12. Bölüm: Harp
Aziz Ata’nın annesinin gelip benden özür dilediği, geçmişini ve travmalarını anlatıp anlaşılmayı dilediği akşamın sabahında kendimi annem ile bir ayakkabı alışverişinin ortasında buldum.
Onunla orta bir noktada buluşmuş, içinde bulunduğu durumun artık dönüşü olmadığını kabullenmiş ve yanında olmaya karar vermiştim. Şimdi ise o karşımda gelin ayakkabısı denerken ben Aziz Ata ile mesajlaşıyordum. Tıpkı dün olduğu gibi…
“Günaydın,” yazmıştı bana, “Dün akşam bu kadar anlayışlı olduğun için teşekkür ederim Derin. Bu akşam ne yapıyoruz?”
“Sen, ben ve annen mi?” diye yanıtladım onu.
Aziz’in cevap yazmasını beklerken annemin denediği yeni ayakkabılara göz attım ve satıcıyla konuşmalarını dinledikten sonra ekrana döndüm.
“Sadece sen ve ben.” yazdı.
Ben bir şey yazamadan Aziz Ata’dan ikinci mesaj geldi.
“Benim evde film gecesi?”
“Olur.” Yazdım, “Dünya Can ve Berfu’yu da çağıralım mı?”
Mesajımı gönderdim ve bir anlığına durdum, baş başa olacaktık ne güzel şimdi niye araya onları da katmıştım ki?
“Sen öyle istiyorsan…” yazdı Aziz Ata, “Şimdi ararım Dünya Can’ı.”
Ben öyle istemiyordum aslında Aziz! Salak olduğum için bir anda baş başa kalmaktan çekinip öyle deyiverdim!
Neyse, artık “Yok, ben istemiyorum.” desem bu sefer de fikri ortaya atan ben olduğum için salak olduğumu filan her şeyi anlayacaktı.
“Tamam,” yazdım, “O zaman akşam görüşürüz… Hep beraber.”
“Görüşürüz Derin.”
Telefonumu cebime attım ve başımı kaldırıp anneme döndüm. Ayaklarında bileğinde tül detaylar olan inci işlemeli bir çift beyaz ayakkabı vardı. Yüzündeki memnun gülümsemeyi görünce sonunda seçimini tamamladığını anladım.
“Nasıl?” diye sordu bana parlayan gözlerle.
Fakat ben cevaplayamadan bir başkasının yanıtı girdi araya…
“Gayet güzel.” dedi arkadan gelen ses, “Tam tarif ettiğin gibi.”
Gelen o’ydu. Deha Yener…
“Selam kızlar.” diyerek güldü ve elini koluma değdirip anneme doğru ilerledi.
“A ah!” dedi annem, “Ama işim uzadı demiştin.”
“Sürpriz.” dedi Deha ve elindeki bir buket beyaz manolyayı anneme uzattı.
Böyle bir anı ne kadar izlemek istiyordum emin değildim açıkçası. Ama kaçacak yerim de yoktu. Yine de annemi bu denli mutlu ve heyecanlı görmek kalbimin bir noktasını ister istemez ısıtıyordu.
Annem Deha’nın elindeki manolya buketini kendi ellerine alınca fark ettim ki Deha’nın ellerinde bir değil iki buket vardı.
Birini anneme verdikten sonra bana doğru döndü ve ben ona soran gözlerle bakarken elindeki diğer buketi benim ellerime uzattı.
“İki güzele iki buket.” diye mırıldandı.
Başımı kaldırdım, Deha Yener’in kardeşi Aziz Ata’yı andıran koyu kumral saçlarına, keskin çene hatlarına, benzer olmasına rağmen çizgilerle dolu olan göz çevresine baktım ne yapacağımı bilemeden.
Boğazımı temizledim ve bana uzatılan bir buket manolyayı tuttum.
“Teşekkürler.” dedim sessizce.
