12.Bölüm : Uraz’ın Satırları.

Beyza Alkoç
0

“Her facianın iki çaresi vardır : zaman ve sessizlik.”

(Alexandre Dumas)

12.Bölüm : Uraz’ın Satırları.

Gözlerimi araladığımda nerede ve ne halde olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Her yer karanlıktı, her zaman olduğu gibi. Burası güneşin girmediği bir yerdi. Ve artık ışıklar tamamen gitmişti.

Yavaş yavaş doğrulmaya çalıştığımda vücudumun tamamında hissettiğim yoğun ağrı hissiyle kalkmakta zorlandım ve olduğum yerde yatmaya devam ettim. Dün gece ne olmuştu? Neden her yerim ağrıyordu? Bu öksürük sesi de kimden geliyordu? Bir kalkma denemesi daha yapmaya karar verdim ve ellerimle yerden destek alarak doğruldum. Karşılaştığım manzara ise korkunçtu.

Salonun ortasında yerde yatıyorduk. Hep birlikte.

Ellerim şaşkınlıkla üzerimdeki elbiselere dokunduğunda dün geceyi hala hatırlayamıyordum. Sol yanımda Uraz, sağ yanımda Nisan, Nisan’ın yanında Eren, Eren’in yanında ise Bulut uyuyordu. Üstümüz başımız çamur içindeydi. Her birimizin saçları darmadağınıktı. Uraz’ın, Eren’in ve Bulut’un üzerindeki takım elbiseler, Nisan ve benim üzerimdeki elbiseler yavaş yavaş hafızamı canlandırıyordu. Doğru ya, balo salonu... Dün gece yarışmanın normal seyrinde yolu yarıladığımız için kutlama yapmamız gereken balo salonundaydık. Gözlerimi kapatıp başımı ellerimin arasına aldım. Başımda hissettiğim berbat ağrı yüzünden hareket ettikçe içinde bulunduğum ev bile sarsılıyor gibi hissediyordum. Tek hatırladığım o ilk şarap kadehini içişimdi, gerisi henüz hafızamda yer bulamamıştı. Başımı çevirip Uraz’a doğru döndüm. Darmadağınıktı. Elimi uzatıp koluna dokundum. Uraz ona parmak uçlarımla dokunduğum an gözlerini açtı.

“Merhaba...” diye mırıldandım sessizce, “Benim. Günaydın.”

“Kumru.” dedi, bu bana ismimle ikinci hitap edişiydi. Baş ağrıma rağmen istemsizce gülümsedim.

“İyi misin? Başın bir felaket olmalı.” dedim endişeyle.

“Başım iyi. Sadece yorgun hissediyorum.” diyerek doğruldu ve oturma pozisyonuna geçti.

Tabi, herkes benim gibi iki kadeh şarap ile komaya girme noktasına gelecek değildi. Uraz’ın uykulu gözleri beni izliyordu.

“Dün gece neler olduğunu hatırlıyor musun?” diye sordum.

“Sen hatırlamıyor musun?”

“Ben sadece ilk şarap kadehini elime aldığım anı hatırlıyorum. Bende gerisi yok.” Bir yandan gülümsüyor bir yandan da ellerimle alnımı ovuyordum.

“Başın mı ağrıyor?” diye sordu ilgiyle. Başımı salladım.

“Kafamın içinde bir savaş var.” diye açıkladım, “Alkolün beni bu hale getirmesi normal mi?”

“Sadece alkol değil.” dedi Uraz, “Eve nasıl geldiğimizi hatırlamıyor musun?” Yüzüne korkuyla baktım.

“Hayır. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Nasıl geldik?”

“Zor bir yolculuktu.” dedi Uraz.

“Bu kadar mı? Sadece zor bir yolculuk muydu?”

“Şimdilik bende kalsın, 889. Bir ara kendimize geldiğimizde hatırlat da sana onuncu eve giden yolculuğumuzu anlatayım. Olur mu?”

