13.Bölüm : Senin Kahramanın.
.png)
13.Bölüm : Senin Kahramanın.
(Yazarın Anlatımıyla)
Kafasının içi darmadağınıktı, içinde bildiği, yetisinin olduğu her şey yıkılmıştı. Koluna zorla takılan serum onu sakinleştirse de aklındaki tek gaye ayağa kalkmak ve kardeşini aramaya devam etmekti. Araz Kayalar hayatının en çaresiz günlerini yaşıyordu.
“Daha iyi misiniz?” diye sordu kapıda görünen Doktor Beste. Araz kolundaki serumun kendisine verdiği sakinlik etkisiyle başını ağır ağır çevirdi.
“İyi değilim doktor.” dedi kalın sesiyle, “Elimi kolumu bağladınız. Hiç iyi değilim.”
Doktor Beste Araz’ın odasının kapısını kapatıp yanına yaklaştı. Araz’ın gözleri Beste’nin siyah dalgalı saçları ve mavi gözlerini süzerken gözlerini zar zor açık tutuyordu.
“Araz Bey,” dedi Beste, “Sizi hastanenin bahçesinde baygın halde bulmuşlar. Kimse sizin elinizi kolunuzu bağlamadı ama bu halde gitmenize izin veremeyiz. Biliyorum, günlerdir kardeşinizi arıyorsunuz ama bu halde aramaya devam ederseniz kardeşiniz ortaya çıktığında bir abisi olmayacak.”
Beste’nin sesi o kadar öfkeli o kadar netti ki Araz hayatında ilk defa birinin konuşmasıyla sinmişti. Araz cevap vermek istese öfkesine yeni düşecekti ve hayatında ilk defa birine karşı öfkesine yenik düşmek istemiyordu.
“Cevap vermeyecek misiniz?” diye sordu Beste.
“Kadınsınız.” dedi Araz, “Size bağırıp çağıramam. Bana ters.”
Doktor Beste bir süreliğine sessiz kaldı. Araz’ın serumunu kontrol etti ve dosyasını inceledi. Araz’ın gözleri tavanı izleyip Uraz’ın nereye gitmiş olabileceğini düşünürken Beste Araz’ın gözlerindeki çaresizliği görebiliyordu. İçten içe ona yardım etmek istiyordu ama onu bu halde dışarıya yollamak ölüme terk etmekten farksızdı.
“Araz Bey,” dedi Beste.
“Anladım Beste Hanım. Buradan çıkamam, beni buradan çıkaramazsınız, çıkarsam ölürüm falan filan. Anladım.” dedi bir kez daha.
“Aslında buradan çıkabilirsiniz.” dedi Beste. Araz kaşlarını çatarak Beste’ye döndü.
“Nasıl?” diye sordu, “Madem çıkabilirdim bu zamana kadar neden tuttunuz beni burada?”
Beste Araz’ın dosyasını masaya bıraktı ve çekinerek başını kaldırdı.
“Bakın durumunuzun hassasiyetinin farkındayım, burada kalmanın sizi mental olarak ne kadar zorladığını görebiliyorum. Fakat sizin gözetim altında olmanız, her gün kontrolden geçmeniz gerek.”
“Yani?” diye sordu Araz tahammülsüzce.
“Sizi evinize yollayacağım ama bir şartla.” dedi Beste. Doğru bir karar mı veriyordu bilmiyordu, karşısındaki bu adam buradan çıktıktan sonra yine kendini mahvetmiş bir şekilde bahçeye kadar gelip bayılıp kalabilirdi.
“Tereddütlerinizi bekleyecek kadar zamanım yok Beste Hanım.” dedi Araz, “Çıkaracaksanız çıkarın, çıkarmayacaksanız ben kendim kaçayım.”
Beste bunun böyle olacağını biliyordu. Onu buradan çıkarmasa kendisi kaçacaktı. O yüzden başka bir çaresi yok gibiydi.
“Tamam, sizi taburcu edeceğim ama bana adresinizi vereceksiniz ve her mesai bitişimde gelip sizi kontrol edeceğim. Durumunuzu takip etmek istiyorum. Sandığınız kadar iyi değilsiniz.”
“İyi olduğumu sanmıyorum. Umrumda değil. Tek derdim Uraz. O yüzden adresimi, telefon numaramı, kimlik numaramı, cilt numaramı, neyimi alırsanız alın. Yeter ki çıkayım.”
