benzerlik olmalıydı.

“Son basamağa dikkat edin. Tamam, şimdi...” Atlas merdivenin son basamağından dikkatlice inmeme yardımcı olduktan sonra boşta olan tek koluyla benim için bir sandalye çekti.

“Teşekkür ederim.” Yemek masasının en başındaki sandalyeye oturup rahat bir nefes aldım, yukarıdan aşağı inmek tahminimden çok daha zor olmuştu.

“Ben hizmetlilere haber vereyim.” Atlas beni salonda bırakıp mutfağa giderken salonun her yanına bakındım, pencerenin önünde görünen Boray ve Somer hariç kimse ortalıkta görünmüyordu. Onlara da dış kapı nöbeti mi vermişlerdi?

Şömine her zamanki gibi alev alevdi, şamdanlardaki mumlar yakılmış, ev yeniden canlanmıştı... Helga mutfağın kapısında her zamanki güler yüzü ile göründüğünde gözleri dolu doluydu. Bana endişeli ve heyecanlı bir gülüşle bakıyordu, eli kalbindeydi.

“Sizin için çok korktum, efendim!” dedi, “Eğer izin verirseniz... Size sarılabilir miyim?”

Şaşkınlıkla gülümsedim.

“Tabi ki.” dedim, benim için bu kadar korkması beni de duygulandırmıştı. Helga ile aramda tanıştığımız ilk andan beri duygusal bir bağ vardı, bunu hissedebiliyordum.

Yanıma heyecanla koştu, beni kollarıyla sardı ve bana gözyaşları içinde sarıldı. Ellerimi nazikçe sırtına değdirip çektim.

“Endişelenme,” dedim, “Gayet iyiyim. Ama birazdan senin yüzünden ölebilirim Helga!”

“Ah,” dedi Helga endişeyle kollarını açarken, “Sizi çok mu sıktım? Çok özür dilerim efendim!”

“Hayır, hayır.” Gülüyordum, “Yalnızca çok açım ve açlıktan ölmek istemiyorum.”

Helga rahatlayarak gülmeye başladı, eli kalbine gitmiş, büyük bir kaza atlatmış gibiydi.

“Asla efendim,” dedi, “Sizi asla aç bırakmayız!” Eli hala kalbindeydi, derin bir nefes alarak güldü ve gözyaşlarını silerek telaşla mutfağa yöneldi.

Helga salondan ayrılır ayrılmaz her zamanki sessizliğin içinde kaldım. Tam şu an herkesin bana “efendim” dediği bir kalabalıktan başka kimsem yoktu. Gözlerim masanın hemen yanındaki komodinde duran kılıflı tarot destesine kaydı. Kahinin sözleri desteyi görür görmez kafamın içinde belirdi.

“İlk kartınız Kılıç Üçlüsü... İlk kılıç düşmanlarınızdır, efendim... Onlar sizi çok yoracak. İkinci kılıç aşktır, efendim... Hayat sizi imkansız bir aşkla sınayacak. Ve üçüncü kılıç... Üçüncü kılıç sizsiniz efendim, günü geldiğinde kim olduğunuzu kabullenmekte zorlanacaksınız ve bu canınızı çok yakacak.”

Derin bir iç çektim. Gözlerimi kart destesinin kılıfından ayırıp masaya çevirdim. Kim olduğumu kabullenmekte zorlanmaya başladığımın farkındaydım ama bu tahmin etmesi güç bir durum olmasa gerekti. Üstelik bunun canımı yakacağına olan inancım ise hiçliğe yakındı, ne için doğduğumun ve sorumluluklarımın bilincindeydim. Şahsi buhranlarımın ve gelgitlerimin hiçbirinin bir halkın geleceğini etkilemesine izin veremezdim. Vermemeliydim...

“Siz yeter ki yemek isteyin efendim...” Helga güler yüzüyle içeri girdiğinde elinde koca bir tepsi vardı. Tepsiyi masaya bıraktıktan sonra içindeki tabakları bir bir sayarak önüme dizmeye başladı.

“Kabak çorbası ve hardallı somon,” dedi önce, “Ispanaklı çörek, elmalı turta, yaban mersinli kek ve muzlu pasta...”

Önümdeki tabaklara hayranlıkla bakarken içten içe bu masada ve duyduğum kelimelerde bir gariplik olduğunu fark ettim. Sanki Helga’nın saydığı her bir yiyecek ve tatlı benim dile getirdiğim, istediğim şeylerdi. Ben bunları birine söylemiş miydim? Ah...

“Bunları yapmanı kim istedi?” diye sordum birdenbire. Helga’nın gülüşü soldu ve kaşları endişeyle çatıldı.

“Beğenmediniz mi, efendim?”

