12.BÖLÜM : KRALLIK İÇİN.

Beyza Alkoç
0

12.Bölüm : Krallık İçin.

Gözlerimi yoğun bir sızıyla aralamaya çalıştım. Altımdaki zemin yumuşak, bulunduğum yer sıcaktı. Oysa gözlerimin nasıl kapandığını, nerede olduğumu, nasıl üşüdüğümü çok iyi hatırlıyordum. Başımı çarptığım taşın üzerindeki pürüzler, atların saçtığı toprak tanelerinin yüzümü bulması ve şövalyenin bana ismimi haykıran sesi... Parmaklarımın üzerine bulaşan kan damlaları gözlerimin gördüğü son şeydi. Kulaklarım ise son kez Hazar’ın ismimi haykıran sesini duymuştu.

Gözlerim kapandıktan sonra da o anı kafamda defalarca yaşamış, o attan defalarca düşmüş, ve defalarca ölmüştüm. İsmimi Hazar’ın sesiyle defalarca duymuş, yüzüme saçılan toprağın tadını defalarca hissetmiştim.

Oysa şimdi buradaydım, yumuşak bir zeminde, sıcak bir yerde ve uyanmak üzereydim. Kulaklarımı dolduran sesin ne olduğunu tahmin ediyordum. Bunlar olabilecek en harlı şekilde yanan odunların, ateşin sesiydi. Ateşin sesi ve ısısını hissetmek bana tehlikenin geçtiğini anlatıyordu sanki. Gözlerimi aralayıp etrafa bakındığımda olduğum yeri tanıdığımı fark ettim. Kaşlarım acıdan çatık, gözlerim halsizlikten kısıktı.

“Ama burası...” diye mırıldandım kendi kendime, sesim bile zor çıkıyordu.

Burası Hera Amca’nın eviydi. Evin salonunda, şöminenin ateşine yaklaştırılmış geniş koltukta uzanıyordum. Başımın altındaki yastıklar ve üzerimdeki yorgan yatak odalarının birinden getirilmişti. Yaşadığım şaşkınlığı ve bulunduğum yere anlam verme çabalarımı atlattıktan sonra acıma odaklandım, kaşlarımı daha da çattım ve acının geldiği yere, sol koluma doğru döndüm. Başımı çevirmemle onu görmem bir oldu... Hazar’ı.

“Ne yapıyorsun orada?” diye soruverdim korkuyla.

Sol kolum, üzerimi kaplayan yorganın kenarından sarkıtılmıştı ve Hazar dizlerinin üzerinde oturmuş koluma canımı fazlasıyla yakan bir şeyler yapıyordu. Korkuyla kolumu çekmeye çalıştığım sırada elimi sıkıca tuttu.

“Sakin olun.” dedi, perişan görünüyordu. Saçları dağılmış, her yanı çamur içinde kalmıştı. Elimi sıkıca tutarken konuşmaya devam etti.

Başımı kaldırıp koluma ne yaptığına bakmaya çalışırken diğer eli karnımı buldu, beni koltukta tutmak için elini karnıma götürdü ve can havliyle bastırdı.

“Kıpırdamayın, şifacı gelene kadar yatmalısınız... Size zarar verecek bir şey yapmıyorum.” dedi, “Yalnızca kolunuzu dikiyorum.”

Kurduğu son cümle beni dehşet içinde bırakırken hareket etmeyi kestim, kendimi koltuğa bıraktım ve şövalyenin kurallarına teslim oldum çünkü söylediği şey elinde bir iğne bir iplikle kolumu dikiyor olduğuydu. Bu, durumumun ne kadar korkunç olabileceğinin kısa bir özeti gibiydi. İtiraz edecek değildim, zira yapmaya çalıştığı şey her ne kadar can yakıcı olsa da benim iyiliğim içindi ve benim için iyi olan her şey krallık için de iyiydi. Buna itiraz edemezdim, ben bu toprakların kaderiydim ve bu toprakların kaderini kendi zayıflıklarım ve korkularım sebebiyle uçurumdan aşağı sürükleyemezdim.

En kötüsü de buydu, ben kendim için yaşamıyordum. Aldığım nefes bile krallık içindi. İçtiğim su, yediğim yemek, uyuduğum uyku ve dikilen yaralarım... Hepsi krallık içindi. Oysa bundan şikayet etmeye hakkım yoktu zira benim dünyaya getirilme sebebim bile krallıktı.