Beste endişeyle gülümsedi. Başını sallayarak kapıya yöneldi. Araz Beste’nin odanın kapısını açışını izlerken Beste ona doğru döndü.
“Serumunuzun bitmesini bekleyin Araz Bey,” dedi, “Sonrasında taburcu olabilirsiniz.”
Beste odadan çıkıp giderken yüzünde aptal bir gülümseme olduğunun farkındaydı. Meslek hayatında ilk defa birinden etkilendiğini hissediyordu. Araz ile konuşurken hissettiği tanıdıklık hissinin nereden geldiğini bilemiyordu ama sanki aralarında karmik bir bağ varmış gibi hissediyordu. Şundan da emindi, Araz’ı birkaç gün içinde biraz olsun tanıdıysa serumunun bitmesini bile beklemeyecekti.
Öyle de olmuştu, Araz Beste odadan çıkar çıkmaz kolundaki serumu çıkarmış ve ayaklanmıştı. Artık sahalara dönme ve kardeşini bulma vaktiydi.
Ölmemesi için iki kere üzerine yattığı, hayatta kalabilsin diye uğruna iki kere hastanelik olduğu, kendi çocuğu gibi büyüttüğü kardeşini nerede olursa olsun bulacaktı. Uraz onun her şeyiydi.
Araz saatler sonra hastaneden taburcu olduğunda hastanenin bahçesinde durmuş etrafındaki kalabalığa bakıyordu. Omuzlarındaki yüz her zamankinden daha ağırdı ve ilk defa o ağırlığın altında eziliyordu.
“Neredesin be oğlum?” dedi içinden çaresizce, “Neredesin be Uraz?”
Gözleri kalabalığı izlerken içinde fark ettiği bir his ile başını yere çevirdi. Sanki kalbinden gelen bir ses gözlerini kalabalığa değil ayaklarının altına çevirmesini söylemişti. Bir süre yeri izledi, kaldırım taşlarını, ilerideki çimleri, ağaçların gövdelerini. Sonra bir sigara yaktı.
“Bir işaret be, bir işaret...” dedi kendi kendine.
Araz hayatı boyunca hep evrenin kendisine işaretler verdiğine, yol gösterdiğine inanmıştı. Onun için hayatın kendisi bir rehberdi. Bir şarkı sözü, bir reklam panosu, havanın bozması, her biri onun için birer mesajdı. Gözleri umutsuzca insan kalabalığını ve göz yakan güneşi izlerken yarısını bile içemediği sigarasını yere atıp ayağıyla ezdi. Elleri montunun cebinde kalabalığa karışırken çaresizliği giderek büyüyen bir öfkeye dönüşüyordu.
(Kumru’nun Anlatımıyla)
Uraz’la sessizlik içinde yemek yedikten sonra odama döndüm. Duygusal dengesizliklerim Uraz’ı karşımda çaresiz bırakırken kendimi de öfkelendirmiştim. Odama döner dönmez yaptığım ilk şey banyoya girip klozet kapağını kapatıp üzerine oturmak ve Nisan’a bir mektup yazmak oldu. Ona Uraz’ın planını, bu plana katıldığımı anlattım. Eğer katılıyorsa aynı şekilde Eren’e bir mektup yazmasını, onun da Bulut’a yazmasını söyledim. Nisan’ın hala uyuduğunu düşünerek odasının kapısına vurdum. Haklıydım, uyuyordu. Kapıyı otuz saniye kadar sonra açtığında saçları darmadağınıktı. Gözlerini zar zor açıyordu. Ona bir kitap uzattım.
“Bana sorduğun kitabı getirdim.” dedim, Nisan anlam vermeye çalışarak yüzüme baktı.
“Ben sana kitap sormadım ki.” dedi bir anda.
“Sordun.” diye ısrar ettim.
Nisan birkaç saniye daha afallayarak baktıktan sonra kitabı aldı ve başını salladı.
“Öyle diyorsan sormuşumdur.” dedi.