“Hayır, hayır. Hepsi sevdiğim şeyler, yalnızca fikrin kimden çıktığını merak ettim...”

“Şövalyelerin başı...” dedi Helga tereddütle, “O istedi. Bir liste hazırlamış.”

Birkaç saniyeliğine önümde duran tabaklara bakakaldım. Yalnızca birkaç saat önce az ilerideki koltukta ateşler içinde yatarken Hazar’la yaptığımız o konuşmayı anımsadım.

“Yemek istediğiniz bir şey var mı? Yoksa ne bulursam getireyim mi?”

“Elmalı turta, yaban mersinli kek, ıspanaklı çörek, kabak çorbası, hardallı somon, muzlu pasta...”

“Mutfakta bunların hiçbirini bulabileceğimi sanmıyorum. Ama denerim.”

Hazar hizmetlileri benim için getirtmiş ve hastalığın bulanıklığı içinde ondan istediğim her bir şeyi yaptırtmıştı. Böyle bir ayrıntıyı aklında tutması ve böyle bir incelik için uğraşması bir savaşçı için çok fazlaydı. Dışarıdan baktığında dümdüz bir adamdı ama içinde bambaşka biri vardı sanki. Ne diyeceğimi de yemeklere nereden başlayacağımı da bilemiyordum.

“Teşekkür ederim Helga.” diye mırıldandım.

“Afiyet olsun efendim. Başka bir isteğiniz var mı?”

“Ben bunları bile bitiremem ki.” Gülümsedim, “Ama olursa seslenirim.”

“Kulağım sizde, Majesteleri.” Helga yanımdan ayrılıp mutfağa dönerken mutfağın kapısında elindeki bir bardak meyve suyu ile Atlas göründü ve bana başıyla selam verdi. Kabak çorbamdan bir kaşık alıp selamına aynı şekilde karşılık verdim.

“Bir sorun olursa ben kapıdayım efendim, mutfaktakilere de bana da seslenebilirsiniz.”

“Nöbetçilerin yanına mı gidiyorsun?” diye sordum gülümseyerek.

“Evet... Sizi yemeğinizi yiyene kadar yalnız bırakmak istedim.”

“Aslında bana eşlik edersen daha mutlu olurum.” Çorbamdan bir kaşık daha aldım ve bir parça ekmek kopardım.

“Yemek yerken mi?” diye sordu tereddütle.

“Evet, tabi. Bu kadar çok şeyi tek başıma yiyebilmem imkansız.” Atlas elini saçlarına götürüp öne düşen saçlarını geriye doğru yatırdı.

“Size tepsi hazırladıkları sırada içeride üç dilim elmalı turta yedim.” dedi mahcup bir sesle, “Ondan önce de yemek yemiştim, inanın midemdeki son yer de elimdeki karadut suyu ile doldu. Ama yalnız kalmak istemezseniz burada oturabilirim.”

Atlas masanın yan tarafındaki sandalyelerden birini çekti ve onayımı almak için yüzüme baktı. Başımı sallayıp elimle oturmasını işaret ettim, ağzım o kadar doluydu ki konuşamıyordum bile. Atlas halime gülerek sandalyesine oturdu ve nihayet yutkunup ona döndüm.

“Bazen hiç de bir prenses gibi davranmıyorum, değil mi?”

“Hayır efendim, ne yaparsanız yapın genlerinizdeki kraliyet asaletini bozamazsınız. Asillik sizin içinize işlemiş, siz bunun için doğmuşsunuz.”

“İltifatların için teşekkür ederim.” Ona sessizce gülümseyip gözlerimi kapatarak teşekkür ettim. Elimdeki kaşığı çorba kasesinin kenarına bıraktım ve aklıma gelen konuları açmamak için bir sebep aradım. Atlas Hazar’ın kardeşiydi ve Hazar benim aralarında en çok iletişim kurduğum şövalyeydi. Doğal olarak Atlas etrafımda olduğu her an bana Hazar’ı hatırlatıyordu ve aklım bir anda Hazar’la ilgili bilmek istediğim konularla doluyordu.

“Ağabeyinin...” diye söze girdim, “Hazar’ın hikayesini duydum. Sarsıcı bir hayatı olmuş.”

Atlas bana kaşlarını çatarak baktı, sanki söylediklerim onu fazlasıyla şaşırtmıştı.

“Size hayatını mı anlattı?” diye sordu.

“Evet, neden bu kadar şaşırdın?”

“Kimseye anlatmaz...” dedi, “Diğer çocuklar bile ondan değil, çevreden duymuştur...” Salonda kısa bir sessizlik oldu, Hazar’ın bana hayatını anlattığı o anı, nasıl da sarhoş olduğunu anımsadım.