“Bitmek üzere.” diye mırıldandı şövalye.

Başımı salladım. Gözlerimi kapattım ve kolumda hissettiğim acıyı görmezden gelmeye, başka şeyleri düşünmeye çalıştım. Buraya nasıl gelmiştim? Yere düştükten sonra kendimden mi geçmiştim? Diğerleri neredeydi?

“Neler oldu?” diye fısıldadım halsizce, “Diğerleri nerede?”

Hazar bir süreliğine ses çıkarmadan işini yapmaya devam etti. Sorularım birkaç dakika boyunca yanıtsız kaldıktan sonra nihayet işini bitirdi ve ayağa kalkıp kendini karşımdaki büyük berjere bıraktı. Üzerinden at sürüsü geçmiş gibi görünüyordu, tamamen dağılmıştı. Kendini berjere atar atmaz birkaç saniyeliğine gözlerini kapattı ve soluklandı, fazlasıyla yorulmuş olmalıydı.

“Attan düştünüz.” dedi, yutkundu ve devam etti, “Başınızı çarpmışsınız, kurt sürüsünden kurtulup sizi kucakladığımda baygındınız. Ata binip sizi kucağımda buraya taşıdım ama ev bomboştu, herkes gitmiş...”

Kaşlarımı çattım, bir şeyler anımsıyordum. Kan damlaları, soğuk ve korku...

“Onlara izin vermiştim.” diye mırıldandım, “Ailelerini ziyaret edeceklerdi... Peki diğerleri?” dedim korkuyla, “Kimseye bir şey olmadı, değil mi?”

Hazar dalgın gözlerle kolumu izliyordu. Başını sallayarak içimi rahatlattı ve konuşmaya başladı.

“İçeriye girmek için kapıyı kırmak zorunda kaldık. Atlas ve Deha kapıda nöbet tutuyorlar. Diğerlerini ise şifacıyı bulmaya yolladım. Buraya geldiğimizde çok kanamanız vardı...” Bu cümleyi duyduğum an midemin bulandığını hissettim, irkilerek gözlerimi kapattım.

“Başım mı?” diye sordum.

“Kolunuz kesilmiş,” dedi, “Muhtemelen bir taşa sürtmüşsünüz. Çok büyük bir kesikti ve bir an önce dikilmesi gerekiyordu... Şifacıyı bekleyemezdim. Sizi riske atamazdım.”

Gözlerimi açıp başımı kaldırdım, göz ucuyla az önce dikiş atılan koluma bakmaya çalıştım ama pek de iç açıcı görünmüyordu. Uzun bir kesik ve şimdiden kabarmaya başlamış dikiş izleri... Daha fazla bakmaya tahammül edemeden başımı altındaki yastığa geri koydum.

“Size yemeniz için bir şeyler getireyim.” Hazar ayağa kalktığında baştan aşağı çamura bulandığını, her yerinin kir ve yara bere içinde olduğunu gördüm, benim geçirdiğimden bile zor saatler geçirdiği her halinden belliydi.

“Kendin de yemelisin.” diye mırıldandım, “Ve diğerleri de.”

“Önce siz.” diye yanıtladı Hazar.

Olduğu yerde durdu ve birden bana doğru iki büyük adım atıp üzerime eğildi. Ben ne yaptığına anlam veremeden o elini uzatıp alnıma dokundu. Eli alnıma dokunurken başını diğer tarafa çevirdi. Bana değil, yere bakıyordu.

“Hala ateşiniz var.” Eli alnımdan yanağıma doğru kaydı ve sonra, boynuma dokundu. Belli belirsiz iç çektim. Dokunuşu şifa gibiydi, sanki başımı eline yaslasam saatlerce uyuyabilirdim.

“Çok mu?” diye sordum.

“Giderek artıyor gibi...” Hazar doğruldu ve ben uykulu gözlerle ona bakarken başıyla mutfağı işaret etti, “Yemek istediğiniz bir şey var mı? Yoksa ne bulursam getireyim mi?”

“Elmalı turta.” dedim uykulu sesimle, sayıklamaya devam ettim, “Yaban mersinli kek, ıspanaklı çörek, kabak çorbası, hardallı somon, muzlu pasta...”

