13. Bölüm: Kaybet

Beyza Alkoç

“Yeniden başlamam gerektiği bi andayım.
Ne inzivası.. Odamdayım zindandayım.
Ve sarılmam gereken tüm insanlar kayıp.
Bazen olmaz, kimse duymaz…
Karanlık, ıssız bir odada…
Seninle yandık , seninle söndük…”

BÖLÜM ŞARKISI : Sokrat St & Cem Adrian – Bazen Olmaz

Odamdayım. Beni içten içe rahatsız ettiğini bildiğim bazı gerçekleri görmezden gelmeye çalışarak odamın tavanını izliyorum. Kendimi kendi perdelerimin ardına saklıyorum.

On sekiz yaşındayım, bir kayboluşun ortasındayım ve her şeye rağmen hala çok acemi kalbim. İlk defa tanışıyor bazı duygularla, ilk defa titriyor böylesine.

İtiraf etmek zor ama kalbimin derinlerinde bir yerde bir noktada bazı şeyler oluyor ve hepsi beni tek bir isme götürüyor…

Aziz Ata Yener’e.

Hiç beklemediğim bir anda oldu bir şeyler. Bu hisler yani, kalbimdeki titreşimler. Bunlar kimin başına beklerken gelir ki zaten?

Korkuyorum hayattan. Korkuyorum içimde güvenle var olan soyut parçaların hayatın gerçekliğine toslamasından.

Yanında otururken, söylediklerini dinlerken, kokusunu hissederken kalbimin titremeye başladığı biri var karşımda. Oysa onun tüm hayatı geçmişinden izlerle dolu. Eski aşkının fotoğrafları, eşyaları, anıları ve varlığı hayatının her yerinde hala.

Ben bununla nasıl başa çıkarım?

Ben bunu nasıl aşarım?

Kalbimi nasıl durdururum?

Zihnimdeki sesleri nasıl sustururum?

Belki de tek yapmam gereken, gerçekten ilgilenmem gereken şeyle, en yakın arkadaşımın kaybıyla ilgilenmektir. Geçmişini hayatından silemeyen birine ilgi duymaya başlayan kalbimi ve zihnimi, beni gerçekten seven arkadaşımın kaybına yönlendirmektir belki de tek yapmam gereken.

O gece yatağımda dönüp durdum. Ta ki telefonuma bir mesaj gelene kadar.Yazan oydu, Aziz Ata.

“İyi olup olmadığını merak ettim. Ve bir kez daha söylemek istedim sana Derin, o fotoğrafın orada olması dikkatsizliğimin suçu. Evin eşyalarını nakliye şirketi taşıdı. Fotoğraf bir kitabın arasından düşmüş de rafa konulmuş olmalı. Ama dikkat etmeliydim, özür dilerim.”

Benden neden özür diliyordu ki? Ben onun için kimdim?

Derin bir nefes alıp yazmaya başladım.

“Bana açıklama yapmana gerek yok Aziz. Ben kimim ki?”

Cevap hızla geldi.

“Sana açıklama yapmam gerektiğini de bizim birbirimiz için ne olduğumuzu da ikimiz de gayet iyi biliyoruz Derin. Ve senden tekrar özür dilerim. Geçmişim bir daha karşına çıkmayacak.”

Bana yazdıkları her ne kadar kalbimi hızlandırsa da yüzümdeki maskeyi düşürmemekte kararlıydım. Geçmişi hala etrafındaydı ve o hala geçmiş çemberinin ortasındaydı.

“Oradan ayrılma sebebim fotoğraf değildi,” yazdım ve devam ettim, “Canım sıkkındı, sizin de neşenizi bölmek istemedim. Takma kafana. Size iyi eğlenceler ve iyi geceler Aziz Ata.”

Telefonumu bir kenara koyup boş tavanımı izlemeye döndüm. Aziz Ata’nın güzel gözlerini aklımdan silmeye ve asıl meseleye, Baran’ın kaybına odaklanmaya çalıştım.

Saatlerce düşündüm, yatakta dönüp durdum. Kaybolduğu günü tekrar tekrar canlandırdım kafamda, nasıldı, iyi miydi, üzerinde tam olarak neler vardı, o gün bana neler söylemişti?

Peki bir gün önce, ve ondan da önce, peki haftalar önce? Nasıldı Baran, bana başka bir ipucu vermeye çalışmış mıydı?  

Ne vardı elimde, ne vardı elimizde?

Kaybından haftalar sonra bulduğum bir not, “BUL BENİ.”

Kırık bir telefon, kanlı kıyafetler, Berfu’nun odasından çıkan sim kartı, yırtılmış fotoğraflar, Elmas teyzenin ses kaydı ve bir restoran kartı.

“FELEN RESTAURANT.” diye fısıldadım kendi kendime, saatlerdir burada, yatakta gözlerime asla uyku girmeden düşünüp duruyordum.