Gülümseyerek koridora döndüm ve odama girdim. Gerisini evrenin akışına bıraktım. Karanlık ve giderek soğuyan odamın yatağında oturup mum ışığı sayesinde duvara yansıyan gölgemi izlediğim sırada dışarıda her şeyin akışında gitmesini diliyordum. Mektubun Nisan’dan Eren’e, Eren’den Bulut’a ulaşması gerekiyordu. Sonra ne olacaksa olacaktı. Tavandan yere düşen bir su damlası ile başım sola çevrildi. Önce yere düşen su damlasına baktım, sonra tavana. Her şey bu kadar kötü giderken yere damlayan bir su damlasını umursayacak değildim. Gözlerim titreyen mum ışığının duvardaki yansımama verdiği harekete odaklandı.
“Işık yoksa gölge yoktur.” dedim kendi kendime.
Gölgede kalmak her zaman kötü algılanırdı ama ışık yoksa gölge de yoktu. Gölgenin olduğu yerde ışık, ışığın olduğu yerde umut vardı. O umuda tutundum, o umuda inandım ve uykuya daldım. Bir mumun titrek ışığının verdiği umuda tutunarak daldığım uykumdan bir kaosa uyanacağımı bilemezdim...
Gözlerimi bir sarsıntıyla açtığımda neyin içine düştüğüm hakkında bir fikrim yoktu. Odamın kapısı açıldığında ne olduğunu sormaya bile fırsatım olmadı. Gelen Uraz’dı. Beni yürümeme bile izin vermeden kucağına alırken kendini koridora attı.
“Ne oluyor?” diye sordum o an korkuyla.
“Yerlere bak.” dedi Uraz kısaca. Daha fazlasını anlatacak vaktinin olmadığı belliydi. Uraz’ın kucağında başımı yere eğdiğimde evin içinin su ile dolmaya başladığını fark ettim.
“Ne oluyor?” dedim, “Neden? Ev yerden yüksekte değil mi? Diğerleri nerede?”
“Su tavandan sızıyor.” diye açıkladı Uraz, “Diğerleri bahçede bizi bekliyor.”
Beni kucağında salona taşıdıktan sonra bir anda yemek masasına oturttu. Ben ne yaptığına anlam vermeye çalıştığım sırada elindeki yağmurluğu üzerime geçirdi. Eğilip ayaklarıma bir çift yağmur botu giydirdi.
“Bunları kendim de yapabilirim!” dedim bir anda.
“Benim kadar hızlı yapamazsın.” diye yanıtladı. Botlarımı giydirdikten sonra elini bana uzattı. Elini tutup ayağa kalktığımda su birikintisi beklediğimden daha derindi.
“Dikkatli ol.” dedi, “Elimi tutabilirsin.”
Bir yandan şoktaydım, uykumdan uyanır uyanmaz böyle bir olayın içine düşmüş olmamamın şokunu atlatabilmem için en az bir saate ihtiyacım vardı. Uraz’ın elini değil de kolunu tutarak onunla beraber kapıya kadar yürüdüm. Sonra kolunu daha sıkı tutarak onunla beraber merdivenlerden indim.
“El ele mi tutuşuyor onlar?” diye sorduğunu duydum Nisan’ın.
“El ele değil...” dedi Eren, “Kol ele. Kol ele tutuşuyorlar.” dedi gülerek.
Normalde komik olabilecek bir cümle o an Eren dışında hiçbirimizi güldürmedi. Uraz ile birlikte bahçeye indiğimizde Nisan elindeki iki şemsiyeyi bize uzattı. Ben hala kendimde değildim, hala şokta sayılırdım.
“Şimdi ne yapacağız?” diye sordum. Yolun ortasında durmuş çaresizce birbirimize bakıyorduk. Su birikintisi dizlerimizi aşmak üzereydi.
“On birinci eve mi gideceğiz?” diye sordu Bulut, “Ya durum orada da aynıysa? Tüm evler böyleyse hipotermi geçiririz. İçerisi buz gibi, her yerimiz ıslak.”
“Bu halde ne hep birlikte kapıya kadar yürüyebiliriz ne de yukarıdan birilerine haber verebiliriz.” dedi Uraz.
“Bunu hoparlör adamın duymaması gerekmiyor muydu?” diye sordu Eren.
“Siktirsin.” dedi Uraz, “Ne duyarsa duysun şu saniye umrumda bile değil. Belki de çoktan bizimle iletişimi koptu. Üstelik şu saniye itibariyle duysa ne olur, ne yapacak bize engel olmak için buraya mı girecek? Ne yapabilir?”