İçinde bulunduğum bir anı benim için şimdilik bir sır olarak Uraz’ın hafızasında saklanacaktı. Yüzündeki ifadeden o yolculuğun ne kadar zor geçtiğini anlamak imkansız değildi. Her birimizi baştan aşağı süzdüğümde ise vücutlarımız, saçlarımız ve kıyafetlerimiz bana her şeyi anlatıyordu aslında. Yara bere içindeydik. Bizi dünyaya göstermek üzere kurulan bu platform her geçen dakika mezarımız haline geliyordu. Yukarıdaki hayatlarımız ise öylesine umutsuzdu ki içten içe buradan çıkmayı olabildiğince ağırdan alıyorduk. En başta tek istediğimiz buradan çıkmaktı, sonra zamanla yukarıdaki hayatlarımızın buradaki sıkışmışlık hissinden farklı hissettirmediğini fark ettik. Biz enkazın altında değilken de enkaz altındaydık.

“Sanırım onları uyandırıp yataklarına yollamamız gerek. Seni de aynı şekilde...” dedi Uraz ayağa kalkarak. Kalkar kalkmaz bana döndü ve elini uzattı.

Bana uzattığı elini tuttum ve gözlerim birbirini tutan ellerimize kaydı. Birbirini tutan iki çamurlu el. Sanki Uraz’ın bana uzattığı o el yerde oturan beni yukarıya davet ediyordu, kurtuluşa.

“Teşekkürler.” diyerek elinin desteğiyle ayağa kalktığımda bacaklarımın ağrımaktan öte acıdığını fark ettim.  Eğilip bacaklarıma baktığımda Uraz da beni izliyordu.

“Çok mu düştüm?” diye sordum.

“Başta evet.” dedi ve ekledi, “Sonra hayır.”

“Sonra ne oldu? Bir anda ayıldım mı?” dedim gülerek.

“Kucağımdaydın.” dedi, “Düşme diye.”

Yüz ifadem ciddileşirken şu an hayatıma dair en büyük dileğim dün akşam yaşananları hatırlamaktı. Birkaç saniyeliğine yanaklarımın kızardığını hissettim çünkü Uraz yüzüme bakmaya devam ediyordu. Yüz ifademi ve söylediği şeye karşı neler hissettiğimi görmek istiyordu, biliyordum. O yüzden bir anda arkamı döndüm ve Nisan’a doğru eğildim.

“Nisan.” dedim onu ürkütmemek için kısık bir ses tonuyla, “Hadi uyan.”

Nisan kıpırdanıp gözlerini açarken Uraz Eren’in başındaydı. Nisan sersemlemiş bakışlarla etrafına saf saf bakarken kolunu tutup oturmasına yardımcı oldum.

“Ne oldu bize?” diye sordu anlam vermeye çalışarak, “Kaza mı geçirdik?”

“En son ne hatırlıyorsun?” dedim merakla.

“Taksideydik.” deyince ufak bir kahkaha attım.

“Sen biraz fazla geçmişte kalmışsın. Dün balo salonundaydık, çok sarhoş olduk, burası onuncu ev. Fakat şu an ne anlatsam da anlamayacaksın çünkü kafan yerinde değil, biliyorum. O yüzden hadi kalkıp odanda biraz daha uyu.”

Nisan’ı elinden tutup kaldırdığımda Uraz da aynı açıklamaları Eren’e yapmakla meşguldü. Nisan kendine gelmeye çalışarak yemek masasına yaslandı ve merakla gözlerle evi incelemeye başladı.

“Bulut’u da uyandırayım.” diye mırıldanarak Bulut’a doğru ilerliyordum ki Uraz ayakta tutmaya çalıştığı Eren’i bırakıp Bulut’a yöneldi.

“Eren düşüyor!” dedim telaşla, “Neden bıraktın onu?”

Eren’in Uraz’ın kollarından düşüp yerle buluşması ve uyumaya devam etmesi sadece üç saniye sürdü.

“Ben böyle iyiyim.” dedi Eren gözlerini bile açmadan.