Oradan oraya dönüyor, düşüncelerimin arasında kıvranıp duruyordum gün aydığında. Annemin arabasının kapının önünde çalıştığını ve uzaklaştığını duyabiliyordum. Elim telefonuma gitti, gelen mesajları görmezden gelerek nadiren kullandığım taksi çağırma uygulamasına girdim ve gitmek istediğim lokasyonu yazdım hiç düşünmeden.

“FELEN RESTAURANT.” Yazdım ve uygulama benim için bir taksi bulurken koşar adım banyoya girdim.

Hızlıca elimi yüzümü yıkayıp dişlerimi fırçalarken bir yandan da telefonumun ekranına bakıyordum. Uygulama bana bir taksi bulmuştu ve taksi birkaç dakika sonra kapının önünde olacaktı.

Banyodan çıkıp hızla giyindim. Üzerime beyaz keten bir elbise geçirip ayaklarıma bileklerimi geçen krem rengi tül çoraplarımı da geçirdikten sonra saçlarımı tarayıp hızla kapıya yöneldim. Merdivenleri öyle hızla indim ki Mahperi abla mutfaktan koşarak çıktı.

“Ay ne oluyor Derin!” dedi eli kalbinde, “Neyden kaçıyorsun!”

Sessizce güldüm.

“Hayatımdan,” dedim, “Hayatımdan Mahperi Abla!”

“Aman siz anne kız iyice delirdiniz ha!” dedi Mahperi Abla, “Gel bir kolonya çarp yüzüne.”

Mahperi Abla’ya kalsa tüm dünyayı kolonya ile yıkar, gezegenlerin tamamını kolonyaya boğardı.

“Şaka yaptım,” dedim, “Kaçmıyorum bir şeyden. Arkadaşımla buluşacaktım, geç kalıyorum. Taksi çağırdım, acil çıkmam lazım!”

“E kahvaltı?” dedi endişeyle.

Bir yandan onu yanıtlıyor, bir yandan da beyaz Converse ayakkabılarımı giyiyordum.

“İşte arkadaşımla buluşacağım dedim ya, kahvaltıya gideceğiz, merak etme sen beni. Hadi çıktım ben!”

“Bak geç kalma, annenin sinirleri bozuk bu aralar, malum…”

“Aynen,” dedim dalga geçer gibi, “Malum…”

Evden hızla çıktım ve kapının önünde bekleyen taksiye doğru ilerledim.

“Derin Mavi Sezer?” dedi taksici telefonundaki uygulamaya bakarken. Başımı sallayıp taksinin kapısını açtım.

“Benim.” dedim ve arka koltuğa oturdum.

Restorana gidip ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu, en fazla yemek yiyebilirdim herhalde? En azından ortalığı izler, tanıdık bir yüz görüp göremeyeceğime bakardım. Gideceğim yer fotoğraflardan çok şık görünen, ama konumuna baktığımda ise pek de tekin bir yerde olmayan bir mekandı.

Baran’ın böyle bir mekanda ne işi olurdu ki?

Belki de kart ailesinden birinindi, Baran’ın odasına yanlışlıkla girmişti?

Ama bunların bir önemi yoktu. Ortada bir türlü çözülemeyen ve beni her geçen gün daha çok boğan, sıkıştıran, hırpalayan bir gizem vardı ve onu çözebilmek için her ihtimali değerlendirmek zorundaydım.

Taksiden indiğim sokak pek tekin görünmese de geldiğim restoran gayet lüks görünüyordu. İşin en ilginç yanı ise restoranın kapısında iki güvenliğin olmasıydı.

Yine de ben kapıya doğru ilerlediğim sırada herhangi bir şey sormak ya da söylemek yerine benim için kapıyı açmayı tercih ettiler. İçeri girdiğimde ise bana çevrilen yüzlerden anladığım kadarıyla sabah müşteri görmeye alışık değil gibilerdi.

“Hoş geldiniz?” dedi bir garson, karşılamaktan da ziyade sorar gibiydi.

“Hoş buldum.” dedim, “Buralarda bir işim vardı da. Kahvaltı yapacak hiçbir yer bulamadım, sizin kahvaltı servisiniz var mı acaba?”

“Kahvaltı servisimiz yok efendim, kusura bakm-“ derken sözünü kestim.

“Peki sadece bir kahve içsem. Hatta varsa bir de tatlı. Şimdilik idare eder beni, çünkü tansiyonum düşer gibi oldu da… O yüzden ilk gördüğüm yere, buraya giriverdim öyle. Az kalsın bayılıyordum.”

Garsonlar birbirlerine baktıktan sonra biri eliyle bir masayı gösterdi. Beni camın önündeki iki kişilik, siyah masa örtülü yuvarlak bir masaya yönlendirdikten sonra garson sipariş defteri ile yanıma geldi.