“Mutfakta bunların hiçbirini bulabileceğimi sanmıyorum. Ama denerim.” Gülümsüyordu.

Gülümsemesine gülümseyerek karşılık verdim. Uyku bir anda bastırmış ve beni tekrar içine çekiyordu. Zorla açık tutmaya çalıştığım gözlerimle ona baktım. Bana üzülür gibi bir hali vardı.

“Tereyağlı ekmek.” dedim, “Sadece bu.”

Başını salladı. O başını sallarken ben gözlerimi kapattım ve kendimi uykunun kollarına bıraktım. Uykunun kolları, annemin kollarıydı. Hasta olduğum her gece annem beni rüyalarımda kollarıyla sarar, sırtımı sıvazlardı. Ve şimdi yine buradaydı, beni kollarının arasına almış, sırtımı sıvazlıyor ve bana o meşhur ninnisini mırıldanıyordu....

“Uyu meleğim,

Gece oldu.

Sakın uyanma,

Öylece uyu.

Gemiler geçiyor,

balıklar yüzüyor,

yıldızlar parlıyor,

sen güzelce uyu...”

Sonra annemin sesi sustu. Önce kolları, sonra tüm bedeni yok oldu. Ben ise karanlık bir boşluğun ortasında öylece yapayalnız kalakaldım ve kollarımı kendime sardım. Kendime sarıldım, kendimi sıvazladım, kendimi uyuttum... Ne yokluğun, ne varlığın ortasında, sanki araftaydım. Sonra bir ses duydu kulaklarım, alnıma bir el dokundu.

“Majesteleri...” Gözlerimi aralayıp kendimi soğuk rüyamdan sıyırdım ve başımda bekleyen şövalyenin gözlerine baktım.

“Sayıklıyordunuz.” dedi, “Uyandırmak zorunda kaldım. Bir şeyler yiyip içmeniz size iyi gelecektir...”

Yutkunup birkaç saniyeliğine etrafıma bakındım. Nerede olduğumu, neler olduğunu sorguladım. Hazar elinde bir tepsiyle başımda bekliyor, beni endişeyle izliyordu. Nihayet derin bir nefes alıp biraz olsun kendime geldim ve dikkatlice doğruldum.

“Ne diyordum?” diye sordum, “Uyurken...”

Hazar elindeki tepsiyi kucağıma bıraktı. Bana iki dilim tereyağlı ekmek ve bir bardak süt getirmişti. Tepsiyi kucağıma bıraktıktan sonra koltuğun önündeki büyük orta sehpaya oturdu ve bana baktı.

“Annenizi sayıklıyordunuz...” dedi sessizce, sesi tereddütlüydü. Bunu söylemenin beni üzüp üzmeyeceğinden emin olamamıştı, bu her halinden belliydi. Başımı salladım ve dolu gözlerle ekmeğimden bir ısırık aldım.

“Her hasta olduğumda rüyalarıma gelir...” diye mırıldandım, “Annem.”

“İyi hissettiriyor olmalı...” Başımı salladım. Ağzımdaki lokmayı yutup burnumu çektim. Ağlamak istemiyordum.

“Bu sefer bir anda kayboldu.” dedim, “Karanlığın ortasında tek başıma kaldım...”  

Ağlamamak için zor duruyordum. Bu, sesimin her tınısından belliydi. Hastalığın ateşi gözlerimi bile yakıyordu ve beni yalnızca fiziksel olarak değil, duygusal olarak da zayıf düşürmüştü. Şövalye ise ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Öylece durmuş yeri izliyordu. Salondaki sessizlik boyunca yavaş yavaş tereyağlı ekmeğimden birkaç ısırık daha aldım, hepsini bitiremeyecektim. Sütümden de birkaç yudum aldıktan sonra tepsiyi şövalyeye uzattım.

“Bitirmelisiniz.” dedi, almaya niyeti yoktu.

“Midem bulanıyor. Daha sonra tekrar denerim...”

Hazar istemeye istemeye de olsa elimdeki tepsiyi aldı ve sehpanın diğer köşesine bıraktı. Dışarıdan gelen at sesleri eve bir gelen olduğunun habercisiydi.