Elimdeki beyaz manolyalarla geçip mağazanın bekleme koltuklarından birine oturdum ve annemin Deha’ya heyecanla ayakkabılarının detaylarını anlatmasını izledim.
Evet aralarında bir engel yoktu ve hatta evet bekledikleri bebek evlilikleri için en büyük motivasyondu ama yine de bu tabloya baktığım an içimde bir yerlerde bir huzursuz bir his hasıl oluyordu.
Babam geliyordu aklıma. O gaddar bakışları, o sevgisiz ses tonu. Şimdi ise ellerimde bir buket manolya ile oturmuş annemin gülümsemesini izliyordum ama o huzursuzluk asla geçmiyordu. Belki de asla geçmeyecekti.
Cebimde titreyen telefonumu duyunca çiçekleri koltuğa bırakıp ekrana baktım. Aziz’den yeni bir mesaj gelmişti.
“Dünya ve Berfu tamam.” Yazıyordu ilk mesajında ve devam ediyordu, “Onlar birliktelermiş, birlikte geçecekler. Seni de ben alacağım.”
“Gerek yok,” yazdım, “Söylerim beni de alırlar geçerken.”
Harika, baş başa kalabileceğimiz her türlü fırsatı YANLIŞLIKLA reddediyordum.
“Peki,” dedi Aziz Ata, “O zaman ben hızlı bir temizlik yapayım. :)”
Gülümsedim.
“Annen gelecek mi yine?” yazdım.
Telefonun karşısında onun da güldüğüne emindim.
“Bu sefer babam geliyor.” yazdı.
Ekrana kıkırdayarak baktıktan sonra gözlerim annemin ayakkabısının inci düğmelerini çözmek için yere eğilen Deha Yener’e kaydı.
Boğazımı temizleyip ciddileşerek Aziz Ata’ya yazmayı sürdürdüm.
“Ağabeyin burada bu arada.” Yazdım, “Düğün alışverişinde müstakbel eşini yalnız bırakmak istememiş. Sizinkiler de başladı mı düğün hazırlıklarına?”
“Sorma,” yazdı, “Annem o kadar mutlu ki tutturdu ben de gelinlik giyeceğim diye.”
“Kefenle gelmese bari.” Yazdım gülerek.
“Derin!” Ben ekrana bakıp gülerken annemin bana seslendiğini duydum.
Başımı kaldırıp soran gözlerle baktığımda bana başıyla mağazanın kapısını ayakkabıları gösterdi.
“İşimiz bitti,” dedi, “Birlikte yemek yiyelim mi?”
“Olur.” diye mırıldandım.
Bu üçümüzün baş başa yediği ilk yemekti. Benim, annemin ve müstakbel eşinin. Bir de henüz doğmamış kardeşimin tabi.
Benden nasıl olmamı, nasıl davranmamı beklediler bilmiyorum ama tek yaptığım annemin yanında oturmak ve telefon ekranıma bakarak yemek yemekti. Onlar morallerini bozmadan kendi aralarında sohbet etseler ve arada sohbetlerine beni de katmaya çalışsalar da benim duruşum tek bir şey söylüyordu, “Yakınızdayım ama yanınızda değilim aslında.”
Bir aile yemeğindeymişiz gibi hissetmiyordum elbette. Bu masaya yabancıydı ruhum, misafirdim adeta. Yine de giderek olgunlaşan ruhum burada olmam gerektiğini biliyor ve bunu kabulleniyordu. Yapması gerektiği gibi…
Saat akşamın 20.00’ını henüz geçtiğinde nihayet Aziz Ata’nın kapısındaydık. Dünya Can’ın elinde bir kutu baklava, Berfu’nun elinde bir kutu çikolatalı ekler, benim elimde ise bir kutu tuzlu kurabiye vardı.
Aziz Ata kapıyı siyah bol tişörtü, siyah şortu ve uzun beyaz çorapları ile açtığında bakışları elimizdeki kutulardaydı.
“Pastane soyup buraya mı kaçtınız?” dedi, “Takip edilmediniz değil mi?”