“Kahve olarak ne alırsınız?” diye sordu, “Tatlı olarak da kek çeşitlerimiz var şu an sadece. Havuçlu, elmalı, kakaolu.”

“Filtre kahve ve havuçlu kek alayım o zaman. Teşekkürler.”

Garip bir ortamdı. Sanki buraya müşteri olarak gelen ilk kişi benmişim gibi bakıyordu etraftaki gözler. Kendimi huzursuz hissetsem de etrafa bakınmayı sürdürdüm.

Tam karşıda yarı açık lüks bir mutfak, onun hemen yanında şık bir bar köşesi, onun yanında lavabo tabelası vardı. Lavabo tabelasının yanında ise üzerinde hiçbir şey yazmayan iki ahşap kapı daha vardı.

Yanımda duran çantama eğilip telefonumu çıkardım. Bir yandan internette mekanı araştırırken bir yandan da etrafı inceliyordum.

O kadar Baran’lık bir yer değildi ki buranın kartının odasında ne işi vardı anlamak mümkün değildi. Burası daha çok tehlikeli işlere karışmış iş adamlarının akşamları toplantı yapmak için buluştukları bir restorana benziyordu.

Ve Baran tehlikeli bir iş adamı olmaktan ziyade, yalnızca üniversiteye hazırlanan bir son sınıf öğrencisiydi!

“Kahveniz,” dedi garson tepsideki bir fincan kahveyi masama bırakırken, “Ve kekiniz.”

“Teşekkürler.” diye mırıldandım ve garson dönerken ekledim, “Eh, şey… Lavabo?” dedim, “Neredeydi acaba?”

“Şurada,” dedi, “Kapısında yazıyor.”

“Teşekkürler, görmemişim!”

Garson mutfağa doğru ilerlerken ben de telefonumu cebime atıp peşinden ayaklandım ve lavaboya doğru ilerledim. Önce lavaboya girip aynanın karşısına geçtim. Aynada kendime baktım.

Paronayaklaşıyor muydum yoksa burada garip bir şeyler mi dönüyordu?

İç güdülerim bana bu restoranda yemekten fazlasının yapıldığını söylüyordu.

Peki bunu nasıl anlayabilirdim ki? Masada oturup kahve içerek mi yoksa tuvaleti inceleyerek mi?

Mutfak zaten yarı açık bir mutfaktı, gizli saklı bir şeyler dönüyorsa da orada dönüyor olamazdı. Peki ya yandaki kapılar?

Üzerinde hiçbir şey yazmayan o kapıların ardında bir şeyler dönüyor olabilir miydi?

Lavaboya doğru eğilip ellerimi yıkadım. Ellerimi yandaki kurutma makinesinde kuruttuktan sonra tuvaletten sessizce çıktım. Tam o saniye öyle bir ana denk geldim ki çalışanların hiçbiri burada değildi, bir kısmı mutfakta, bir kısmı ise kapıdaydı.

Ve işte zamanı dedim kendi kendime, bir saniyemi bile almayan bir hızla tuvaletin tam yanındaki isimsiz kapıyı açtığım gibi içeri girdim ve aynı sessizlikle kapıyı arkamdan kapattım.

Kapının ardında hem yukarıya hem de aşağıya doğru uzanan iki ahşap merdiven vardı. Nereye gidiyor olabilirdi ki bu merdivenler?

Belki de buraya girerek aptallık ediyordum ama umurumda bile değildi, benimki artık deli cesaretiydi. Baran’ın kaybı çok uzamıştı ve artık çözülmeliydi.

İç güdülerime güvenerek aşağıya inen merdivenlere doğru ilerledim. Merdiven basamaklarını sessizce, bir bir indim, gözlerimi de sanki görünmemi engelleyecekmiş gibi korkuyla kısmıştım.

Merdivenler karanlıktı, duvarlardaki loş aplikler sadece düşmenizi engellemek üzere ayarlanmış gibiydi.

Korkuluğa tutunarak adımlarımı ilerlettim, basamakları tek tek geçtim ve kendimi beklediğimden çok farklı bir manzarayla, tütün dumanlarının içinden bana sorgulayan gözlerle bakan birkaç yetişkin adamın bakışlarının hedefinde buldum.

Burada olmamam gerekiyordu.

Burada olmamam gerekiyordu. Kahretsin, burada olmamam gerekiyordu!

“Pardon.” diye mırıldandım, “Ben lavaboya gitmeye çalışıyordum ama…”

Bana inanmadıkları her hallerinden belliydi. Ellerindeki kartlar, masanın üzerindeki zarlar ve deste deste nakit paralarla yüzüme bakan bu yetişkin adamların yüz ifadeleri hiç de burada olmamdan hoşnutlarmış gibi görünmüyordu.

Burası gizli bir kumarhaneydi ve ben onların gizli bölgelerine inmiştim!

Peki Baran’ın burası ile alakası neydi? Belki de babasının gelip gittiği bir yerdi burası ama artık bunların hiçbirinin bir önemi yoktu!

