12.BÖLÜM : ÇİFTLİK EVİ.
HERRRRRKESE MERHABALAR AŞKIMLAR! NASILSINIZ? :)
Umarım çok ama çok iyisinizdir.
Şimdi size bu sefer son iki bölüm kadar uzun olmayan bir bölümle geldim çünkü bir önceki bölümün üstünden yalnızca birkaç gün geçti henüz. :')
Ve bununla ilgili bir sorum var size, biraz sonra okuyacağınız bölüm gibi daha kısa bölümlerle 2-3 günde bir mi bölüm paylaşayım yoksa daha uzun bölümler olsun. ama haftada 1 mi paylaşayım? Yorumlara cevabınızı bekliyorum. <3 İ
İYİ OKUMALAR DİLERİMMMMM!
-BEYZA
-
-
-
MİSAFİR
-
-
-
12.BÖLÜM : ÇİFTLİK EVİ.
Yutkunarak bir adım daha attım, dizlerimin titrediğini hissediyordum. Oya Abla’nın yüzü solgun, gözleri kapalıydı. Kanın nereden geldiğini anlamaya çalışarak eğildim. Sol göğsünün hemen altında, göğüs kafesine yakın bir yerde üzerindeki beyaz gömleğin kumaşını parçalamış bir kurşun izi vardı. Ellerimi panikle kurşun izinin etrafında gezdirdim, nabzını kontrol ettim. Nabzı zayıftı ama hala yaşıyordu!
Elimi telaşla yere koyduğumda sert bir cisme çarptım. Başımı çevirdiğimde elimin hemen yanında parlayan küçük bir metal parçası gördüm, bir kurşundu bu. Kurşun o kadar sıcaktı ki sanki yeni ateşlenmiş gibiydi, üzerinde çok az bir kan lekesi vardı. Belli ki sadece sıyırmıştı. Kurşunun yalnızca sıyırdığını görmek beni kendime biraz olsun getirirken “Yardım edin!” diye bağırdım sonunda, sesim koridorda yankılandı.
“Yardım edin! Devrim! Yardım edin!”
Ellerimi yara yerine bastırdım ama kan duracak gibi değildi. Yatağa uzanıp yatağın kenarında duran küçük yastığı çekip aldım ve yastıkla yaraya baskı yapmaya başladım. Ellerim tir tir titriyordu, dolu gözlerim Oya Abla’nın solgun yüzündeydi.
“Lütfen Oya Abla... lütfen ölme...” diye fısıldarken kapının hızla açıldığını duydum.
Devrim içeri ilk giren oldu, ardından Deha, Demir ve Ömer. Dört bir yanımı sarmışlardı. Gözleri önce Oya Abla’ya, sonra elimdeki kana takıldı. Devrim’in yüzü bir anda kireç gibi oldu.
“Eliz geri çekil.” dedi, sesi çatlamıştı.
“Birinin yarasına baskı yapması lazım,” dedim telaşla, “Kurşun sıyırıp geçmiş ama çok fazla kanaması var ben bu yastıkla baskı yapıyorum ama ka-“ derken Devrim beni koltuk altlarıma destek olarak kenara çekti.
“Sakin ol,” dedi, “Halledeceğiz tamam mı? Sakin ol. Ömer havlulardan birini alıp yarasına bastırmaya devam et, Demir şu sana verdiğim özel ambulansın numarasını ara, bu bizim halledebileceğimiz bir şey değil Oya Abla’nın kronik rahatsızlıkları var.”
Bir yandan beni tutuyor bir yandan da emirler yağdırıyordu. Ben çaresizce ağlarken Devrim’in konuşmaya devam ediyordu ve şimdi söyleyecekleri beni şoka sokmak üzereydi.
“Deha,” dedi, “Deha sen babamla ilgilen, Oya Abla’yı ambulansa bindirdikten sonra babamı da bizim ambulansa taşıyıp yola çıkın. Eliz benimle olacak. Bunu kim yaptıysa, buraya kadar kim girdiyse bulana kadar burada kalamayız.”