“Biraz sakinleş,” dedim Uraz’a, “Yapacak bir şey yok, tek seçeneğimiz kaldı. Kapıya kadar hiç durmadan yürüyeceğiz.”
“Bu soğukta bu kadar ıslakken oraya yürüyemeyiz.” dedi Bulut, “Hepimiz hipotermi geçirir ölürüz.
“Peki ya diğer evler su almamışsa?” dedi Nisan.
“Diğer evler kuruysa dinlene dinlene yürümeye devam edebiliriz.” diye yanıtladı Bulut.
“Beni dinleyin,” dedi Uraz, “Bir sonraki eve gittiğimizde eğer evin su almadığını görürsek çatısına güzel bir koruma yapacağız. O evi bir sığınak gibi düşünün, kuru bölge.”
“Sonra?” diye sordu Bulut.
“Sonra...” dedi Uraz ve kafasındaki aptalca fikri dudaklarından döktü, “Siz orada bekleyeceksiniz. Ben kapıya gideceğim. Kapıya ulaşabilirsem çıkıp yardım getireceğim.”
“Saçmalama.” dedim öfkeyle, “Böyle bir şeye izin vereceğimizi mi düşünüyorsun?”
“Hep birlikte devam edersek başaramayız. Su almamış bir ev bulmamız bir şans. Onu bulduktan sonra yola hep birlikte devam edersek bir daha o şansı bulamayabiliriz. Beş kişi gitmek bizi yavaşlatabilir, oysa ben tek başıma çok daha hızlı gidebilirim. Hepinizden daha dayanıklıyım.”
“Burada dayanıklılık yarışı mı yapacağız?” dedi Bulut.
“O zaman sen de gel benimle, yiyorsa ikimiz beraber gidelim. Yiyor mu?” diye sordu Uraz. Bulut herhangi bir cevap vermeyince Uraz omuz silkti.
“Ben gelirim.” dedim sert bir sesle.
“Elli kilosun Kumru.” dedi Uraz öfkeyle.
“Çok iyi, şimdi de kilo yarışı mı yapacağız?” dedi Bulut.
“Sen de olsan olsan 70 kilo ediyorsundur.” dedi Uraz, “Aptal olmasaydın kendine ve bana baktığında hangimizin soğuğa daha dayanıklı olacağını anlardın.”
“Olayın kiloyla ilgisi ne ben anlamadım.” dedi Nisan merakla.
“Tamam tamam, bir sakin olun.” diye araya girdi Eren, “Şu an bunu tartışmanın hiçbir mantığı yok. Burada biraz daha durursak yüzerek ilerlemek zorunda kalacağız. Yürüyelim, diğer eve gidip kontrol edelim ve bunu ondan sonra konuşalım. Olur mu?”
Hiç kimseden ses çıkmamasına rağmen her birimiz anlaşmışız gibi yürümeye başladık. Uraz’a karşı o kadar öfkeli hissediyordum ki tek kelime etmeden yürüyordum. Aslında bakarsanız Eren ve Nisan haricinde hepimiz öfkeliydik. Öfke o ikisinin karakterinde var olmayan bir duyguydu.
Onuncu evden on birinci eve yürürken hiç üşümediğim kadar üşüyordum. Hoparlörden gelen sesler tamamen susmuştu. Sanırım yukarıyla bağlantımız tamamen kopmuştu. Hiç ışık yoktu, nefes almak giderek güçleşirken bunun sebebi içerideki havalandırmalar mı yok içimdeki korku mu bilmiyordum. Nefes alamıyor muydum yoksa nefes alamadığımı mı hissediyordum bilmiyordum. Sessizlik içinde yürürken kulağımıza gelen tek ses şemsiyelerimize vuran sert su damlalarının sesleriydi. Tüyler ürpertici bir yalnızlığın içindeydik.
Hayatımda ilk defa annemi özlüyordum, hayatımda ilk defa babamı özlüyordum.
Hayatımda ilk defa bir sarılmaya ihtiyaç duyuyordum.
Sessizlik içinde yürüdüğümüz yolun sonunda on birinci evi görmenin verdiği his bile mutluluk değildi.
“On birinci ev göründü.” dedi Eren, her zamanki coşkusu yoktu.