“Buranın kapısında lavabo yazdığını sanmıyorum,” dediğini duydum bir sesin, gayet maskülen bir takım elbiseli, orta yaşlı, oldukça güçlü ve cüsseli bir kadın üzerime doğru gelip beni kolumdan tuttuğunda bir şeyi çok net anlamıştım.

Başım beladaydı.

“Bakın hanımefendi, karıştırdım herhalde. Yukarıda da söylemiştim. Zaten tansiyonum düştüğü için buraya tatlı yemeye geldim. Lavabo yazısı da yan tarafta yazıyor diye b-“ Ben eveleyip gevelemeye çalışsam da kadın beni kolumdan tuttuğu gibi merdivenlere doğru çekti.

“Ben zaten ne yaptığınızı bile anlamadım ki orada.” dedim son çare.

“Aynen,” dedi kadın gaddar bir sesle, “Kartlar, zarlar, paralar filan, altın günü yaptığımızı düşündün herhalde.”

O sırada benim merdivenlere doğru içeriye girdiğim kapının önüne gelmiştik ama kadın orada durup beni dışarı çıkarmak yerine kolumu daha da sıkı tutup beni bu sefer de üst kata doğru çekiştirmeye başladı.

“Çantam, telefonum, her şeyim burada, buradan girdim zaten ben, bırakın gideyim! Gerçekten hiçbir şey görmedim, yani gördüm de anlamadım işte! Biraz salağımdır ben öyle her şeyi anlamam yemin ederim!”

Henüz hiçbir şeyi tam olarak ciddiye alamamıştım, kendimi nasıl bir belanın içine soktuğumun farkında bir değildim ama içine düştüğüm tehlikeyi anlamama ramak kalmıştı.

Bir anda diretmem ve çırpınmaya başlamamla kadın beni öyle bir çekti ki yanağım merdivenlerin korkuluklarındaki sivri uçlardan birine çarptı.

“Ah!” diyerek acı içinde inlediğimde korkunç bir gerçekliğin içindeydim.

Dudağım patlamış olmalıydı, çeneme akan şeyin kan olduğuna emindim, çenem ve yanağım acı içinde sızlıyordu ve bu beni yukarıya sürükleyen bu caninin umurunda bile değildi.

İçimde karşımdaki bu kadına karşı öyle büyük bir öfke belirmişti ki aşağıda gördüklerimi belki unutabilecek olsam bile artık asla unutmayacaktım, burası artık benim ikinci meselemdi.

“Geç.” Dedi kadın, beni üst kattaki kasvetli bir ofisin sandalyelerinden birine oturttu ve sehpada hazır halde duran ince bir halat ile kollarımı sandalyeye bağladı.

“Sizi…” dedim ağzımdaki kan tadıyla, “Doğduğunuza pişman edeceğim.”

Kadın sessizce güldü.

“Hayatta kalırsan edersin.” dedi, “Bir daha lavabonun yerini karıştırma derdim ama, zaten karıştıracak kadar vaktin olmayacak gibi. Sesini çıkarmadan otur burada. Hoş, çıkarsan da kimse duymaz zaten.”

Kadın tek kelime daha etmeden odadan çıkar çıkmaz öfkemi ve acımı unutmaya çalışarak ellerimi pantolonumun cebine ulaştırmaya çalıştım.

Belki de şu süreçte akıllıca davrandığım tek konu az önce “Çantam, telefonum, her şeyim aşağıda.” diyerek yalan söylemek olmuştu. O eşyalarımı aramaya giderken telefonum yanımdaydı ama yine de ellerim bağlıyken ne yapabilirdim ki.

Tek bir seçeneğim vardı. Telefonumun kullandığı sesli komut sisteminden birini aramak ya da birine mesaj göndermeye çalışmak.

“Telefon!” diye seslendim sessizce, çünkü telefonun sesli komut özelliğini açan kelime buydu.

“Sizi dinliyorum.” diye bir ses geldi telefonumdan. Keşke telefonum da biraz sessiz olabilseydi.

“Dünya Can’a mesaj gönder.” dedim ve telefonun sessizce ilettiğim komutu anlamasını bekledim.

“Ne yazmamı istersiniz?” dediğinde sol gözümden bir damla yaş aktığını fark ettim. O sırada kanayan dudağımdaki kanın tadını alabiliyordum.

“Sadece konumumu gönder,” dedim, “Ve bir de mesaj yaz. Ona de ki… Bul beni.”

“Anlaşıldı.”

Telefonum merdivenlerden gelen ayak sesleri ile eş zamanlı olarak sustu. Koruma tipli o kadın içeri girip de çantamı koltuğa attığında bakışlarından anlamıştım, telefonumu bulamamıştı ve bende olduğunu biliyordu.

“Nerede?” dedi, “Beni uğraştırma.”

“Ne nerede?”