“Şifacıdır.” Hazar ayaklanıp kapıya doğru ilerledi.

İçimde burada, bu evde takılı kalmamızla ilgili kötü bir his vardı. Bu yola ilerlemek için çıkmıştık, peşimizden gelenlerden uzaklaşmak, onlardan önde olmak için çıkmıştık oysa şimdi benim yüzümden ilerleyemiyorduk. Burada sıkışıp kalmıştık ve tehlikenin ortasındaydık. Bize yetişmemeleri ve bizi bulmamaları için hiçbir sebep yoktu. Elim boynumdaki kolyeye gitti, vücudumun sıcaklığı onu bile ısıtmıştı. Kolyemi sıkıca tutup kendi kendime dua ettim.

“Lütfen,” dedim, “Kendim için değil... Krallık için... Lütfen gidelim buralardan...”

Parmaklarımı açıp sıkıca tuttuğum kolyemi bıraktığım an kolyem boynumdan kucağıma düşüverdi. Ben klipsinin nasıl açıldığını, boynumdan nasıl düşüverdiğini sorgularken birilerinin içeri girdiğini fark ettim. Kucağımdaki kolyeyi avucumun içinde sıkıca tutup başımı kaldırdım.

“Majesteleri!” Gelen şifacıydı, sesi endişeli ama bilge çıkıyordu. Elindeki küçük bohçayı sehpanın üzerine koyup bana yaklaştı.

“Oturabilir miyim?” diye sordu, başımı salladım.

Tam yanıma, koltuğun kenarına oturup orta sehpayı kendisine doğru çekti. Hazar ve yoldan dönen diğer şövalyeler de kapıya dizilmiş bizi izliyorlardı. Yaşlı kadın elini alnımda, boynumda gezdirdi. Sonra saçlarımın aralarına, kafamı çarptığım yaraya baktı.

“Şükürler olsun ki başınızdaki yara küçük.” Yaranın yerini saptadıktan sonra bohçasından bir bez ve küçük sıvı dolu bir şişe çıkardı.

“Başınızı öne eğer misiniz, Majesteleri?” diye sordu, “Buraya bastırınca acıyor mu?”

“Biraz.” dedim. Şifacı saçlarımın arasındaki yaraya elindeki şişeden birkaç damla sıvı döktü ve birkaç saniye beklettikten sonra bez ile sildi.

“Kolunuza da bakabilir miyim?” Geri çekildi ve ona kolumu uzatmamı bekledi. Diğer elimde tuttuğum kolyeyi sıkıca parmaklarımın arasında saklamaya devam ettiğim sırada yaralı kolumu ona uzattım.

“Çok büyük bir kesik bu!” Şifacı kolumdaki kesiğin büyüklüğünü gördüğü an dehşete kapıldı, “Kim dikti?” diye sordu merakla, bir yandan da dikişin etrafını yakıcı bir sıvı ile temizliyordu.

“Şövalyem...” diye mırıldandım ve başımı kaldırıp Hazar’a baktım.

“Ben diktim efendim,” dedi Hazar, “Elimden gelen buydu.”

Şifacı başını salladı. Yarayı güzelce temizledi ve üzerine merhemle ıslatılmış bir bez sardı. Kolumun cayır cayır yandığını hissediyor ama sesimi bile çıkarmıyordum. Katlanmak zorundaydım, iyileşmemin tek yolu acı çekmekse acı çekmek zorundaydım.

“Bunu söylemek haddime değil Majesteleri ama...” diye söze girdi şifacı, “Şövalyeniz hayatınızı kurtarmış.”

Kaşlarımı çatarak başımı kaldırdım, önce şifacıya, sonra Hazar’a baktım. O da benimle aynı yüz ifadesiyle dinliyordu, kaşları çatık, gözleri ise yorgunluktan kıpkırmızıydı.

“Öyle mi?” diye sordum merakla. Şifacı başını salladı.

“Bu çok büyük bir kesik, kan kaybından ölebilirmişsiniz, hayatta kalsanız bile eğer enfeksiyon kapsaymış kolunuzu kurtaramayabilirmişiz. Tam zamanında ve en doğru şekilde müdahale etmiş.” Sesimi çıkaramadım. Ne diyeceğimi bilemedim.