“İzimizi kaybettirdik,” dedi Dünya Can içeri girerken, “Kurabiye mafyası peşimizde.”
Ellerimizdeki kutuları Amerikan mutfağın koltuklara yakın olan mutfak adasına bıraktıktan sonra gözlerim salonun içinde gezindi. Aziz Ata buraya en son geldiğim zamandan farklı olarak duvarlara küçük renkli ışıklar asmıştı.
Bizim için aldığı pizza kutuları ve içecekler orta sehpada yanan mumların etrafına dizilmişti.
“Üç çeşit pizza aldım,” dedi Aziz, “Mantarlı, sebzeli, dört peynirli… Filmi de beraber seçeriz diye düşündüm.”
“Ben bu akşama bir korku filmi gider diyorum!” dedi Dünya Can.
Sırası ile geniş koltuğun sol köşesinde Dünya, onun yanında Berfu, onun yanında ise ben oturuyordum.
Aziz mutfaktan getirdiği bardakları orta sehpaya koyup yanıma oturdu ve kumandayı alıp Dünya’ya uzattı.
“Al kardeşim,” dedi, “Seç.”
Dünya televizyondaki uygulamadan Berfu ile tartışarak filmleri incelerken ben ve Aziz bardaklara içecekleri dolduruyorduk.
Aziz Ata bardaklarla işimiz biter bitmez döndü ve koltuğun arkasına uzanıp salonun ışıklarını kapattı.
“Küçük Odanın Laneti!” dedi Dünya Can heyecanla, “Ne dersiniz?”
“Birazdan korkup kapatmak isteyen sen olacaksın Dünya biliyorsun değil mi?” diye sordum pizza kutularından birine uzanırken.
“Göreceğiz.” dedi Dünya ve hevesle kumandadan bir tuşa bastı.
Ekranda karanlığın içinde küçük kırmızı bir kapı göründü, kapı uzaklaştı uzaklaştı bir anda kayboldu ve ekran simsiyah olduğu an kırmızı harflerle bir yazı belirdi, “SİZ OLSANIZ… BU KAPIYI ÇALAR MIYDINIZ?”
Yazı korkunç bir ses efekti ile kaybolurken film ilk sahnesinin mekanı olan okul koridorlarında başladı. Yan yana oturmuş bir yandan pizzalardan yiyip bir yandan bizi nasıl bir filmin beklediğini görmek için ekrana bakıyorduk.
Dünya o kadar gerilmişti ki Berfu ona bakıp sessizce kıkırdıyordu. Aziz Ata ise yanımda oturmuş pizza yerken kolu koluma değiyordu.
“Hazır ol,” dedim Aziz Ata’nın kulağına doğru sessizce.
“Neye?” diye sordu aynı fısıltılı sessizlikle.
“Dünya,” dedim, “Altına yapabilir.”
“Buraya ilk geldiğinde kusmuştu,” dedi Aziz Ata, “Şaşırmam bile.”
Aziz Ata ile sessizce gülüştükten sonra karşımızdaki filme odaklanmaya çalıştık. Bir yandan pizzalarımızı yerken bir yandan korku filminin bize ne gibi korku sıçramaları yaşatabileceğini görmek için bekliyorduk.
“Bak şimdi,” dedi Dünya, “Bu salak koridorun sonuna kadar ulaşamaz, izleyin. Üç saniyesi var…”
“Üç.” dedi Dünya,
“İki…”
“Ve aha işte!”
Olduğum yerde başımı farkında bile olmadan Aziz Ata’nın omzunun arkasına doğru sokuşturmaya çalıştığım sırada koridorda yürüyen kızı büyük bir örümcek kapıp götürdü.
“Kızım polisi arasana!” diye bağırdı Dünya.
“Örümcek izin vermez ki aramasına!” dedi Berfu öfkeyle, “Ne diyecek arasa evimde örümcek var mı diyecek!”