Birlikte on birinci eve yürürken hala konuşmuyorduk. Tek düşündüğüm bir gün buradan çıkabilirsek burada içine girdiğimiz depresyondan nasıl çıkacağımızdı. Evin merdivenleri çok ıslak değildi. Uraz en önden gidip kapıyı açtığında yüzünde bir umut gördüğüme yemin edebilirdim.
“Ne durumdayız?” diye seslendi Eren Uraz’a yaklaşırken.
“İyiyiz.” dedi Uraz.
O an kendimi Uraz’ın yanında on birinci evin kapısının önünde buldum. Uraz elindeki el fenerini yerlere tutuyordu. Yerler kuruydu, on birinci ev su almamıştı. Bu iyi bir haber miydi kötü bir haber miydi bilmiyordum.
Eren, Nisan ve Bulut yanımızdan geçip giderken ben Uraz’ın yanında durmaya devam ediyordum. Bir anda hapşırdım ve Uraz bana döndü.
“Çok yaşa.” dedi, “Üşüdün mü?”
“Kıyafetlerimiz sırılsıklam.” diye açıkladım, burnum tıkanmıştı.
“Hadi, içeri geç de üzerini değiştir. El fenerini aç, düşme.” dedi. Başımı sallayarak eve doğru bir adım attığım an korkuyla arkamı döndüm.
“Gitmeyeceksin, değil mi?” diye sordum.
“Buradayım, 889.” dedi Uraz.
“Söz ver. Gitmeyeceksin.” dedim çocukça bir korkuyla.
Uraz çaresizce bana baktı.
“Söz.” diye mırıldandı.
İstemeye istemeye ağzından çıkan bu kelime içimi rahatlatmaya yetmemişti.
“Çatıyı koruma işini halledelim mi?” diye sordu Eren, “Kızlar üzerini değiştirene kadar biz bir çaresini bulalım.”
Eren ve Bulut’un burada Uraz’ın yanında olmalarına güvenerek dönüp koridora girdiğimde bile arkamı dönüp dönüp Uraz’a bakıyordum. Salonun ortasında durmuş çatıyı el feneriyle inceliyordu. Ona baka baka ilerlediğim koridorun sonunda kendi odama girdim. Bir yandan dolapta kıyafet arıyor bir yandan ağlıyordum. Aldığım kıyafetlerle soyunma kabinine girip ağlayarak üzerimi değiştirdim. Her şeye rağmen “889” yazılı rozetimi yine de taktım. Her şeye rağmen “889” yazılı bilekliğimi bileğimden çıkarmadım. Her şeye rağmen o üç rakama tutundum. Soyunma kabininin en köşesinde duvara yaslanmış bir şekilde yerde oturup bir süre ağladım. Kapımın çalmasıyla burnumu çekerek ayağa kalktım ve kabinden çıkıp kapıya doğru ilerledim. Gelen Nisan’dı.
“Bir sorun mu var?” diye sordum tıkanmış burnumu çeke çeke.
“İyi misin diye merak ettim. İyi görünmüyordun.” dedi Nisan.
“İyiyim, sadece artık çok yoruldum.”
Tam o an Nisan hiç beklemediğim bir anda bana sıkıca sarıldı. Her ne kadar bir sarılmaya ihtiyaç duyduğumu bilsem de oldukça şaşkındım. Nisan bana sıkıca sarılıp geri çekildiğinde yüzüne afallamış bir ifadeyle bakıyordum.
“Bir sarılmaya ihtiyacım vardı.” dedi, “Senin de buna ihtiyaç duyduğunu biliyorum Kumru. Ne zaman istersen benimle dertleşebilirsin, ne zaman istersen konuşabiliriz.”
“Teşekkür ederim,” dedim duygulanarak, “Sen de ne zaman istersen benimle dertleşebilirsin.”
Nisan gülümseyerek odasına dönerken onun gözlerinin de kıpkırmızı olduğunun farkındaydım. Aslında her birimizin ne kadar yorulduğu, ne kadar korktuğu her halinden belliydi. Sadece birbirimizi de korkutmamak için gülüyor, espriler yapıyorduk. Balo salonunda sarhoş olduğumuz, dans ettiğimiz, gülüştüğümüz o gece bile aslında bir hüzün tablosuydu. Balo salonunda geçen gecemizi her düşündüğümde Stephen King’in 22.11.63 isimli romanından uyarlanan 11.22.63 dizisinin final sahnesini hatırlıyordum. Başrol kadın karakter Stephen King’in bir şiirini okuyordu.