Cevap vermek yerine öfkeyle üzerime doğru eğildi ve ceplerimi aramaya başladı. Zaten elini sol cebime atar atmaz telefonumun orada olduğunu anladı ve ben kendimi geriye çekmeye çalışsam da telefonumu çıkardı.

Fakat şansım ufacık da olsa yaver gitti ve telefon ben kendimi geriye çekmeye çalışırken telefon kadının elinden kayıp tam ayağımın yanına düşüverdi.

Mantıklı düşünmeye vaktim yoktu, aklıma gelen ilk şeyi yapıverdim. Ayağımı uzattığım gibi telefonumu ayakkabımla art arda ve sahip olduğumu bilmediğim bir fiziksel güç miktarı ile ezdim.

Sonra başımı kaldırıp kadının yüzüne öfkeyle baktım.

“Bahsettiğim kadar da salak değilmişim, değil mi?” dedim.

Kadın ise burnundan soluyordu.

“Bak sen,” dedi, “Sert mi oynamak istiyorsun?”

Kadın bana hiddetle bakarken tam o an içeriye iki koruma daha girdi. Ben ise korkusuzca yanıtlıyordum onu.

“Ayağımın altına düşürdün, yanlışlıkla bastım.” dedim sakince.

“Sen beni salak mı sanıyorsun?” dedi kadın ve hiç beklemediğim bir anda ellerini boğazıma götürdü ki diğer iki korumadan biri kadını sertçe çekip benden uzaklaştırdı.

“Ne yapıyorsun abla ya?” dedi, “Kız kaç yaşında, kaç kilo görmüyor musun, bir gram canı var zaten! Dudağını da kanatmışsın, şerefsizliğin lüzumu yok! Çekil sen, git hava al.”

“Oğlum aşağıda yakaladım lan kızı! Şerefsiz ben mi oluyorum?” dedi kadın bağıra çağıra.

“Kapıyı kilitli tutmayanda arayacaksın suçu!” diye bağırdı yeni koruma.

Onlar kendi aralarında tartışırken ben yaşadığım olayın korkunçluğunu sindirmeye çalışıyordum. Yaşadığım fiziksel acının dışında, başıma bu kadar kolay belaya sokmuş olmamı ve bu aptallığı sindiremiyordum. Üstelik karşımdaki de bir kadındı, belki de bir anneydi. Nasıl bu kadar kolay yakardı birinin canını?

Peki ben neye güvenerek gelmiştim buraya, neyime güvenerek gelmiştim? Ne olacağını sanıyordum, Baran’ı burada bulacağımı mı?

“Telefonu al, açmaya çalışalım.” dedi sakin kalan koruma, “Gidip etrafı kolaçan edelim. Kızın da çantasını al, kimliğini araştırtalım. Kenan Abi kızın aşağıya indiğini öğrenirse bizi öldürür.”

Üçü birden odadan çıkıp kapıyı da üzerime kilitlediklerinde aklım telefonumdaydı. Dünya Can mesajı almış mıydı? Belki de henüz uyanmamıştı bile. Bu adamlar hakkımda bir şey bulamayınca beni öylece serbest bırakırlar mıydı ki?

Çenemdeki kan kurumuştu ama dudağımın şişmeye başladığına neredeyse emindim. Sinirlerim öyle bozuktu ki acıdan mı yoksa öfkeden mi ağlıyordum bilmiyordum. Geçen seneki kendime sınavdan sonraki ilk yazı nasıl geçireceğimi anlatsam asla inanmazdı.

İçimde deli gibi bir sığınma ihtiyacı belirdi. Bir başkasına olması da şart değildi, gerekirse kendime de sığınırdım ama sığınmak istiyordum işte bir yere. Sonra zihnim bambaşka, karanlık bir düşünceye daldı. Baran’ın kana bulanmış kıyafetleri geldi aklıma, kırık telefonu.

Şimdi ben de kırık bir telefonla, çenemde kurumuş kan damlalarıyla ve Dünya Can’a gönderdiğim “Bul beni.” Mesajıyla burada böylece kalakalmıştım.

Tarih tekerrür ediyordu sanki.

Baran’ın yaşadıklarının bir yansımasını da ben yaşıyordum adeta. Ben böyle hissettiysem o nasıl hissetmişti başına gelenler karşısında kim bilir?

Belki onun yolu da buradan geçmişti? Belki onun başına gelenlerin sebebi de burada, olmaması gereken bir yerde bulunmasıydı.

Bana kafayı yiyecekmişim gibi hissettiren düşüncelerle boğuşurken zamanın ne kadar geçtiğinin farkında bile değildim. Belki de saatler geçmişti. Başım deli gibi ağrıyordu, dişlerim ve yanağım sızlıyordu, dudağımdaki yarayı tükürüğüm bile acıtıyordu.

Çok değil belki iki belki de üç saat sonrasıydı umudun sesini duyduğum an.