Şoktaydım. Hasta yatağında yatan o adam Devrim’in babası mıydı?
“Hadi,” dedi Devrim bana bakarak, “Gitmemiz lazım buradan.”
“Nereye?” diye sorduğumda Devrim beni elimden tutup kaldırmıştı bile.
“Bu kurşun,” dedi Devrim yerdeki kurşunu göstererek, “Göz dağı için. Beni neyle tehdit ediyorlar bilmiyorum, seni öğrenmiş bile olabilirler. Bundan emin olana kadar kimse bu evde kalmayacak.”
Devrim beni nazik bir çekişle odadan çıkarırken telaşla geriye dönmeye çalıştım.
“Oya Abla’yı bırakamayız,” dedim histerik bir sesle, “Ona yardım edebilirdim belki!”
“Kurşun sıyırıp geçmiş,” dedi, “Merak etme, ölmesini isteselerdi böyle bırakmazlardı onu. Ama eğer seni öğrendilerse yaşamana izin vermeyeceklerine eminim Eliz. Sadece senin değil üstelik, seni bu zamana kadar yanında tutmuş olabilecek herkesin, tüm sevdiklerinin, arkadaşlarının bile yaşamasına izin vermeyeceklerine eminim. O yüzden sus ve yürü.”
Sözleri yüzüme art arda gelen tokatlar gibi çarpıp geçmişti beni resmen. O an dizlerimin bağı bir kez daha çözüldü. Devrim’in koluma yapışan eli beni ayakta tutuyordu ama içimdeki çocuk çoktan yere yığılmıştı. O geceye dönmüş gibiydim. Devrim içinde yattığım sandığı araladığında gördüğüm o gözler yeniden canlanmıştı zihnimde. O geceye dair tüm ayrıntıları tekrar ve tekrar hatırladım. Silah sesini, sıcak asfaltı, karnımda yanan kurşunu, üzerime kapanan geceyi.
Şimdi yine bir saldırı altındaydım sanki. Yine kan. Yine kurşun. Ve ben yine bir yabancı ile bir kaçışın içindeydim. Ama bu kez daha da kırılgandım çünkü artık yorulmuştum her şeyden.
Tam koridordan çıkacaktık ki içimde yaşadığım panik patlaması ile onu bir saniyeliğine durdurdum.
“Devrim,” dedim boğuk bir sesle, “Ben neyin içine düştüm?”
Durdu. Yüzüme bakarken gözlerindeki şefkati ve korkuyu görebiliyordum.
“Neyin içine düştüysen,” dedi, “Seni oradan çıkaracağım Eliz, güven bana.”
Sonrası hız kesmeyen bir karmaşa... Koridorlar, merdivenler, asansörle inilen katlar, yanıp sönen ışıklar, açılıp kapılan kapılar... Duracak zaman yoktu. Devrim benim için arabasının arka kapısını açtığında ikiletmeden oturdum arka koltuğa. O ise ön koltuğa geçmek yerine bagaja doğru ilerleyip oradan çekip aldığı siyah triko hırkayı bana uzattı.
“Senden uzanmanı ve bunu da başına örtmeni istemek zorundayım.” dedi.
Başımı salladım. Onu uğraştıracak halim kalmamıştı. Koltuğa uzanırken elindeki hırkayı alıp üzerime doğru çektim. Yüzüm tamamen karanlıkta kaldığında Devrim kapımı kapatıp ön koltuğa geçti.
Gözlerimden akan yaşlar hırkanın yumuşak dokusuna emildikçe kayboluyordu ama içimdeki yangını söndürmeye yetmiyordu. Arabayla ilerledikçe gecenin uğultusu kulaklarıma değil kalbime doluyordu sanki.
Hayatım lunaparkın en ürkütücü oyuncağı gibi oradan oraya savurup duruyordu beni. Üstelik yalnızca beni değil, yakınımdaki herkesi.