“Bu odayı ya da bu müziği biz istemedik,
Fakat madem buradayız dans edelim gitsin...”
Bu satırlar o şiirin son satırlarıydı. O gecenin benim için tek özeti bu iki satırdı. Hiçbirimiz orada olmayı istememişik, hiçbirimiz o müzikleri istememiştik. Hiçbirimiz yıkık dökük buz gibi bir balo salonunda sırılsıklam sarhoş olmayı istememiştik. Fakat madem oradaydık, dans etmekten başka ne yapabilirdik?
Üzerimi değiştirip biraz ısındıktan sonra her ihtimale karşı sırt çantamı çıkarıp yatağımın üzerine koydum. Çantamın içinden bir el feneri aldım ve odamdan çıkıp el fenerinin ışığıyla salona doğru ilerledim. Eren, Bulut ve Uraz sandalyelere çıkmış evin çatısını muşamba bile kaplamaya çalışırken Nisan mutfak tezgahının önünde sandviç yapıyordu.
“Artık makarna yiyemiyoruz, değil mi?” diye sordum.
“Artık sıcak yemek yok.” dedi Eren sandalyenin tepesinden gülümseyerek, “Buradan çıkar çıkmaz hepinize sözüm olsun, size harika bir akşam yemeği hazırlayacağım.”
“Buradan çıkma düşüncesi de pek iç açıcı sayılmaz.” diye mırıldandım kendi kendime Nisan’a yardım ederken. Nisan peynir keserken ben domates kesmeye başlamıştım.
“Aynen öyle.” diye mırıldandı Nisan halsizce.
“Sen neden böyle dedin?” diye sordum, “İyi bir ailen var diye biliyordum.”
“Kendimi kandırıyormuşum. Burada düşünecek çok vaktim oldu. Tüm çocukluğum gözlerimin önünden geçti. Babam beni bebekliğimden itibaren hep oyuncu seçmelerine götürüp dururdu. Bir oyuncak bebek gibi seçmelerde gezer dururdum. Genelde bunu istemezdim. Seçmelerde hep ağlardım, babam bir dizi seçmelerinde ağlayıp replikleri söyleyemedim diye beni cezalandırmak amacıyla odama kapatmıştı. Sekiz yaşındaydım... Bebek oyuncu, çocuk oyuncu, genç oyuncu derken geldiğim nokta burası işte. Babamın benden tek beklentisi buydu, ünlü bir çocuk sahibi olmak. Ona ‘Çekimler montajlandıktan sonra yayınlanacak,’ dedilerse beni aramıyordur bile. Yeter ki kızı televizyona çıksın...”
Nisan’ın anlattıkları beni şoka sokmuştu. Halbuki Nisan hiç de sevilmeden büyümüş gibi görünmüyordu. Dışarıya yansıttığı gülümseme onun kendisi için yarattığı bir koruma kalkanıydı sanki.
“Ne yapacaksın peki?” diye sordum.
“Buradan çıktıktan sonra ailemle yaşamayacağım.” dedi Nisan, “Ayrı bir eve çıkacağım, çalışacağım. Onlardan uzaklaşacağım. Kendi hayallerimin peşinden koşacağım. Artık benim de hayallerim var.”
“Neymiş onlar?” dedim gülümseyerek. Nisan’ın bu hali çok hoşuma gitmişti. Başıyla mutfak tezgahını gösterdi.
“Aşçı olmak.” dedi gülümseyerek.
Bunun onu ne kadar heyecanlandırdığını görebiliyordum. Eren’le vakit geçirmek, yemek yapmak ona kendini fark ettirmişti. Nisan kendini tanımıştı, hayallerini fark etmişti.
“Sevindim. Bence bu konuda Eren kadar yeteneklisin.”
“Peki sen ne yapacaksın?” diye sordu, “Ailenin yanına mı döneceksin? Yani buradan çıkabilirsek...”
“Bilmem,” diye mırıldandım omuz silkerek, “Bu en son istediğim şey. Sanırım hayallerimiz aynı. Ailemle yaşamak istemiyorum, çalışmak ve dans kursuma devam etmek istiyorum.”