“Sirenler,” dedim kendi kendime, “Polis sirenleri.”

Oturduğum yerde kıpırdanmaya, sandalyemi hareket ettirmeye, kollarımı oynatmaya çalışsam da yapamıyordum.

“Yardım edin!” diye bağırdığımı hatırlıyorum.

Sirenlerin öylece geçip gitmemesi için dua ettiğimi, benim için geldiklerini umduğumu hatırlıyordum. Kendimi sandalyeden atabilmek için öyle büyük bir çaba sarf ettim ki en sonunda bedenimi sandalyeyle birlikte yerde bulduğumda ağzımdan kontrolsüz bir küfür çıktı.

Şimdi sandalye ile birlikte yerdeydim, kendi kendime hayatımı kaydırmıştım resmen.

Fakat umuduma umut katan bir şey vardı neyse ki. Siren sesleri burada durmuştu, hiçbir yere gitmiyorlardı. Buraya, bana gelmişlerdi…

Ben yerde korku ve heyecan arasında bir duygu karmaşasında beklerken ve yaklaşık on dakika sonra tam önümdeki kapının zorlandığını duydum. Başımı kaldırmaya çalışsam da çok başarılı olamadım.

“Buradayım!” diye seslenmeye çalıştım zar zor, “Yardım edin!”

Sanki sesim kapıdaki darbeleri güçlendirdi, darbeler arttı ve belki dört, belki de beşinci vuruşta açıldı kapı. Karşımda bir polis görmeyi umarak başımı kaldırmaya çalıştım ama beni sandalyeyle birlikte tutup kaldıran kolların sahibi bir polis değildi.

“Sen…” dedim halsizce, “Ne işin var burada?”

Beni tutup yerden kaldıran Aziz Ata’dan başkası değildi.

Önce hırsla kollarımı çözdü, sonra ise öfke ve korkuyla tam önüme eğildi.

“Asıl sen…” dedi, “Senin ne işin var burada Derin! Ne işin var!”

Kontrolsüzdü, adeta hesap soruyordu ama haklıydı.

“Ben sadece… O kartı bulduğumuz günden beri aklımdaydı ve buraya gelip bakmak istedim…” dedim gözyaşları içinde.

Aziz Ata’nın gözleri ise korkuyla çenemde, dudaklarımda, yanağımda geziniyordu.

“Bunu…” dedi titreyene elini dudağıma dokundurduğunda, “Bunu sana kim yaptı?”

Sesi hiç duymadığım kadar öfkeli, gözleri hiç görmediğim kadar hınç doluydu.

Koridordan geçen ve etrafı arayan polislerin arasından bize doğru yaklaşan tanıdık yüz Deha Yener’e aitti. Deha Yener nefes nefese odaya girmiş, endişeyle bana ve Aziz Ata’ya bakıyordu.

“Hangisi!” dedi bir kez Aziz daha, “Sadece söyle! Hangisi!”

“Aziz!” dediğini duydum Deha Yener’in.

Elini Aziz’in omzuna koyduğu an Aziz omzunu öfkeyle çekip ayaklandı.

“Ağabey görmüyor musun yüzünü! Çenesine bak, dudağına bak! Ona bunu kim yaptıysa onun belasını ben kendi ellerimle vereceğim!”

Aziz kapıya yöneliyordu ki Deha Yener’in bakışlarının çenemde kaldığını fark ettim, yine de iki saniyelik bir gecikmeyle de olsa kendisini Aziz’in önüne attı ve tuttu onu.

“Bana bırak!” diye bağırdı Deha, “Ben halledeceğim, sen onunla ilgilen. Gerisini bana bırak!”

“Ağabey bırak mırak yok onun belasını si-“ derken Deha Yener Aziz’in sözünü kesti.

“Kızın haline bak!” diye bağırdı öfkeyle, “Sence derdimiz intikam mı olmalı şu an! Al götür Derin’i buradan, çıkar kızı şu hengamenin içinden ben halledeceğim diyorum sana Aziz!”

İşte o an durdu Aziz, gözleri yüzüme, yaşlı gözlerime çevrildi. Yanında duran kapıya bir tekme savurup bir küfür bıraktıktan sonra nefes nefese geldi yanıma.

“Gel buraya.” dedi titreyen sesiyle.

Ben ise şoka gibiydim, donakalmıştım, yalnızca ağlıyordum. Ne kadar korktuğumu onlar gelene kadar anlamamıştım bile. Sanki korkumu kendimden gizlemiş, kendime bile belli etmemeye çalışmıştım.

Sonra Aziz Ata’nın kolları sardı beni. Bedenimi kucakladığı gibi kapıya yöneldi. Merdivenleri inerken gözlerimi kapatmıştım. Sessizce sorular soruyordum sadece.

“Herkes iyi mi? Dünya Can ve Berfu burada mı? İyiler mi?”