Devrim direksiyonun başında sessizce arabayı kullanıyordu. Onun sessizliği bile emniyet kemeri gibi sıkıyordu bedenimi. Radyo kendi kendine açılmıştı, açık camdan gelen serinlik yüzümü örten hırkanın deliklerinden yanaklarıma dokunuyordu. Yine de hiçbir şey içimdeki boğulma hissini hafifletmiyordu.
Kafamın içindeki ses söylenip duruyordu, “Neyin içine düştük biz? Neyin içine düştük? Neyin?”
Oya Abla’nın yerdeki görüntüsü çıkmıyordu aklımdan, onu bana gözleriyle gösteren hasta adamın ise Devrim’in babası olduğu gerçeği buz gibi bir suya dalmak kadar şok ediciydi. Bu kadar korunaklı bir evin içinde kim Devrim’in hasta babasının bakıldığı odaya kadar girmiş ve Oya Abla’ya zarar vermiş olabilirdi?
Eğer bu bir göz dağı vermekse bunun sebebi neydi? Ben miydim?
“İyi misin?” dediğini duydum Devrim’in.
“Evet...” diye fısıldadım, “Acaba onlar nasıl... Baban ve Oya Abla?”
“Ömer haber verecek.” dedi, “Sen uyumaya çalış.”
Araba durmaksızın ilerliyordu. Hırkanın altında zaman duygumu yitirmiştim. Belki yarım saattir yoldaydık, belki de bir saattir ve ben bunun tahlilini bile yapamayacak kadar bitkindim.
Motorun monoton uğultusu bazen hızlanıyor, bazen yavaşlıyordu ama Devrim hiç konuşmuyordu. Hırkanın içinde nefesim buğulanmıştı ve kendi kalp atışlarımı duyabiliyordum artık. Üzüntünün kendine has bir sesi, yalnızken daha net duyulan bir tınısı vardı. O sessizlikte duyduğum tek tük seslerden biri de üzüntümün sesiydi sanki.
Arabanın önce yavaşladığını, sonra da durduğunu fark ettiğimde ben de nefesimi tuttum. Devrim kapısını açıp indi. Ben ise hırkanın altından çıkmak için onun beni yönlendirmesini bekliyordum. Ardından birkaç adım sesi duydum. Sonra arabanın arka kapısı açıldı ve serin hava içeri süzülürken Devrim elini uzatıp sessizce koluma dokundu.
“Geldik.” dedi yumuşak bir sesle, “Hadi.”
Hırkayı başımdan sıyırdım. Gözlerim merakla etrafı tararken burnuma gelen ağaç ve tezek kokusuyla şehir merkezinden uzaklaştığımızı anladım. Önünde durduğumuz kısa katlı geniş bina bir çiftlik evini andırıyordu ama daha çok terk edilmiş bir çiftlik evi gibiydi. Etrafta hiçbir yaşam belirtisi yok gibiydi. Ayaklarım yere bastığında hala titriyordum ama yürümek zorundaydım.
Devrim ben arabadan inerken bana tutunmam için kolunu uzatmıştı. Mahcup bir bakışla başımı eğip yanından geçerken yüzüme dikkatle baktığını hissettim ama hiçbir şey söylemedi.
Önden ilerlememe izin verse de çiftlik evinin büyük kapısına ulaştığımızda önüme geçip kapıyı açtı Devrim.
Kapı ağır bir gıcırtıyla açıldığında içeriden loş bir serinlik yayıldı. Bina dışarıdan bakıldığında terk edilmiş gibi görünse de içerisi öyle değildi. Zeminde hiçbir toz yoktu, duvarlar pürüzsüzdü ve içeriden gelen hafif çam kokusundan buranın yeni temizlendiği belliydi.
Devrim içeri ilk adımını attığında ben de peşinden ilerledim. Büyük bir salon gibi görünen giriş kısmı yüksek tavanlıydı, lambalar yanmıyordu ama küçük bir masa lambası loş bir ışık yayıyordu odaya.