“Uyandı sandım.” dedi Uraz, “Sen Nisan’ı odasına götür. Ben onları hallederim.”

“Peki.” dedim gülümsememi bastırmaya çalışarak. Arkamı döndüm ve resmen ayakta uyuyan Nisan’ın koluna girdim.

“Hatırlayabildin mi bir şeyler?” diye sordum.

“Taksideydim, siz yoktunuz.” gibi birkaç şeyler anlatırken neredeyse “Siz kimsiniz ki?” diye soracaktı. Nisan’ı odasına götürüp yatağına yatırdığım sırada baş ağrım giderek artıyordu. Sanki içerideki havalandırma sistemlerinin çalışmasında bile aksaklıklar vardı, aldığım nefesin bile nefes olmadığını hissediyordum. Salona tekrar dönmedim, belli ki Uraz ona yardımcı olmamı istemiyordu. Odama geçtim ve hızlı bir duşa girdim. Tek istediğim uyumaktı.

Ağrı kesicilerden, kas gevşeticilerden, yara merhemlerinden yorulmuştum. Bir yanım yukarıdaki hayatımı özlemezken bir yardım buradan kurtulup nefes almak istiyordu. Aklımda bir ton soru, bir ton serzeniş vardı. Fakat Tayfun Kaval tarafından dinleniyor ve belki de hala izleniyor olmak her sorumu ve her serzenişimi içimde tutmama sebep oluyordu.

Saçlarımı yarım yamalak kuruttuktan sonra yatağıma uzandım ve müthiş bir baş ağrısıyla uykuya daldım. Saatler sonraya uyandığımı tahmin ederek gözlerimi açtığımda bunu bilebilmemin imkanı yoktu. Bir saniyeliğine zamanı ve günün hangi diliminde olduğunu bile bilemiyor olmamın verdiği öfkeyle odadaki her şeyi dağıtmak istediğimi fark ettim. Yaşadıklarım beni bambaşka bir delilik haline sürüklüyordu sanki. Ruhum iki seçenek arasında sıkışıp kalmıştı. Ne yukarıda ne burada olmak istiyordum.

Tek hayalim araftı. Tek hayalim hiçbir yerde olmamak ve her yerde olmaktı.

Uyanır uyanmaz bir kez daha duş aldım. Bu sefer yavaş ve beni kendime getirecek bir duş almak istedim, karanlıkta duş almak ise pek iç açıcı değildi. Duş alıp üzerimi değiştirdikten sonra masamda duran mumlardan birini yakıp saçlarımı kurutmak için aynanın önüne geçtiğimde uzun uzun aynaya baktım. O an içimde yaşadığım bir yükselişle banyodan çıktım ve kendimi odamdaki masanın başında buldum.  Çekmecede bulduğum bir makası elime alıp bir kez daha aynaya doğru ilerledim. İçimdeki belirsizlik ve hiçbir yere ait olamama hissi beni öfkeli bir ruh haline sokmuştu. Şu ana ve şu dakikaya dair tek hissettiğim öfkeydi.  Saçlarımı uçlarından biraz kestim ve aynadaki Kumru’ya baktım.

“Hatırlıyor musun?” dedim kendi kendime, “Annenin saçlarını uzatmana izin vermediği yılları...”  

Sonra elimdeki makası saçlarıma bir kez daha yaklaştırdım. O an kapının çalmasıyla irkildim ve makas elimden kayıp lavabonun içine düştü. Başımı korkuyla kapıya doğru çevirdiğimde Uraz’ın sesini duydum.

“Uyandın mı?” diye soruyordu.

Kapıya doğru birkaç adım attım ve kapıyı açtım.

“Uyandım, duş aldım. Saçlarımı kurutacaktım.”

Uraz’ın elinde bir kitap vardı. Gözleri ise ıslak saçlarımdaydı.

“Saçlarını kesmişsin.” dedi, oysa bunu anlaması neredeyse imkansızdı. Saçlarımdaki boy farkı iki santim bile olmamalıydı.