“Buradalardı, ağabeyim onları güvende olmaları için karakola gönderdi. Herkes iyi,” dedi Aziz Ata, “Senin dışında.”

“Özür dilerim.” diye fısıldadım, “Sadece gelip buraya bir göz atmak istemiştim…”

“Bunu bana söyleyebilirdin,” dedi Aziz Ata acı içinde, “Tek başına kalkıp içeride neyle karşılaşacağını bilmediğin bir yere gelmek…” Sustu, devam edemedi, konuşsa öfkesine yenik düşecekti.

“Derin,” dedi, “Bir daha sakın. Anladın mı? Bir daha sakın.”

Sesimi çıkarmadım. Aziz Ata beni arabasının arka koltuğuna yatırırken kendimi hiç olmadığım kadar güçsüz ve aptal hissediyordum.

“Hastaneye uğrayın,” dediğini duydum Deha Yener’in, “Darp raporunu aldıktan sonra yanıma geçersiniz, ifadesini alırız.”

Aziz Ata hiçbir şey söylemeden arabaya bindi. Hiç beklemeden gaza bastı, son süratle yol alırken arka koltukta hala bir şeyler mırıldanıyordum.

“Aziz…” dedim sessizce, “Annem beni böyle görmesin.”

“Haberi yok.” dedi, “Merak etme. Hamilelik mevzusundan dolayı haber vermedik. Bu gece bende kalacaksın. Güvende olacaksın. Bir şey uyduracağız.”

Halsizce başımı salladım.

“Baran için yaptım,” dedim bir kez daha hüzünle, “Bu kayıp artık çözülmeliydi…”

Aziz Ata’nın aynadan beni izlediğini gördüm. Gözlerim aynadaki gözlerini buldu, içindeki endişe ve öfke onu sessizleştirmişti. Gün içinde yaşayacaklarımız ise onu daha da sessizleştirecekti.

Hayatımda ilk kez bir darp raporu muayenesine girdim. Yaşadıklarımla ilgili ifade verdim, merdivenlerde sürüklendiğimi, kadının ellerini boğazıma götürürken arkadaşının araya girdiğini anlattım. Kadını onlarca fotoğraf arasından buldum, gösterdim.

Aziz Ata ise hep sessizdi. İçindeki öfkeyi bastırmak zorunda kalmak onu sessizleştirmişti adeta.

Gece günü ele geçirmişti adeta. Güneş vardı ama parlamıyordu sanki.

Ruhumun perdeleri kapanmıştı, bir gram bile ışık sızmıyordu içeriye.

Saat akşamı gösterdiğinde Aziz Ata’nın evindeydim.

Sabah yaşadıklarım yetmezmiş gibi bütün günümü onları ispatlamaya çalışarak geçirmiştim, ne acı.

“Duşa girmek ister misin?” diye sordu Aziz Ata, sonra kendi kendine ekledi, “İstersin.”

Aziz banyosuna girip duşa kabinin suyunu açtığında onu halsizce takip ettim.

“Merak etme, ben içeride sana giyecek ve yiyecek bir şeyler hazırlayacağım, sen rahat ol. Havlular karşıdaki dolapta. Bir şey istersen seslenmen yeterli, hemen gelirim.” dedi endişeyle.

Başımı salladım. Banyoya girip kapıyı kapattım ve kıyafetlerimi kirli sepetine atıp ılık suyun altına attım kendimi. Biraz da orada ağladım. Baran’ın kaybının iyice düğüm olmasına mı, canımın yanmasına mı yoksa yaşadıklarımı kendime yediremiyor olmamama mı ağlıyordum bilmiyordum.

Ama belki de bir şeyin farkına varmıştık, bu kart Baran’ın odasından çıkmıştı ve bu adamlar çok tehlikeli adamlardı. Bugün bir şekilde kurtulmasam belki ben de ortadan kaybolacaktım. Kim bilir?

Suyun altında öylece durdum, kollarımı kaldırıp saçlarımı yıkayacak kadar bile enerjim yoktu. Sadece ıslandım…

Sonunda duştan çıkıp vücudumu rafta duran büyük havlulardan biriyle sarıp kapıyı açtığımda Aziz Ata’nın dolabının açık kapaklarının önünde olduğunu gördüm.

“Sana kıyafet arıyordum,” dedi, “Uzun bir tişört versem sorun olur mu?”

“Sorun olmaz…” dedim sessizce.

“Tamam,” dedi, “Sen şöyle otur, saçlarını kurutayım.”

Tereddütle yüzüne baktım ama o hiç de tereddütlü görünmüyordu. Beni yatak odasındaki berjere oturttu. Saç kurutma makinesini açtı ve saçlarımı şefkatle kurutmaya başladı. Ben ise bugüne dair hatırlamam gereken şeyleri sorguluyordum.

“Adamlar çok tehlikeliydi…” diye fısıldadım.