“Burada kimse yok mu?” diye fısıldadım.
“Şimdilik hayır,” dedi. “Bu ev sadece acil durumlar için tutuldu. Uzun süre kalmayacağız.”
Başımı sallayıp etrafı izlemeye devam ettim ama tek yapmaya çalıştığım zihnimdeki korkunç soruları duymamak için oyalanmaya çalışmaktı. Büyük pencerelerin hepsi perdelerle sıkıca kapatılmıştı. Her şey fazlasıyla sade ve işlevseldi. İçeride yaşam olduğuna dair hiçbir belirti yoktu, ne bir çiçek, ne bir süs eşyası. Bu ev yaşamak için değil, saklanmak içindi.
“Gel,” dedi Devrim, “Seni kalacağın odaya götüreyim.”
Sessizce yukarı çıktık. Tahta basamaklar şaşırtıcı derecede sessizdi, neredeyse adımlarımızın ağırlığını bile hissettirmiyordu.
Üst kattaki uzun koridora ulaştığımızda Devrim birkaç kapı geçtikten sonra sonunda küçük ama sade bir odaya yöneldi.
“Bu odada kalacaksın,” dedi kapıyı açıp içeri girdiğinde, “Gerekli her şey var. Kapını kilitle, ses duyarsan da bağırmaktan çekinme.”
Ben teşekkür eder gibi başımı eğdim. Göz göze gelmemeye çalışsam da aramızdaki o ağır, tarifsiz elektrik havada hala asılıydı.
“Peki sen...” dedim, “Burada kalacaksın değil mi? Yani bu evde.”
Devrim başını salladı.
“Salonda olacağım.” dedi, “Güvenliğimizden emin olmak için.”
“Korumalarından hiçbirini yanına almadın.” dedim tereddütle, “Neden?”
“Artık hiçbirine güvenemem,” dedi Devrim, “Ömer’e hepsini gönderip yeni bir ekip oluşturmasını söyledim.”
Başımı salladım. Sonra başımı çevirip odanın sessiz ve kasvetli haline baktım öylece. Her şey çok yeni ve güzeldi ama içim öyle büyük bir kasvetle dolmuştu ki bu gece yalnız kalmak en son istediğim şeydi. Üstelik aklım tamamen Oya Abla’da ve Devrim’in babasındaydı, onlardan haber almadan gözümü bile kırpamazdım.
“Odayı mı beğenmedin?” diye sordu Devrim.
“Tabi ki hayır,” dedim, “Oda çok güzel.”
“O zaman sorun ne?”
“Ben...” dedim tereddütle, “Bu gece ben de salonda yatabilir miyim?”
Devrim kaşlarını çatarak baktı yüzüme.
“Yoksa korktun mu?” dedi.
Başımı salladım.
“Korkmak değil,” dedim, “Kendimi çok kötü hissediyorum, bu gece tek kalmak en son istediğim şey olabilir. Salonda yeterince koltuk var gibiydi, olmaz mı?”
Devrim bir süre gözlerimin içine baktı. Bakışlarında güven arıyordum ama aynı zamanda o da bende bir şeyler arıyor gibiydi.
“Tamam,” dedi sonunda, “Al yastığını.”
Başımı sallayıp hızlıca yatağın başında duran yastığa yöneldim. Devrim yatağın ucundaki yorganı benim için aldıktan sonra birlikte kapıya yöneldik. Merdivenlerden tekrar aşağı inerken parmaklıkları tutan ellerim bile hala titriyordu ama içimdeki panik hali biraz olsun azalmıştı.
Salona indiğimizde Devrim şöminenin yanındaki geniş koltuğu gösterdi. Ben yastığı koltuğun kenarına koyarken o da yorganı koltuğa örttü.
Diğer koltukta ise hali hazırda bir yastık ve kırmızı renk bir battaniye vardı.