“Evet. Nasıl anladın?” diye sordum, “Biri ben uyurken saçlarımı bu kadar kesse ben bile anlamazdım.”

“Gün içinde aynaya kaç kere bakıyorsun?” diye sordu.

“Birkaç kez.” diyerek omuz silktim. Gözlerini gözlerime çevirdi.

“Ben hep sana bakıyorum.” dedi.

Sonra başını eğdi ve elindeki kitabı bana uzatıp cümlesini toparlayabilmek için bir açıklama yapmaya çalıştı.

“Bakıyorum derken görüyorum anlamında söyledim. Sonuç olarak hep karşımdasın, yanımdasın, çevremdesin. İster istemez görüyorum seni.”

“İster istemez görüyorsun, öyle mi?” dedim kaşlarımı kaldırarak.

Uraz cevabım karşısında afalladı, açıklama yapacağım derken alınmama sebep olmuştu. Yani en azından o öyle sanıyordu, ben böyle şeylere alınmazdım. Bu tarz konularda iyi olmadığını düşünmüş olacak ki bu sefer konuyu tamamen değiştirdi ve başıyla bana uzattığı kitabı işaret etti.

“Odamdaki kitaplıkta duran bu kitabı okuyordum da tam seninle ilgili olduğunu fark ettim. Dans hakkında. Belki sende yoktur diye getirmek istedim. Belki okursun.” Sonra elini boynuna götürüp boynunu kaşırken ekledi, “Mutlaka oku.”

Kaşlarımı çatarak elindeki kitabı aldım ve içine göz gezdirmek için açacaktım ki Uraz kitabın üzerine elini koydu. Şaşkınlıkla ona baktım.

“Şimdi değil.” dedi, “Ayak üstü incelenmeyecek kadar değerli bir kitap. Ben burada yokken, kimse yokken, tek başına oku.”

Nedense Uraz’ın kurduğu cümleler bana bir şey anlatmak istiyor gibiydi. Anlam vermeye çalışarak birkaç saniye boyunca yüzüne baktım ve başımı salladım. Tek anladığım bu kitabı yalnız okumamı istediğiydi.

“Tamam, öyleyse yalnız okuyacağım.” diyerek kitabı kapatıp sol elime aldım.

“Ben dışarıyı kontrol ettikten sonra bir şeyler yiyeceğim. Diğerleri hala uyuyor sanırım. Katılmak istersen beklerim. Yemek yaparız, belki o sırada diğerleri de uyanır.”

Gülümsedim.

“Yemek mi yaparız? Ne yaparız mesela?” diye sordum. Uraz ve yemek yapmak birbirleriyle çok alakasız duruyordu.

“Makarna.” dedi kendini gülmemek için zor tutarak.

“Tabi ya, makarna! Milli yiyeceğimiz.” Uraz gülerek koridora doğru bir adım attı ve bana döndü.

“Mutfakta görüşürüz.” dedi.

“Tamam, sen dışarıyı kontrol et. Ben de saçlarımı kurutayım. On dakika sonra mutfakta buluşalım.”

Uraz arkasını dönüp ilerlediği esnada ben de odama döndüm. Uraz’ın bana getirdiği kitabı masama bıraktım ve banyoya geçtim. Saçlarımı birkaç dakika içinde kuruttum, ince telli ve gür olmayan saçlara sahip olmamın tek avantajı buydu sanırım. Banyoda yaktığım mumu masama bırakmak için masamın başına geldiğimde Uraz’ın hala dönmemiş olduğunu düşünerek bana getirdiği kitabı elime aldım. Sonra bana söylediği cümlelerden farklı bir anlam çıkardım.

“Kimse yokken, tek başına oku.”