“Kaç kızım kaç kaç ya!” Dünya kendini o kadar kaptırdı ki elindeki pizzayı kutusuna bırakıp ayaklandı, “Dön sola dön! Bak bunu da yakalayacak şimdi!
“Dünya otursana maç mı izliyorsun Allah Allah ya!”
Berfu uzanıp Dünya’yı çekiştirirken ben başımı hala utanç verici bir şekilde Aziz Ata’nın omzunun arkasında saklıyordum.
“Korkma,” dedi Aziz Ata keyifle gülerek, “Seni örümceklere vermem.”
“Ya korkmuyorum da öyle bir anda çıkınca bir daha bir anda çıkar diye bakamıyorum sadece…”
Dünya Can yerine otursa da oturduğu yerden söylenmeye devam ediyordu.
“Abi yok mu böcek ilacı filan koskoca bahçeli ev ya hiç mi hazırlığınız yok böcek olur karınca olur diye!”
“Ne bileyim belki de iki metrelik bir örümcekle karşılaşacaklarını düşünememişlerdir Dünya?”
Berfu Dünya’nın ağzına bir dilim pizzayı soktuğu sırada filmin korku temposu biraz sakinleşmiş ve ben başımı nihayet kaldırabilmiştim.
Filmdeki koca örümcek şimdiden iki kişiyi mahzenine taşımış, yeni kişiler aramaya başlamıştı. Fakat henüz kimseyi bulamadığı için biz de biraz olsun rahat bir nefes alabilmiştik.
“Demek evde böcek görsen polisi arayacaksın?” dedim Dünya’ya laf atarak.
Dünya üzerine televizyon ışığını yansıyan suratını bana doğru çevirdi ve alaycı bir tavırla gülümseyip yanıtladı.
“Ya da Aziz Ata’nın omzunun arkasına saklanırım belki.”
Utanarak gözlerimi devirdim ve önüme döndüm.
Aziz Ata ise duyduğu cümle hoşuna gitmiş gibi boğazını temizleyip gülen gözlerle bana baktı.
“Sen ona bakma,” diye fısıldadı sessizce, “İstediğin zaman bana sığınabilirsin. Seni hep saklarım.”
Odanın loş aydınlığında bana göz kırptı. O an içimde hissettiğim titreşimlerin güzelliğini neye benzetirsem benzeteyim yetersiz kalacaktı sanki.
Bu bir filizlenmeydi, bu bir mumun titrek aleviydi adeta.
“Aha!” dedi Dünya Can bir kez daha, “Bak buldu yine birini. Bu salaklar da örümceği görünce akıllarını kaybediyorlar oldukları yerde duruyorlar! Kaçsana be kızım kaçsana! Ah be…”
“Ay bakamayacağım!”
Berfu bakışlarını korkuyla televizyondan kaçırıp bana dönerken bir anda hepimizi olduğu yerde sıçratan, filmin korkusuna korku katan bir şey oldu.
Karanlık.
“Elektrikler,” dedi Aziz Ata, “Elektrikler gitti. Şalterler mi atmış bir bakayım.”
“Dur,” dedim korkuyla, “Gitme! Yani gitme derken… Tek gitme, ben de geleyim. Yalnız olma diye…”
“Tamam,” dedi Aziz anlayışla, telefonunun ışığı açtı ve bana elini uzattı, “Gel.”
Ben onun elini tutup kalktığım sırada Dünya Can’ın fatiha suresini okuduğunu duyabiliyordum?
Berfu ise telefonunun ışığını açmakla uğraşıyordu.
Elim Aziz Ata’nın elinde, onunla birlikte yatak odasına doğru ilerliyordum.
“Elektrik sistemi gerçekten yatak odasında mı?” diye sordum merakla.
Aziz güldü.
“Yatak odasının önünde kapalı bir balkon vardı, görmedin mi? Orada.”
“Hiç hatırlamıyorum.” dedim ve durup yatak odasının penceresine baktım, “Ama bence elektrikler gitmiş.”