“Sık sık gelip kalıyorsun sanırım.” diye mırıldandım.
“Arada,” dedi, “Kafamı dinlemek istediğimde. Tek oluyorum ama genelde, ilk defa biriyle birlikte uyuyacağım bu evde.”
Boğazımı temizleyip koltuğa oturduğum sırada Devrim derin bir iç çekip telefonunu çıkardı.
“Haber var mı?” diye sordum.
Devrim bir süre öylece ekrana baktı, sonra birini arayıp telefonunu kulağına götürdü.
“Haber vermek için neyi bekliyorsun?” diye sordu sakin bir öfkeyle.
O karşı tarafı dinlerken ben de öylece durmuş endişe içinde ona bakıyordum. Telefondan gelecek haber her şeyi değiştirebilirdi, her şey korkunç bir noktaya da gidebilirdi ya da bizi bu gece uyumamıza yetecek kadar sakinleştirebilirdi de.
“Tamam,” dedi telefona doğru, “İşi halletin mi?”
“Tamam.” dedi bir kez daha.
Cevapları o kadar tekdüzeydi ses tonundan da kelimelerinden de herhangi bir ipucu yakalamak mümkün değildi. Telefonu hiçbir veda mesajı vermeden kapattı ve ben soran gözlerle ona bakarken nihayet başını kaldırdı.
“Her şey yolunda,” dedi, “Oya Abla’nın tedavisi başlamış, durumu stabil.”
Derin bir nefes aldım o an. Neredeyse ağlamaya başlayacaktım.
“Peki baban?” dedim, soğuk bakışları bana döndü, “Babam demiştin, yanlış duymadım değil mi?”
Devrim sorumu duyduktan sonra gözlerini tekrar telefon ekranına çevirdi, bir süre sessiz kalıp telefonuna bakmayı sürdürdükten sonra pes etti.
“Herkes iyi, merak etme.” dedi kısaca ve birden ayaklandı, “Sana rahat birkaç kıyafet vereyim. Benimkilerden olacak ama.”
“Sorun değil,” diye mırıldandım Devrim içerideki odalardan birine yürürken, “Günlerce senin kıyafetlerini giydim zaten.”
Biraz olsun rahatlamıştım. Beni misafir ettikleri için zarar görmüş olma ihtimallerini düşünmek bile mahvetmişti beni. Şimdi en azından iyi olduklarını biliyordum.
Devrim içerideki odadan kendi üstünü değiştirmiş bir şekilde döndüğünde elinde benim için de kıyafetler vardı. Kendi üzerine siyah bir eşofman altı ve gri bir kısa kollu tişört giymişti.
“Sen bunları giy, ben mutfağa uğrayıp geliyorum, bir şey ister misin?” dedi.
“Hayır, teşekkür ederim.”
Devrim odadan çıkar çıkmaz hızlıca üzerimdekileri değiştirdim. Onun pijamalarını giymeye alışmıştım. Bu seferkiler koyu lacivert ve siyah karışımıydı ve her zamanki gibi fazlasıyla boldu.
Ben yorganın altına yerleştiğim sırada Devrim elinde birer küçük şişe su ile salona girdi. İkisini de orta sehpaya koyduktan sonra salonun ışığını kısıp kendi koltuğuna geçti ve başını çevirip bana baktı. Bu akşam bakışlarını ilk kez biraz olsun yumuşamış görüyordum. Bakışları yumuşamıştı ama yorgun olduğu her halinden belliydi.
“Artık uyumaya çalış bence...” diye mırıldandı sessizce.
“Sen uyumayacak mısın?” diye sordum.
“Uyuyamam.” dedi. “Zihnim çok dolu.”
“Benim de.” Sesim bir fısıltı gibi çıkmıştı.
“Sen uyu,” dedi bana, “Ben ikimizin yerine de düşünürüm.”
Hüzünle gülümsedim.
“Çok garip,” dedim, “Bu cümleyi daha önce birinden duymuştum.”