Bana söylediği buydu.Tam şu an anlıyordum ki sadece kendisini ve diğerlerini kastediyor olamazdı. Tek başına oku demekten kastı bu kitabı Taylan’ın bile görmeyeceği şekilde okumamdı. Oysa bu yalnızca bir kitaptı. Yoksa öyle değil miydi? Belki saçma sapan bir teori üretiyordum ama iç sesim ve iç hislerim beni buna yönlendiriyordu. Uraz’ın bu kitabı kimse yokken okumamı üstüne basa basa söylemesinin bir sebebi olmalıydı. Peki kitabı kimse beni izlemiyorken nasıl okuyabilirdim ki? Kitabı alıp tuvalete mi gidecektim? Ya da giyinme kabinine? Bunu nasıl mantıklı bir hale getirebilirdim?

Tamam, şöyle yapacağız. Sanki giyinme odasının karanlığını aydınlatmak istiyormuşum da mumları koyacak hiçbir şey bulamıyormuşum gibi. Ayağa kalktım ve birkaç kitabı alıp üst üste koydum. Üzerlerine de mumlardan birini yerleştirip biraz geriye çekildim ve yüzüme  “Bu yükseklik yeterli mi?” gibi bir ifade yerleştirip kitaplara baktım. Yüzüne o ifadeyi nasıl yerleştirdiğimi merak ediyorsanız ben de bilmiyorum ama inanın bana yüzümden okunan ifadenin o olduğuna eminim!

Kitapları ve mumu alıp giyinme odasına doğru ilerledim. Kitapları yere bıraktım. Mumu yaktım ve aceleyle Uraz’ın bana getirdiği kitabın sayfalarını karıştırdım. Sayfalardan birinden düşen bir kağıt olduğunu gördüm. Burada bu kadar uzun süre kalmam dikkat çekici olmalıydı. Hızlı olmalıydım. Kağıdı alıp katladım, cebime koydum ve mumu söndürüp oradan çıktım. Aynı telaşla banyoya girdim. Şimdi güvendeydim. Klozetin kapağını kapatıp üzerine oturdum ve kağıdı çıkarıp okumaya başladım.

“Merhaba 889.” diye başlamıştı satırlarına.

“Artık kimse tarafından duyulmadan, görülmeden konuşmamızın zamanı geldi. Durum her geçen saniye kötüye gidiyor. Yerdeki su ve çamur birikintilerinin boyu her geçen gün artıyor. Elektrik artık varla yok arasında. İçerisi giderek soğuyor. Biz ise yolun yarısındayız.”

Uraz’ın yazdıklarının tam bu noktasında durdum ve derin bir nefes aldım. Durumun ne kadar kötü olduğunu bir kez de Uraz’ın satırlarında okumak kalbimi hızlandırmıştı, ufak çaplı bir anksiyete atağı geçirmek üzereydim. Sonra bir nefes daha aldım ve okumaya devam ettim.

“En fazla 72 saat içinde o kapıya ulaşmak zorundayız. Bu ise 72 saatte neredeyse yüz elli kilometre yol yürümek demek. Dışarıdaki şartlar giderek kötüleşirken 72 saatte yüz elli kilometre yol yürümek benim için imkansız değil ama bizim için imkansız. Üstelik bu yol üzerinde her birimizin başına birçok şey gelebilir. Bunca soğuğa, bunca yaraya bereye, karanlığa rağmen yüz elli kilometreyi bir an önce yürüyüp geçmeye çalışmak sadece bir intihar. Üstelik artık hiçbirimiz iyi değiliz. Belki diyeceksin ki ‘Uraz bana bunları neden anlatıyor? Daha fazla korkutmak için mi?’ Hayır 889. Seni korkutmak isteyeceğim son şeydir. Sana bunları yazma sebebim eğer buradan çıkmak istiyorsak bunun tek ve en sağlıklı yolu yukarıdan birilerine ulaşmaya çalışmak... Bunu Taylan ve yapımcı arkadaşları bizi izliyorken ve dinliyorken yapamayız. Önce ondan kurtulmak zorundayız.”