“Biliyoruz.” dedi Aziz Ata, “Polis daha önce gitmiş oraya. Yasa dışı bahis oyunları oynatıldığı için ceza da kesmişler ama Baran’a dair bir şey bulunamamış.”

Bir yandan anlatıyor, bir yandan saçlarımı kurutuyordu.

“Kenan…” dedim sessizce, “Kenan diye birinden bahsediyordu adamlar, patronları sanırım, bunu ağabeyine iletir misin?”

Aziz Ata’nın aynadaki yansımasından hüzünle başını salladığını gördüm.

“Peki o adamlara ne oldu? Ve o kadına?”

“Cezaevine sevk edildiler,” dedi sessizce, “Merak etme, öylece çıkıp gitmelerine izin vermeyeceğiz. Dünya ve Berfu seni merak etmişti, iyi olduğunu söyledim. Annen de Berfu’da olduğunu sanıyor.”

“Sen…” dedim, “Bugün o büyük kapıyı tek başına mı kırdın?”

“Etkisiz hale getirdim diyelim.” dedi beni güldürmeye çalışarak.

Hüzünle gülümsedim. Aziz Ata saç kurutma makinesini masaya bırakıp masadan aldığı buz torbası ile önümde eğildi. Ben soran gözlerle ona bakarken o elindeki buzu dudağıma doğru tuttu ve yüzüme endişeyle baktı.

“Derin…” dedi, “Sen tek başına değilsin. Bir daha sakın öyleymişsin gibi davranma yoksa bir dahaki sefere başı belaya giren tek kişi sen olmayacaksın. Bugün orada ağabeyim olmasaydı sana bunu yapan o şerefsize neler yapardım ben bile bilmiyordum.”

Hüzünle başımı salladım.

“Özür dilerim, senden, ağabeyinden, Dünya’dan, Berfu’dan… Elime yüzüme bulaştırdım her şeyi.”

Aziz derin bir iç çekti.

“Şu an önemli olan tek şey senin iyi ve güvende olman.” dedi.  

Gözlerim gözlerindeydi. Mavi mi yoksa yeşil mi yoksa ela mı olduğunu henüz çözemediğim o güzel gözleri benim gözlerime öyle bir bakıyordu ki sanki burada olduğum için şükran duyuyordu.

Oysa ben içimde büyük bir boşluğa, büyük bir karanlığa düşmüştüm.

Perdelerin arasında kayboldum adeta, perdelerin yumuşaklığında. Hedefimden şaştım perdelerin arasında, perdeler tarafından kandırıldım. Kandım onlara, ben de perdeyim sandım. Oysa ince, zayıf bir tül parçasıydım ben. Perdelerin arasında var olabilmek için savaşmak gerekiyordu, yoruldum.

Gözlerim gözlerindeydi hala. Ruhu beni kendisine çekiyordu adeta ve ruhum ona çekiliyordu. Tüldüm işte, güçsüz bir rüzgar bile esse ben hemen yerimden olurdum.

Rüzgar esti sanki. Soyut bir el beni sırtımdan ona doğru itti.

Buz tutan eli dudağımdan kaydı, kucağıma düştü. Ben ona yaklaştım, o bana.

“Kaybet beni.” diye fısıldadım ona.


Nefesi nefesimdeydi. Ve ben onun dudaklarında kaybolmak istedim…

Ve değdi dudakları dudaklarıma, rüzgarın tüle değdiği gibi.

Oysa yara bere içindeydim, dudağıma değen güzel dudakları bile canımı yakıyordu. Bir anda irkildim ama gitmesini de istemedim.

Aziz Ata kendisini geri çekse de gitmesine izin vermek istemedim, yakasından tuttum onu. O ise beni öpmek yerine alnını alnıma yasladı.

“Seni öpmek demek seni kaybetmek demekse eğer…” diye fısıldadı, “Ben seni yalnızca bulmak isterim Derin.”

Sonra karşılıklı bir iç çektik ve o gece nasıl sessizce başladıysa öyle sessizce devam etti.

“Canın yanıyor,” dedi Aziz Ata boğazını temizleyerek ayaklanırken, “Sana bir ağrı kesici getireyim, sonra da uyuyup dinlenmelisin.”

Başımı salladım.

Aziz koridora doğru ilerliyordu ki yatak odasının kapısında durup bana döndü.

“Bu arada,” dedi. Başımı kaldırıp ona baktım. Bakışları kararlıydı.


“Bu bul beni oyunu artık son bulmalı Derin,” dedi, “Yoksa biri zarar görecek. Baran öldüyse de hayattaysa da bulacağım onu. Sana sözüm olsun…”

İçimdeki tüller uçuştukları yere geri döndü, artık daha durgun, daha sakinlerdi. Artık hiç esmiyordu sanki ve esmekten de ziyade, artık nefes bile alınmıyordu ruhumun içinde…

Peki daha nereye kadar sürüklenecektik bu kaybın izinde?