“Kimden?” diye sorarken battaniyesinin altına girdi Devrim.
“Annemden,” dedim, “Çocukluğumda.”
Bakışlarında bir karartı gördüm, bu konuya girmemi hiç istemiyor gibiydi.
“Zor olmalı,” diye mırıldandı, “O yaşta bunları yaşamak.”
Gözlerimi tavana çevirip konuşmaya başladım.
“Değildi aslında. Çünkü arkadaşlarım hep yanımdaydı. Her şeyi birlikte yaşadık, birlikte göğüsledik. Bütün zorlukları bir pastanın dilimlerini bölüşür gibi bölüştük onlarla.”
Devrim sessizce dinledi, göz ucuyla ona baktığımda beni izlediğini fark ettim.
“Bunu hiç sormadım,” dedi, “Öğrenmeye de çalışmadım. Özel hayatına saygısızlık etmek istemedim ama anlatmak istersen annenin neden cezaevinde olduğunu merak ettiğimi bil. Belki bir yardımım da dokunabilir.”
Gözlerim tavana bakmayı sürdürdü. Acı içinde gülümsedim.
“Yardımın dokunamaz,” dedim, “Öğrenmene gerek de yok, bilmek istemezsin.”
“Nasıl istersen.” diye mırıldandı Devrim.
“Peki ya sen anlatmak ister misin...” diye söze girdim tereddütle, “Babanın durumunu?”
Bu sefer gözlerini tavana çeviren o oldu. Bir anlığına yanında duran elini sıkıp bıraktığını fark ettim. Odayı aydınlatan tek ışık ilerideki ahşap masada duran loş masa lambasıydı, içerisi ne sıcak ne soğuktu ve bizim seslerimiz dışında çıt bile çıkmıyordu.
“Bilmek istemezsin.” dedi Devrim bana gönderme yaparak.
“Nasıl istersen.” diye mırıldandım.
Sonra kısa bir sessizlik oldu aramızda. Ne o konuştu ne ben. Dışarıda çok uzaklardan heyecanlı bir köpek havlaması duyuldu yalnızca, sonra sessizliği bir kez de dışarıda esen rüzgarın sesi böldü, o kadar. Derin bir nefes aldım ve içimden geçen bir soruyu aynen içimden geçtiği gibi direkt olarak sordum.
“Devrim...” dedim sessizce, “Sen tehlikeli biri misin?”
Devrim bana bakıp şaşkınlıkla güldü. Sorumun saçmalığının farkındaydım ve onun kendisiyle ilgili hiçbir soruyu cevaplamadığını da biliyordum ama içten içe hala bir şeyleri kurcalamak ve öğrenmek istiyordum.
“Ben...” dedi şaşkın gülümsemesiyle, “Tehlikeli biri miyim? Bunu biraz düşüneyim.”
“Düşünmeden de yanıtlayabileceğin bir soru olduğunu düşünmüştüm bunun.”
Devrim bir kez daha gülümsedi ve muzip bir iç çekişle bana döndü.
“Yeri geldiğinde evet.” dedi, “Tehlikeli biri olabilirim.”
Başımı salladım.
“Peki ya sen Eliz?” diye sordu bana aynı muzip ifadeyle, “Sen tehlikeli biri misin?”
Gülümseyerek döndüm ona.
“Yeri geldiğinde evet.” dedim.
Devrim’in gülüşü büyüdü.
“Özür dilerim,” dedi, “Buradan bakınca hiç tehlikeli görünmüyorsun.”
“Benimle sözlü tartışmaya girmek istemezsin,” diye mırıldandım söylediklerime kendim bile inanmayarak, “Emin ol!”
“Bunu aklımda tutacağım.” dedi.
Bakışlarımız yine kesişti. Devrim’in dalga geçtiği belliydi, ben de ciddi sayılmazdım zaten.