Tam bu satırı okuduğum an nefesimi tuttum. Bir anlığına bizim buradaki varlığımızı bilen herkes ile iletişimi koparmanın üzerimde yarattığı etkiye baktım. Boğulduğumu hissettim. Taylan’dan ne kadar nefret etsem de yukarıda birinin bizim burada olduğumuzu biliyor olması, bizimle iletişim kuruyor olması içten içe beni rahatlatıyordu. Sanki hep ölecek noktaya gelsek kariyerini hiçe sayıp herkese haber verecek gibi hissediyordum. Bir nefes daha alıp okumaya devam ettim.

“Burada tamamen yalnız kalmadığımız sürece bir çözüm yolu arayamayız. Onlar bizi izliyorken biz sadece kurtulmaya çalışan birer köle gibi yürüyebildiğimiz yere kadar yürür ve sonra kaybederiz.”

Son cümlesinin üzerinde gezinen gözlerim orada kalakaldı. Bir cümlede kaybettim kendimi. İki kelimenin arasında bir yerde kayboldum.

“Sonra kaybederiz.”

Sanki başka hiçbir seçenek yokmuş gibi, kurtulmak bir seçenek değilmiş gibi. Sonra Uraz satırlarına acımasızca devam etti.

“Bazen sadece kaybedersin Kumru. Bazı yollar sadece kaybetmek için yürünür. Bazı insanlar kaybedeceğini bile bile yürür. Bazen kaybetmek tek seçenektir.”

Başımı ellerimin arasına alıp birkaç saniye kendime gelmeye çalıştım. Sanırım bunları kabullenmek istemiyordum. Sanırım oraya kadar yürümemizin intihar olduğunu görmek istemiyordum. Kalbimin atışı üzerine üflenen titrek bir mum gibiydi. Başımı kaldırdım ve gerçeklerle yüzleşmeye, Uraz’ın satırlarını okumaya devam ettim.

“Pek kitap okumam, edebiyatla pek bir işim yoktur. Sizin gibi değilim, sizin gibi yetiştirilmedim. Ama hep aklımda olan bir söz var. Monte Cristo Kontu’nda derler ki, ‘Her facianın iki çaresi vardır: Zaman ve sessizlik.’ Oysa bizim zamanımız da sessiz kalma seçeneğimiz de yok. Eğer zamanı ve sessizliği seçersek işte asıl faciayı o zaman yaşayacağız. Şimdi senden istediğim tek şey bunları okuyup düşünmen. Düşün ve eğer bu plana benim istediğim şekilde devam etmeyi kabul ediyorsan sen de Nisan’a bir not yaz. Nisan Eren’e, Eren Bulut’a ve eğer herkes bunu kabul ediyorsa bugün yürüyeceğimiz kadar yürüyüp diğer eve ulaştığımızda önce onlara belli etmeden evdeki tüm kameraları, tüm mikrofonları bulup etkisiz hale getireceğiz. Sonra hep birlikte oturup ne yapacağımızı planlayacağız. Biliyorum, sen her zaman her şeyi kolaylaştırmaktan yanasın. Belki şu an benim her şeyi zorlaştırdığımı düşünüyorsun ama bir yolunu bulabilirsek inan bana, seni en kolay yoldan dışarı çıkaracağım.

Bazen en kolay yol bizi ölüme götürmeyen tek yoldur.

Hoşça kal Kumru.”

Sayfanın sonuna ulaştığımda Uraz’ın bir de bana not yazdığını gördüm.

“Uraz Kayalar Buradaydı.”

Hüzünle gülümsedim. Oturduğum yerden kalktım ve kağıdı katlayıp cebime sakladım. Düşünmeye, beklemeye gerek yoktu. Banyodan çıkıp masamın başına geçtim ve Nisan’a bir mektup yazdım. Etrafına acemice resimler çizdim, dışarıdan bakıldığında kendi kendime bir şeyler karalıyormuşum gibi görünüyor olmalıydı. Sonra kağıdı aldım ve defterimin arasına koyup masada bırakıp odamdan çıktım. Yeri geldiğinde onu oradan alacak ve Nisan’a verecektim. Kendimi mutfakta bulduğumda ev çok sessizdi, diğerleri hala uyuyor olmalıydı. Uraz ise söylediği gibi yemek yapıyordu. Yanına yaklaştığımda sesimi duymuş olacak ki bana doğru döndü.