Aziz başını çevirip pencereye baktı ve gösterdiğim şeyi hemen gördü. Etrafımızdaki her bina kapkaranlıktı, ne karşımızdaki evlerin ışıkları yanıyordu ne de sitenin içindeki aydınlatmalar çalışıyordu.
“İyi de jeneratör vardı burada.” dedi perdeyi aralarken, elim ise elini asla bırakmıyordu.
“Belki o da arıza yapmıştır.” dedim.
“Gidelim açık balkonda oturalım o zaman biraz. Mum yakayım birkaç tane. Düzelene kadar idare edeceğiz artık.”
Yalnızca birkaç dakika sonra Aziz Ata’nın salonunun önündeki büyük açık balkondaki oturma takımına birkaç mum yakmış, bahar serinliği eşliğinde oturuyorduk.
Diğer dairelerin durumu da bizden farklı değildi. Herkes balkonlara, camlara çıkmış, mumlarını yakmış ve aydınlanmayı bekliyordu.
“Ya böyle daha iyi olmadı mı?” dedi Dünya Can bir anda, “Film çok sarmamıştı zaten.”
“Dünya az önce korkudan kalp krizi geçiriyordun, ondan sarmamış olabilir mi?” dedim gülerek.
Kendi aramızda gülüştüğümüz sırada karşı binadaki iki komşunun birbirleriyle camdan cama konuşmalarına kulak misafiri olduk.
“Yan sokakta elektrik varmış aslında.” diyordu biri.
“Güvenlikle konuştum arıza varmış, yarım saate düzelir dediler.” diyordu diğeri.
“Senin komşular da iyiymiş Aziz.” dedi Dünya Can, başımı kaldırıp soran gözlerle Dünya’ya baktım.
“Hiç bakmadım,” dedi Aziz, “Bilmiyorum.”
O sırada Berfu’nun bana gülerek baktığını gördüm. Kıskandığımı mı sanmıştı? Kıskanmamıştım tabi.
“Neyse,” diye söze atladı Berfu, “Geçelim bu mevzuları. Gökyüzü çok güzel değil mi şu an ya? Karanlık desen değil, aydınlık desen değil. Rengini tasvir etsen edemezsin, ne mavi ne siyah.”
Başımı kaldırdım, üzerinden hafif mavi dalgalar geçen karanlık gökyüzünün güzelliğine baktım. Bulutlar griydi, yağmur geliyordu belli ki.
“Keşke o da olsaydı.” diye ekledi Berfu hüzünle.
Sonra bir sessizlik çöktü gecenin üzerine.
“Ama yok artık,” dedi Dünya Can hüzünle, “Ve belki de bir daha asla olmayacak…”
Başımı önüme eğdim, gözlerim orta sehpada duran mumların titrek alevlerine baktı. Üflesem kaybolup gideceklerdi.
Ve ateşi üfleyip kaybedersen bulmak için tekrar yakman gerekir.
“Eksildik resmen.” dedim kendi kendime sessizce.
“Sen eksiksin,” diye söze girdi Aziz Ata, “Ben de eksiğim, herkes biraz eksik. Bazıları sıfır.”
“Ben sıfırım mesela.” dedi Dünya Can hüzünlü bir gülümsemeyle.
“Saçmalama,” dedim, “Senin ehliyetin var!”
Dostluk da buydu işte. Birbirimizi üzüyor ve birbirimizi teselli ediyorduk, yaramıza basılan tuz da birbirimizdik merhem de.
Ve aydınlanmak bir kelebeğin kanat çırpışına bakardı.
“Şimdi burada olsaydı,” dedi Berfu, “En çok seninle iyi anlaşırdı Aziz. Sen hiç tanıyamadın ama aramızda sana en çok benzeyen oydu. Yani karakter olarak… Senin gibi olgun ve aklı başında…”
Aziz Ata derin bir nefes aldı. Duydukları karşısında ne hissedeceğini bilememişti sanki. Mutlu mu olmalıydı?
Gurur mu duymalıydı bundan? Yoksa rahatsız mı olmalıydı?