“Sarhoştu.” dedim.

“İsterse fıçıyla bira içsin, yine de anlatmaz.” Atlas sustuğu an gözlerinin masadaki boşluğa daldığını fark ettim. Yaşanan olay tüm aile için büyük bir travma olmuş olmalıydı.

“Sen de çok üzülmüş olmalısın,” dedim, “Öyle görünüyorsun.”

Atlas omuz silkti, gözleri hala masadaydı.

“Lena’ya üzülmüyorum,” dedi, “Hiçbir zaman üzülmedim.”

Lena... Hazar’ın eski karısının ismi buydu. Bu ismi o geceden sonra ilk kez duyuyordum. Atlas’ın tepkisi ise beklediğimden çok farklıydı.

“Üzüleceğini düşünürdüm, ne de olsa ağabeyinin karısı...” Ne diyeceğimi bilemedim, cümlelerimi toparlamakta zorlanıyordum ve bu konuyu açtığım için de kendimden utanıyordum.

“Bencilin tekiydi.” diye söze girdi Atlas.

“Ne demek bu?”

“Ağabeyimi kendine, kendisini acındırarak aşık etti. Ya da aşık ettiğini sandı...”

“Aşık ettiğini mi sandı?”  

“Bana kalırsa Hazar ona aşık filan değildi.”

Ona şaşkınlıkla baktım. Hazar’ın acı içinde anlattığı bu aşk hikayesinin altından böyle bir temel çıkacağını sanmazdım.

“Aşık gibi konuşuyordu...” dedim tereddütle, “Belki de siz anlamamışsındır.”

Atlas alay eder gibi güldü.

“Onunki aşk değil, acımaktı... O bunu hep aşk sandı. O kadın Hazar’ı önce bizden, ailesinden uzaklaştırdı, kimsesizleştirdi. Sonra hastalığı nüksedip durumu kötüleşince ona yalvarıp kendisinden bir başkasına dokunmayacağına, başka kimseyi sevmeyeceğine dair yeminler ettirdi... Sonra da ondan kendisini öldürmesini istedi.”

Duyduklarım çok ağır, masum bir aşk hikayesinin çok ötesinde şeylerdi. Babamın annesi ben henüz on iki ya da en fazla on üç yaşımdayken bana bir gün aşktan ve ilişkilerden bahsetmiş, o konuşmasında bazı ilişkiler için “Zehirli Aşk” ifadesini kullanmıştı.

“Kimileri aralarında olan duygu yoğunluğunu aşk sanır ama aslında o aşk, ‘zehirli aşk’tır.” demişti. İki kişinin birbirine zarar verdiği, birbirlerinin duygularını incittiği ve hatta birbirlerinin huzurunu sömürdükleri ilişkilere “zehirli aşk” dediklerini anlatmıştı. Aşk sandıkları şey yalnızca birer sanrıdan ibaretti.

“Ve Hazar da bunu... yaptı.” dedim sessizce. Yutkundum ve derin bir nefes alıp duyduklarımın etkisinden çıkmaya çalıştım.

“Ve bu Lena’nın ağabeyime yaptığı en büyük kötülüktü,” dedi Atlas, “Çok hastaydı. Zaten ölecekti ama ölümünü öyle bir tasarladı ki Hazar’ın o ölümden sonra kendisine gelebilmesi mucizeydi...”

Tüylerim diken diken olmuştu. Bunu kim, nasıl yapardı? Bedenen ölürken bir başkasının da ruhunu öldürmek nasıl bir kötülüktü? Bunun ismi aşk olamazdı. Aşk, insanı buhranın derinliklerine, karanlık çıkmazlara, yıkık dökük yollara sokmamalıydı. Birini sevdiğinizi söyleyip onu hüzne boğamazdınız. Hazar’ın hikayesi onun anlattığından çok farklıydı, o unutamadığı bir aşkın değil, unutamadığı bir acının bunalımındaydı.

O bir savaşçıydı ve duygularıyla bile savaşmayı seçmişti. İskandinavların çok sevdiğim bir sözü var, “Yalnızca cesur bir savaşçı kurtulamayacağı bir bağ ile bağlanmaya razı gelir.” derler. Hazar sandığı gibi aşık değildi ama sandığından daha cesurdu. Yaşadığı yas günlerinin düğümlerinin arasında sıkışıp kalmıştı ve belki de onun hayatında olma sebebim ona kendini o düğümlerden nasıl kurtulacağını öğretmekti. Kimileri çok iyi düğüm atardı, ben ise o düğümleri çözmeyi bilirdim, belki de benim en iyi yaptığım şey buydu... Kendimi kendi düğümlerimden kurtarmak.