O iyi bir insan mıydı yoksa kötü bir insan mıydı bilmiyordum, beni saklamasının amacı tam olarak neydi bunu da henüz bilmiyordum ama en azından onun yanında kaldığım süre boyunca ne ben ne de sevdiklerim hiçbir zarar görmemişti ve şimdilik buna güvenmekten başka çarem yoktu. Kısa bir süreliğine. Çok ama çok kısa bir süreliğine...
Tam aramızdaki yabancılığı yumuşatan o konuşma yaşanırken Devrim bir anda gözlerini kıstı ve karnına sarılarak öne doğru eğildi. Yüzü acıyla buruşmuştu.
“Devrim?” diye kalktım yerimden, cevap gelmeyince yorganı üzerimden atarak yanına koştum.
“İyiyim, iyiyim!” dedi acı içinde ama iki büklüm olmuştu.
“İyi değilsin,” dedim, “Dikiş yerin mi acıyor, dur, bakmama izin ver!”
Elini hemen tişörtünün altına götürdü, ben de refleksle yanına diz çöküp yüzüne baktım. Yüzü bir anda ter içinde kalmıştı ve nefes alırken göğsü ağrıyormuş gibi inip kalkıyordu.
“Yaran mı açıldı acaba? Gel, tutun bana da arkana yaslan, yarana bakayım.”
Onu koltuğa dikkatlice yaslarken başımı omzuna yaklaştırdım, bir elim omzunda bir elim sırtındaydı. Devrim gözlerini kapatırken dişlerini sıktı.
“Geçecek,” dedim hem ona hem kendime, “Geçecek, ben buradayım...”
Devrim nihayet uzandığında tişörtünü kıvırdım ve dikiş izinin olduğu yere, tam kaburgasının altına baktım. Gözleri hala kapalıydı. Parmağımı dikiş izinin üzerine doğru götürdüğümde dikişlerin açılmadığını, yalnızca kabarıp kızardığını gördüm ama anormal görünmüyordu. Bir süre sadece nefesini dinledim. Göğsü inip kalkarken içindeki savaş da ona acı çektiriyordu. Belki de vücudu tüm bu yükü daha fazla taşıyamaz olmuştu.
“Dikişin kötü görünmüyor,” dedim, “Her ne kadar hala öğrenci olsam da en azından bu yorumu yapabilirim sanırım. Sadece ödem yapmış gibi. Hala acıyor mu?”
Ben parmağımı dikiş izinin üzerinde gezdirirken gözlerini kapalı tutmaya devam etti. Bir süre sonra gözlerini tekrar açtı. Başını yavaşça bana çevirdi.
“Hiç bu kadar güçsüz görünmemiştim.” dedi.
“Neden hep güçlü görünesin ki?” diye sordum yanında oturmaya devam ettiğim sırada.
“Çünkü başka türlü nasıl hayatta kalınır bilmiyorum.”
Devrim gözlerini kapattı, yüzündeki acı biraz yumuşamıştı ama gitmemişti. Burada kalıp ona güçlü olmakla ilgili hayat dersi vermeye çalışmak isterdim ama fiziksel durumu daha acil görünüyordu.
“Burada hiç ilaç ya da krem var mı?” diye sordum, “Mutfakta filan...”
Gözleri hala kapalıyken başını salladı, sanki acısını bastırabilmek için gözlerini kapalı tutmayı tercih ediyor gibiydi.
“Kapının yanındaki ilk çekmecede.” derken sesi çatallanıyordu.
“Geliyorum.” dedim. Yanından hızla kalkıp mutfağa yöneldim.
Ahşap kapıdan geçip boydan boya her şeyi ahşaptan yapılan mutfağa girdiğim gibi kapının yanındaki ilk çekmeceyi açtım. Çekmece ilaçlarla, kremlerle ve tıbbi yardım malzemeleriyle doluydu. Neredeyse bir hastanede olabilecek her şey burada da vardı! Çekmeceden elime gelen her şeyi aldım. Antiseptik bir sprey, steril gazlı bezler, birkaç krem ve güçlü bir ağrı kesici ile salona döndüm.