“Selam,” dedi, “Geciktin.”

“İşim vardı.” dedim sessizce, başını çevirip bana soran gözlerle baktı. Ona gözlerimi kırptım. Kağıdı okuduğumu anlamış olmalıydı. Başını eğip tenceredeki makarnaya döndü.

“Ne zaman pişecek?” diye sordum.

“Beş dakika sonra.”

“Zamanı nasıl hesaplıyorsun?” dedim gülerek.

“İçimden sayıyorum.” deyince gülüşüm büyüdü.

“Aslında bakarak da anlayabilirsin makarnanın pişip pişmediğini.”

“Üzgünüm, Makarna Profesörü olan ben değilim.” dedi Uraz. Gülümseyerek tezgaha yaslandım. Uraz ise beni izliyordu. Bir nefes alıp yüzüne baktım ve konuşmaya başladım.

“Dün gece neler olduğunu anlatacak mısın?”

“Belki de bilmek istemezsin.” dediği an kaşlarımı çatarak ona baktım. Ne olmuş olabilirdi ki?

“Bilmek istiyorum. Ne olmuş olabilir mi?” Uraz gülümseyerek önüne döndü ve makarna tenceresinden çıkan buharı izleyerek anlatmaya başladı.

“Eren, Nisan ve Bulut güle oynaya dans ederek geldiler aslında. Arada yere düşüp kalkıyorlardı. Bir ara Nisan çamurlu suya düşünce boğulduğunu sandı...”

“Ciddi misin? Peki ya ben?” dedim gülerek, “Ben neden bu hikayede yokum?”

“Aslında senin dün gece evden çıktıktan bir dakika sonra uzun bir süreliğine herhangi bir yaşam belirtisi verdiğini görmedim. Evden çıktıktan sonra önce kusmaya başladın sonra da çamurların üzerine yattın ve uyudun.”

“Uyudum derken?” diye sordum şaşkınlıkla, “Bayıldım mı yani? Bilincimi mi kaybettim?”

“Hayır, uyudun.” dedi Uraz, “Yere yattın, ‘İyi geceler herkese.’ dedin, üzerini örter gibi yaptın ve uyudun. Bir daha sana ulaşamadık.”

“Sen ciddi olamazsın!” dedim şok içinde, ellerimle yüzümü kapattım ve konuşmaya devam ettim, “Bir de size iyi geceler mi dedim!”

“Evet, durumu o kadar normalleştirdin ki bir anlığına acaba anormal olan ben miyim diye düşündüm.”

“Sonra?” Yanaklarım alev alev yanıyordu. Bir yandan ise gülmemek için zor duruyordum. Kendimi o halde görsem kahkahalarla gülerdim.

“Sonrası yok. Seni kucağıma aldım ve eve geldik. Eve geldiğimizde ben de iyi değildim, son hatırladığım salonda yerde yan yana yatıyor oluşumuz. Bir de bana kurduğun bir cümle.” dedi dudağının tek kenarı yukarı doğru kıvrılırken.

“Ne dedim sana?”

Uraz tencereyi ocaktan aldı ve suyunu süzdü. Tencereye yağ koyarken söylenmeye başladı.

“Elektrikli ocak da ışıklarla aynı şekilde çalışıyor. Bir çalışıyor bir çalışmıyor. Sanırım birkaç saat sonra hepsi tamamen gitmiş olur. Bu yediğimiz son sıcak yemek olabilir.

“Uraz,” dedim, “Bir kere de en kritik yerde konuyu değiştirme. Sana ne dedim?”

Bana dönmeyince elimle kolunu tuttum ve onu kendime doğru çevirdim. Uraz şaşkın ve etkilenmiş bir yüzle önce kolundaki elime, sonra bana baktı.

“Neden söylediğini bilmediğim bir cümle kurdun bana.”

“Ne dedim?” diye tekrar ettim.