“Aslında beraber yaşayabiliriz.” dedi Nisan heyecanla, “İkimiz de çalışırız, başta çok kazanamayız belki ama ayda 10’ar bin lira maaş alsak geçinebiliriz.”
Arkadan Eren’in ufak kahkahası duyuldu. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.
“10 bin biraz abartı oldu sanki ama gerçek dünyaya biraz uzaksın, anlıyorum. Bunları çıkınca konuşuruz. Sana önce dünyanın gerçeklerini anlatmamız lazım.”
“Sana enflasyondan bahsetmemiz lazım,” dedi Eren, “Dolar kim bilir kaç tl olmuştur yukarıda ya?”
“Tamam canım 10 bin kazanmak zorunda değiliz, sekiz-dokuz bin de olur.” Nisan anlayışla cevap verirken gülmeye başladım.
Eren sandalyenin tepesinde gülmekten kıpkırmızı olmuştu. Uraz ve Bulut’un yüzlerindeki tebessüm bile Nisan’a bir şey ifade etmiyordu, gerçekten ekonomi hakkında hiçbir fikri yoktu. Şaka gibi.
“Bence bunları burada konuşmayalım, ne desek yanlış olacak...” diye mırıldanarak sandviçleri tabaklara yerleştirdim ve elimdeki el feneri ile yemek masasına doğru ilerledim.
“Yemek yiyelim mi?” diye sordum Uraz, Bulut ve Eren’e seslenerek.
“Siz başlayın, biz geliyoruz.” dedi Uraz.
Nisan ve ben yemek masasına oturup sandviçlerimizi yerken bir yandan da onları izliyorduk. İçimdeki korku sensörleri Uraz’a baktıkça çalışıyordu sanki. Onun bizi burada, “kuru bölge” dediği on birinci evde bırakıp kapıya gidip yardım isteyeceği düşüncesi bile beni korkutuyordu. Bizim için kendini feda etmek istemesi onun çocukluk travmasıydı. Abisi kendisini tam iki kez onun için feda etmişti ve şimdi Uraz da bunu birileri için yapmak istiyordu. Geride kalmak değil, önden gitmek istiyordu.
Acaba abisi Uraz’ı arıyor muydu? Acaba aileleri Eren’i ve Bulut’u arıyorlar mıydı? Beni, Nisan’ı... Yukarıda bizi arayan birileri var mıydı? Bu yarışmadan kimsenin mi haberi yoktu yoksa bu adam gerçekten muhteşem bir kurguyla insanları oyalayıp burada gerçekten canlı yayınlanmayacak bir çekim yapıldığını mı söylüyordu? Kaç gündür buradaydık, şu an günlerden neydi, gece miydi sabah mı, öğlen miydi akşam mı? Saat kaçtı? Hava nasıldı? Bir bilinmezliğin ortasında böylece kalakalmıştık. Hiçbir yerin tam ortasındaydık.
Tir tir titreyen kalbim yanımdaki bu insanların varlığının bana nasıl da güven verdiğini hiç unutmayacaktı. İnsanları birbirine bağlayan en güçlü duygu korkuydu. Korku bizi birbirimize muhtaç etmişti, korku bizi birbirimize bağlamıştı. Tam burada, tam şu an birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Tek umudumuz birbirimizdik.
Hep birlikte sandviçlerimizi yedikten sonra Nisan duş almak için odasına gitti. Diğerleri ise üzerlerini değiştirip kuru giysiler giymek için odalarına dağılırken gözlerim evin kapısındaydı. İçimden bir ses “Belki de Uraz’ın dediğini ben yapmalıyım.” diye fısıldıyordu. Belki de kendini feda eden ben olmalıydım. Oraya kadar gidebilir miydim? Ne kadar hızlı olabilirdim? Ne kadar dayanıklı olabilirdim? Yapabilir miydim?
“Ne düşünüyorsun?”
Beni düşüncelerimden Uraz’ın sesi ayırdı. Üzerini değiştirmiş ve koridorda görünmüştü. Gelip masaya, tam karşıma oturdu. Oturduğum yerde sıçrayarak ona baktım.
“Korkuttum mu?” diye sordu.
“Dalmışım. Bir de karanlık olunca...” dedim saçlarımı kaşıyarak, “Bir şey düşünmüyordum yani, gözüm dalmış.”