Yanına oturduktan sonra uzanıp orta sehpadaki su şişelerinden birini aldım.
“Sen önce şu ağrı kesiciden bir tane iç,” dedim, “İlaç etkisini gösterirken ben dikişlerini antiseptik ve gazlı bez ile temizleyip krem süreyim. Belki enfeksiyon başlangıcı bile olabilir, bunu bir doktora göstermek lazım.”
Devrim hiç sesini çıkarmadan dediklerimi yapmak üzere doğruldu ve ona uzattığım ağrı kesiciyi alıp ağzına attı.
“Suyu da iç.” dedim, yine ikiletmeden su şişesini aldı ve içi yanıyormuş gibi bir şişe suyu birkaç saniyede bitirdi.
O sırada yüzünün kızardığını fark edince ateşinin olup olmadığına bakmak için elimi uzatıp alnına koydum. Gözleri o kadar masum bakıyordu ki bir anda ona iyi gelme isteğiyle dolmuştum.
“Biraz ateşin var,” dedim, “Ama bu ilaç hem ağrı kesiyor hem de ateş düşürüyor zaten.”
“Şimdi ne yapmam gerekiyor?” diye sordu elindeki su şişesini bana verirken. Art arda emirler yağdırdığımı duyunca dalga geçmeye başlamıştı.
“Uzan.” dedim gülümseyerek.
Devrim sözümü dinleyip uzandığında tişörtünü bir kez daha sıyırdım. Parmaklarımı bir kez daha dikişlerinin üzerinde gezdirdim.
“Dokununca acıyor mu?” diye sordum.
“Biraz.” dedi.
“Önce biraz temizlemem lazım. Temizlerken daha çok acıyabilir ama bunu yapmak zorundayım.”
“Yap,” dedi dişlerinin arasından. “Ne gerekiyorsa.”
Spreyi sıktığımda vücudu hafifçe irkildi. Derin bir nefes aldı ama sesi çıkmadı. Gazlı bezle dikkatlice kızaran bölgeyi temizlerken ben de nefesimi tutuyordum. Dikişlerini hızlıca temizledikten sonra bölgeyi fazla baskı yapmadan destekleyici bir bandajla sardım. Hala kendini sıkarak nefes alıyordu ama yüzündeki acı biraz olsun hafiflemiş gibiydi.
“Teşekkür ederim.” dedi alçak sesle.
“Teşekkür etmene gerek yok,” dedim, “Seni hep insanlara emirler yağdırırken gördüm ama emir almayı da biliyormuşsun, buna sevindim.”
Devrim sessizce yorganına gömülmüştü, gömüldüğü yerden halsiz gözlerle bana baktı.
“Bu zamana kadar kimseden emir almadım.” dedi.
Gazlı bezleri kutusuna yerleştirirken ona gülümsedim.
“Az önce benden aldın.” dedim, “Ve harfiyen yerine getirdin.”
Bir süre öylece yüzüme baktı. Sanki söylemek istediği çok şey vardı ama hiçbir şey söyleyemedi. Yine de onunla baş başa geçirdiğimiz bu gece aramızdaki bütün yabancılık hissini yakıp yıkmış gibiydi. Devrim artık benim için hayatımda yeri olan birisiydi ve ne ilginç ki onun bakışlarındaki değişimden anladığım kadarıyla o da benim için aynı hissediyordu.
Bu gece bir şeyler değişmişti. İkimiz için de.
-
Bir sonraki bölümümüzle görüşmek üzere aşkımlar, sizi seviyorum! <3
Siteye üye olup yorum yapmayı ve MİSAFİR'i arkadaşlarınıza tavsiye etmeyi unutmayın lütfen. <3
Benim Instagram hesabım : beyzalkoc (tek a ile)
Misafir'in resmi Instagram hesabı : misafirkitapresmi