“Teşekkür ederim, Şövalye.” Yalnızca teşekkür edebildim. Hayatımı kurtarmasının karşılığında mahcup hissetmekten başka ne yapabilirdim, bilmiyordum. Döndüğümüzde onu bunun için ödüllendirebilirdim ama yine de, ona her zaman borçlu olacağımı hissediyordum.

“Her zaman, efendim.” Hazar başını eğdi ve yeri izlemeye devam etti. Ellerini arkasında birleştirmiş, şifacıyı dinliyordu.

“Başka bir ağrınız var mı? Bacaklarınızı kontrol edelim.” Ayağa kalkıp elbisemin üzerinden bacaklarımı muayene etmeye başladı. Baldırlarımdan başlayıp aşağı kadar indi, elleriyle sıkıyor ve acı hissedip hissetmediğimi soruyordu.

“Ah,” dedim, “Orası acıyor.”

Tam sol ayak bileğime geldiğinde acıyla yerimden sıçradım. Şifacı elbisemi kıvırıp sol ayak bileğimi incelerken Hazar’ın da merakla bizi izlediğini fark ettim. Diğerleri ise köşeye çekilmiş, kendi aralarında sessizce sohbet ediyorlardı.

“Morarmış ve şişmeye başlamış efendim,” dedi Şifacı, “Muhtemelen şişmeye devam edecek. İncinmiş olmalı.”

Telaşla malzemelerinin başına geçip birkaç ilaç şişesi ve büyük bir bez parçasıyla yanıma döndü.

“Kırılmış olmasın?” diye sordum korkuyla.

“Hayır, hayır. Kırığı bir görüşte anlarım. Endişelenmeyin, sadece burkulmuş. Üzerine basmadığınız takdirde birkaç gün sonra geçecektir...” Şifacı konuşurken bir yandan da bileğime ilaçlarını sürüyordu.

“Üzerine basmadığım sürece mi?” diye sordum şaşkınlıkla, “Ama bu mümkün değil. Biz bir an önce yola çıkmak zorundayız.”

Şifacı başını kaldırıp bana dehşet içinde baktı.

“Bu imkansız, efendim.” dedi, “Sadece bileğiniz için değil, genel sağlık durumunuz için burada birkaç gün kalmak zorundasınız... Ateşiniz var, yaralarınız enfeksiyon kapabilir, bileğiniz incinmiş... Yola çıkmanız çok tehlikeli.”

“Hayır,” dedim başımı sallayarak, “Burada kalmayacağız, onları da kendimi de tehlikeye atamam. Benim yüzümden burada kalamayız. İlerlemek zorundayız, buradan bir an önce gitmek zoru-“

“Kalmanız gerekiyorsa kalacağız,” dedi Hazar sert bir sesle, ve ekledi, “Majesteleri.”

Başımı kaldırıp ona baktım.

“Biz sabit kaldıkça onlar bize yaklaşıyor, farkında değil misin?”

“Geleceklerse gelsinler,” dedi Hazar, “Sizi bizimle yollamalarının sebebi babanızın sizi koruyacağımıza inanması, bu halde yola çıkmanız imkansız ve bu yüzden burada kalacağız.”

“Peki ya bizi burada bulurlarsa?” diye sordum endişeyle.

“O zaman onlara yazık olur.”

Hazar’ın cevabı benim endişeli halimin yanında oldukça özgüvenli, oldukça sıradandı. Sağlığımı her şeyin önüne koymuş, gerekirse “savaşırız” diyordu.

Benim korkumun ise kendimle hiçbir ilgisi yoktu, kendimi askerlerime ve arkamda bıraktığım insanlara karşı mahcup hissediyordum. Sarayda savaş başlamış mıydı, ölüm var mıydı, ailem iyi miydi bilmiyordum lakin tüm bunlar benim için yapılıyorsa ben de sonuna kadar savaşacak, hayatta kalmak için her şeyimi verecektim. Avucumun içinde tuttuğum kalbin kehanetinin anlamlı olmasının tek yolu göğüs kafesimin içindeki kalbimin atmaya devam etmesiydi ve onun durmaması için her şeyimi vermeye razıydım ve bunu hep söylediğim gibi kendim için değil atalarımın mirası için, uğruna dünyaya getirildiğim değerlerim için, krallık için yapacaktım.

Kendim için değil... Krallık için...