“Ben…” diye mırıldandı, “Hemen geliyorum. Yatak odasının penceresini açık unutmuştum. Kapatayım.”
Aziz bir anda ayaklanıp eline mumlardan birini de eline alıp içeri girerken arkasından anlayamayarak baktım.
“Ne oldu şimdi?” dedi Berfu, “Ben yanlış bir şey mi söyledim?”
“Tabi ki yanlış bir şey söyledin kızım.” dedi Dünya.
“Ne dedim ki?” dedi Berfu merakla.
Ben de aynı merakla Dünya Can’a döndüm.
“Çocuk Derin’e baya baya abayı yakmış, görmüyor musunuz? Kıskandı resmen. Kaç kere söyledim? Eh, Derin’in de onunla ilgilendiği malum. Sen şimdi Baran’a benzetince çocuk da Derin’in onunla bu benzerlikten dolayı ilgilendiğini düşündü belki de.”
“Ama ben Baran’dan hoşlanmıyordum ki.” dedim.
“Onun buna inandığını sanmıyorum.” dedi Dünya Can içeriden getirdiği içeceğinden bir yudum alarak.
Derin bir nefes aldım. Eğildim ve masada duran mumlardan birini de ben kaptım.
“Kızım bari küçük mumlardan alsaydın ya!” Dünya Can’ın seslenmesini umursamadan içeri girdim.
Koridoru geçtim. Yatak odasının kapısının kapalı olduğunu fark edip kapıya vurdum.
“Gel.” dedi içerideki ses.
Mahcup bir ifade ile içeriye girdim.
“Selam,” dedim, “Pencereyi kapatamamışsın…”
Yatak odasının penceresi hala açıktı, Aziz Ata kapalı balkonun pencerelerinden birini açmış, ellerini aşağıda kalan cama dayamış ve hava alıyordu.
“Tam kapatıyordum,” dedi Aziz, “Gökyüzüne dalıp gitmişim.”
Sessizce yanında durdum. Gözlerim balkonun içinde dolaştı. Kapalı balkonu da küçük bir kütüphane haline getirmişti Aziz Ata. Kitaplığında bir sürü türden kitaplar, kitapların hemen karşısında ise berjerli bir okuma köşesi vardı.
Yanına kendimi açıklamaya gelmiştim aslında, geleli birkaç saniye kadar olmuştu ama gözlerimi bu balkonun içerisinde gezdirmek beni buraya geldiğime pişman etmişti.
“Geçmişimiz peşimizi bırakmıyor, değil mi?” dedim sessizce.
“Seninki hep bir adım önümde.” dedi.
Hüzünle gülümsedim. İki adım atıp kitaplığına uzandım ve rafta duran polaroid fotoğrafı çekip aldım. Fotoğrafa bakarken derin bir iç çektim.
“Seninki de hep dönüyor dolaşıyor,” dedim, “Bir şekilde ellerimin arasına geliyor.”
Aziz çatık kaşları ile ellerimin arasında duran fotoğrafa baktı ve yutkundu.
Aziz Ata’nın evi, arabası, hayatı, dolapları… Hayatının her yanı hala eski sevgilisinin anılarıyla, Pınar’ın geçmişteki yeri ile doluydu. Elimdeki fotoğrafta yan yana durmuş kendilerini çekmişlerdi, ellerinde nedense birer kaktüs vardı ve bu fotoğrafın mutlaka bir hikayesi olmalıydı…
“Söylemiştim,” dedi Aziz Ata, “Uzun bir ilişkiydi. Hala her yerden bir şeyleri çıkıyor. Oraya bakmak aklıma bile gelmemişti.”
“Sen buraya yeni taşındın Aziz.” dedim hüzünle gülümseyerek, “Bunları buraya yeni dizdin.”
“Ben kitapları dizdim,” dedi, “Birinin arasında kalıp düşmüş olmalı.”
Başımı salladım.