Uraz karşımda oturmuş beni izlerken ben de başımı ona çevirdim ve karanlıkta gözlerine baktım. Ne düşündüğünü, neye karar verdiğini ve ne yapacağını kestirmeye çalıştım. Olmuyordu, kapalı bir kutu gibiydi.
“Nasıl hissediyorsun?” diye sordum. Omuz silkti.
“Bir şey hissetmiyorum.”
“Kötü hissediyor olmalısın Uraz. Kabul et bunu. Hepimiz kötü hissediyoruz.”
Uraz ayağa kalktı. Kaşlarımı çatarak onu izlediğim sırada başıyla kapıyı gösterdi.
“Ben biraz dışarı çıkayım,” dedi, “Burası bastı beni.”
“Dışarının havası burada farklı mı sanıyorsun?” diye seslendim arkasından. Uraz dışarı doğru ilerlerken arkasından söylendim, “Geri zekalı. Sanki evden çıkınca farklı bir yerde.”
Sonra kalktım ve peşinden ilerledim. Uraz evin bahçesinde duvara yaslanmış yukarıyı izlerken merdivenlerden inip yavaşladım ve yanına yaslandım.
“Benden kaçtın.” dedim bozularak, “Seni bunalttım mı?”
“Beni sen bunaltmadın Kumru. Doğru söylüyordun, kötü hissediyordum ve nefes alamadığımı hissedip buraya çıktım. Ama burası da aynı bok.” dedi öfkeyle.
“Konuş, anlat. Belki iyi gelir. Bazen konuşmak nefes almaktan iyidir.”
“Hayatımda ilk defa kontrolümü kaybettiğimi hissediyorum. Oturmak iyi gelmiyor. Kalkıp dışarı çıkıyorum ama burası da dışarısı değil ki, içerisi neyse burası da aynı. Bu duvarlar üstüme üstüme geliyor Kumru. Boğuluyorum. Buradan çıkmak istiyorum, sizi çıkarmak istiyorum, bitsin istiyorum, nefes almak istiyorum. Her yerim işgal altında gibi hissediyorum.” dedi Uraz art arda, kıpkırmızı olmuş olmalıydı, konuşmasına nefesi bile yetmemişti.
Ona doğru dönüp onun hiç beklemediği bir anda kollarımla sardım onu. Küçük bedenim Uraz’ın kocaman gövdesinin altında ağaca konan bir kelebek gibi görünse de bunun adı sarılmaktı. Ona sıkı sıkı sarıldım. Uraz’ın kolları beni sararken kollarının bile öfkeden titrediğini hissediyordum.
“Sakinleş.” diye fısıldadım, “Sakin ol...”
Nefes sesim onun nefes sesine karışırken bu o an duyabileceğimiz tek melodiydi. Uraz’ın nefes alış verişleri sakinleşirken beni kollarının arasından bırakmadan saçlarıma doğru fısıldadı.
“Bırak gideyim.” dedi, “Kapıya kadar gidebilecek tek kişi benim. Sen de biliyorsun. Sizi buradan sadece bu şekilde kurtarabilirim.” dedi çaresizce.
“Tek başına bu karanlığa karışmana izin veremem Uraz, duydun mu beni? Yolda başına bir şey gelirse tek başına hayatta kalamazsın. Buraya beş kişi geldik. Herkes kendinin kahramanıdır, anla artık bunu.”
“Ama ben senin kahramanın olmak istiyorum.” dedi kendinden emin bir sesle, “Hepinizin.” diye ekledi.
“Beni buradan çıkana kadar uykusuz kalmak zorunda bırakma Uraz. Çıkana kadar hiç uyumayıp seni gözetlemek zorunda bırakma. Beni bu korkuyla yaşatma. Bizi bırakıp gitmeni istemiyorum, seni yanımızda istiyorum. Bana söz ver.”
Uraz acı içinde gülümsedi.
“Söz.” dedi.
“Yalan söylüyorsun, değil mi?” diye sordum. Başını salladı.
“Yalan söylüyorum.” dedi.
Gözlerindeki kararlı ifade bana Uraz’ın bulduğu ilk fırsatta gideceğini anlatıyordu. Başına ne gelirse gelsin o kapıya gitmek ve bizi buradan kurtarmak istiyordu. Tek bildiğim bunun olmaması için elimden geleni yapacağımdı. Uyumayacak, dinlenmeyecek, başından ayrılmayacaktım.