“Yan yana yatıyorduk, sen bana ben sana dönüktüm. Bir ara gözlerimi aralayıp yüzünü gördüm, hissetmiş gibi gözlerini araladığında gözlerinin dolu olduğunu gördüm. Bana ‘Ben acıyı seven bir aptalım.’ dedin. Sana bunu söylemenin nedenini sordum, sonra uyudun.”

Bir süreliğine öylece kalakaldım. Ben böyle bir cümle mi kurmuştum? Bu, benim bu zamana kadar hiç yaşamadığım bir farkındalıktı.

“Evet,” dedim bir anda, “Ben acıyı seven bir aptalım.”

O an yaşadığım farkındalıkla Uraz’ın kolunu bırakıp bir kez daha mutfak tezgahına yaslandım ve bir kez daha kendi içime döndüm. Zor şeyler yaşayıp bunları içimde zorlaştırmama muhabbetim tamamen bir masaldı. Ben bana zor gelen her şeyi değiştirebilirdim ama ben onları kabullenmeyi seçtim. Çünkü ben acıyı seven bir aptaldım.

“Kendine daha ne kadar haksızlık edeceksin?”

Sanki kendime böyle hitap etmem Uraz’ı sinirlendirmiş gibiydi.

“Hayır Uraz. Kendime haksızlık etmiyorum. Gerçekleri görebiliyorum.”

“Güya her şeyi görüyorsun...” dedi Uraz makarnaları tabaklarımıza koyarken, “Keşke bir de kendini görebilsen.”  

“Nesi yanlış Uraz? Ben hayatıma dair her şeyi değiştirebilirdim, oysa ben onları kabullenmeyi seçtim. Ben acı çekmeyi seçtim.”

“Neyi değiştirecektin Kumru?” dedi Uraz, “Ailenin seni istememesini mi? Hayatın boyunca sana dışlanmış hissettirmelerini mi değiştirecektin? Sen acıyı seven bir aptal değilsin. Aptal olanlar sana bunları yaşatanlar. Sen bunca acıya rağmen bu hale gelecek kadar güçlüsün.” Uraz benimle öfkeyle konuşurken ona acı içinde güldüm.

“Bu hale gelecek kadar derken? Ne haldeyim ben Uraz? Ne başardım? Hayallerimi bile gerçekleştiremedim.”

Uraz elindeki tencereyi ocağa bıraktı ve tahammülsüzce bana döndü.

“Sendeki her şeyi bir ben görüyor olamam, değil mi?” dedi.

“Bende ne görüyorsun ki?” dedim gözyaşları içinde, “Ne görebilirsin? Kimim ben? Sevilecek neyim var?”

“Tamam,” dedi, “Pes ediyorum. Sen gerçekten de acıyı seven bir aptalsın. Böyle düşünmek istiyorsan düşünmene yardımcı olayım. Sevdiğim bir şarkı var, hatırlat da yukarı çıktığımızda sana onu dinleteyim.”

“Hangi şarkı?” diye sordum sessizce. Ruhum sakinleşmişti.

Uraz’ın öfkesi beni sakinleştirmişti.

Tabakları tezgaha bırakıp benim yanıma yaslandı, gözlerimiz odanın karanlığını izlerken şarkının sözlerini bir şiirden alıntı yapıyormuş gibi söylemeye başladı.

“Her şeyi biliyorken nasıl oluyor da

O güzel gözlerinin kıymetini bilmiyorsun.” dedi ve devam etti,

“Parlıyor ruhun aslında, bakarsan gün ışığında,

Bir ben görüyor olamam...”

Sonra gözlerimi ona çevirdim ve odanın zifiri karanlığını aydınlatmak için var gücüyle çabalayan mumların eşliğinde gözlerine baktım.

Tam şimdi, şu an, şu saniye kendimi beş dakika öncesinden de on yıl öncesinden de en güzel günlerimden de daha iyi hissediyordum.

Çünkü Uraz Kayalar buradaydı.

Yanımda...