“Pekala, benim için sorun yok.” dedim ve boğazımı temizledim, “Berfu yanılmış bu arada. Sen Baran’a benzemiyorsun. Bunu söylemek için gelmiştim.”
O güzel, gökyüzünü andıran gözlerinin içine uzun uzun baktım ve ekledim, “Bunu iyi mi anlarsın kötü mü anlarsın bilmem ama… Onunla alakan bile yok.”
Uzandım, fotoğrafı düzgün bir şekilde raftaki yerine yerleştirdim ve kapıya doğru ilerledim.
“Derin!” diye seslendiğini duydum Aziz’in, umursamadım.
Bir yandan elimdeki mumun ışığında çantamı ararken bir yandan konuşuyordum.
“Arkadaşlar, güzel bir akşam oluyordu ama annem aradı, midesini üşütmüş baya, kusup duruyormuş. Taksi çağırdım hemen, gidip bir ilgileneyim. Ama siz gecenizi bozmayın, benim yerime de eğlenin, olur mu?”
“A ah ne oldu şimdi birden? Biz de gelelim mi?” dedi Berfu şaşkınlıkla.
“Ben de anlamadım, şimdi aradı. Ben acil çıkıyorum o yüzden ama siz eğlenmenize bakın! Haberleşiriz!”
Kapıyı açıp ayakkabılarımı yere bırakmıştım ki Aziz’in sesini duydum.
“Derin!” Peşimden gelmişti.
“Seninle alakası yok.” dedim, “Annemin güncel durumunu biliyorsun, midesi o yüzden kötü. Zaten yanına da gitmek zorunda olduğumu söylemeye gelmiştim odana. Fotoğrafla alakası yok yani.”
Aziz buna asla inanmamıştı, uzanıp arabasının anahtarlarına yöneldi.
“Tamam ben bırakayım o zaman.” dedi telaşla.
“Taksi çağırdım,” dedim, “Bir de misafirlerin var zaten, ayıp olur.”
“Ayıp olmaz!” diye seslendi Dünya.
Olduğum yerde gözlerimi devirdim ve Aziz’e döndüm.
“Beni biliyorsun,” dedim, “Tek gitmek istersem giderim Aziz. Boşuna uğraşma. Bırak kafamı dinleyeyim.”
Derin bir nefes aldı. Çaresiz kalmıştı ama inadımın da farkındaydı.
“Tamam,” dedi, başka çaresi olmadığını biliyordu, beni eve zorla bırakamazdı, “Tamam…”
“Size iyi akşamlar.” diye mırıldandım.
“İyi akşamlar aşkım!” diye seslendi Berfu.
“Görüşürüz Deroş!” Dünya Can’ın da sesini duyduğumda artık ayakkabılarımı giymiştim.
“Haber ver.” dedi Aziz Ata hüzünle.
Başımı salladım.
“Size iyi eğlenceler.”
Kapı ardımdan kapanmadı. Ben merdivenlerden inerken Aziz bir süre boyunca kapıda öylece baktı arkamdan. Belki de elindeki mumdan ışık gelsin diye bekliyordu ama şansıma ben merdivenlerden birkaç adım inmişken elektrikler geri geldi.
Bir kelebeğin kanat çırpışına bakar demiştim ya? Aynen öyleydi hayat.
Güzel bir akşam geçireceğimi düşünerek çıkmıştım bu merdivenleri, oysa şimdi bir gerçekle yüzleşerek iniyordum geri. Aziz Ata’nın geçmişinin hayatındaki yeri sandığımdan çok daha büyük ve çok daha etkiliydi. Pınar onun hayatının her yerindeydi, geçmişinin her saniyesindeydi.
Ve benim bir insanın geçmişindeki gölgelerle savaşacak gücüm yoktu.
Neden biliyor musunuz?
Çünkü harp ve harap kelimelerinin arasında yalnızca bir harflik bir fark var.
İşte o kadar yakın birbirine savaşmak ve perişan olmak…
Aşk harp getirecekse hayatıma, ben harap olmak istemiyordum.