13.BÖLÜM : BİR YAZ GECESİ KABUSU
HERKESE MERHABALAR AŞKIMLAR <3
NASILSINIIIIZ? :')
Sitemize satır arası yorum özelliği geldi bu arada nasıl buldunuzzzz? :')
Siz istediniz ben yaptırdım :') ahahhsdhfbdshbfdsg
Şimdi sizi bölümle baş başa bırakıyorum, iyi okumalar dileriiim.
-
-
-
13.BÖLÜM : BİR YAZ GECESİ KABUSU.
Gece sessiz ama gürültülüydü. Devrim’in uyuduğundan emin olana kadar gözüme uyku girmedi, ağrılarının dindiğinden ve uyuduğundan emin olduğumda ise artık uyuyabileceğime kanaat getirmiştim. Loş ışık salonun köşelerinde gölgeler bırakıyordu. Yorganın içinde gözlerimi uykuya teslim etmeme engel olan bir huzursuzluğun pençesindeydim. Gecenin ağır sessizliği ve zihnimin gürültüsü birbirlerine çarpıp duruyordu.
Çocukluğum, annem, arkadaşlarım, o konser gecesi ve sürüklendiğim tutsaklığım... Hepsi her gece olduğu gibi zihnimin her köşesinden bas bas bağırıyordu. Unutmaya çalıştığım ne varsa zihnimin içinden “Ben buradayım!” diye haykırıyordu.
Ne kadar süre böyle kaldım bilmiyorum. Bir ara gözlerim kapanmış olmalı. Rüyam gerçekliğin içinden süzülüp gelen bulanık bir kabus gibiydi, karanlık bir sokak, boğuk silah sesleri, sıcak asfalt... Aynı geceyi bir kez daha yaşıyordum, her gece her rüyamda olduğu gibi.
Her şey o gece olduğu gibi ilerliyordu rüyalarımda da. Zaman akışı hep aynıydı. Kaçıyordum, koşuyordum ve her seferinde o kurşunun karnıma girişini gerçekmiş gibi en acı haliyle hissediyordum.
Oysa bu sefer rüyam her zamankinden farklı ilerledi. Karnımdaki yanma hissini yeniden hissettiğimde kaçmaya çalışan ayaklarım önüme çıkan küçük bir taşa takıldı ve kendimi yerde buldum.
Üzerime kapanan ağır bir gölge olduğunu fark ettim ve uzaklardan gelen, gitgide yükselen bir ses duydu kulaklarım.
“Yakalayın kızı!”
Sırtım terlemişti, nefes nefeseydim ve üzerime doğru eğilen gölgenin kime ait olduğunu hala görememiştim.
Böyle olmaması gerekiyordu, koşup sandığı bulmam, saklanmam gerekiyordu.
“Bırak beni!” diye bağırdım, “Bırakın beni!”
Üzerime eğilen silüet iki kolumu da sıkıca tuttuğunda kalbim durmak üzereydi, yalnızca çırpınıyor ve bağırıyordum. Neredeyse bayılacağımı hissediyordum ki bir anda tanıdık bir ses duydum.
“Eliz!”
Onun sesini duymak alevlerin arasından kurtulmaya çalışırken deniz dalgalarının sesini duymak gibiydi.
Omzumda hissettiğim el ile gözlerimi dehşet içinde açtım.
Nefes nefese sıçradığımda onu gördüm. Devrim’i.
Bana doğru eğilmiş, başımın hemen yanında diz çökmüş, alnıma düşen saçlarımı geriye itiyordu. Ses tonu alıştığım o soğuk ve keskin halinden farklıydı, daha yumuşak, daha endişeliydi.
“Uyan, geçti!” dedi alçak bir sesle, “Sadece bir kabustu.”
Ben kafa karışıklığı içinde nefes nefese etrafa bakınmaya devam ederken bir cümle daha ekledi.
“Ben yanındayım.” dedi diz çöktüğü yerden, eli koluma dokundu, “Buradayım, merak etme.”
“Ben...” dedim tir tir titreyerek, “O geceyi gördüm, yine oradaydım... Koşuyordum, kaçmaya çalışıyordum ama sonra bir anda düştüm ve biri kollarımı tuttu ve...” derken o kadar histerik bir haldeydim ki bir yandan gözyaşlarımı kontrol etmeye bir yandan da sakinleşmeye çalışıyordum.
İşte o an hiç beklemediğim bir hamle geldi Devrim’den.
Bir anda doğruldu ve yanıma oturup beni kollarıyla sarıp başımı göğsüne çekti.
“Tamam,” dedi, “Geçti, sakinleş... Ben buradayım.”
Ben kabusun etkisiyle hala tir tir titrerken bunun üstüne bir de Devrim’in kollarının arasında olmamın şoku eklenmişti.
Öylece kalakalmıştım kollarının arasında. Öyle güçlü kuvvetliydi ki kollarının arasında fazlasıyla çelimsiz kalmıştım. Üstelik ne yapacağımı da bilememiştim ve hiç kıpırdamadan öylece duruyordum kollarının arasında.
İçim hiç beklenmedik bir güvende olma hissi ile dolarken Devrim benimle konuşmaya devam ediyordu. Sesi bir uyku masalı anlatır gibi sakindi.
“Sadece kabus,” dedi, “Yanımdasın. Güvendesin... Geçti...”
Derin bir nefes aldım, gözlerim tamamen açıldığında gerçekliğin daha da çok farkına vardım. Kollarındaydım.
Devrim Ali Yöner bana sarılıyordu.
“Gerçek gibiydi…” diye mırıldandım kendimi açıklamak istercesine.
“Biliyorum.” dedi, “Ama geçti... Buradasın.”
Başım göğsündeydi, elleri saçlarımda... Gecenin ortasında, hiç bilmediğim bir çiftlik evinin salonunda, hayatımın en kötü gecesinde tanıştığım bu adamın kollarının arasında teselli ediliyordum şimdi.
Gerçek bir dostmuş gibi.
“Teşekkür ederim.” diye fısıldadım kendimi mahcup bir hareketle kollarının arasından geri çekerek.
Devrim’in yutkunduğunu fark ettim. Ben gözlerimi kaçırsam da o bana bakmayı sürdürdü.
“Sen uyurken burada oturmamı ister misin?” diye sordu, “Koltuğunun kenarında.”
Hüzünle gülümsedim.
“Kötü adamlar sen yanımda oturduğun için rüyalarımda bile bana yanaşmaz mı?” diye sordum alaycı bir ses tonuyla.
Devrim tereddütsüzce bana dönüp kendinden emin bir ifadeyle cevapladı.
“Kötü adamlar kendi rüyalarında bile sana yanaşamazlar Eliz.” dedi, “Güven bana.”
Benim sorum her ne kadar ciddi olmasa da onun cevabı son derece ciddiydi.
“Teklifin için teşekkür ederim ama gereği kalmadı,” diye mırıldandım, “Artık daha iyiyim.”
“Nasıl istersen.” dedi Devrim ve hızlı bir kabullenişle ayağa kalktı.
Onun koltuğuna geri dönmesini izlerken göz kapaklarım ağırlaşmaya başlamıştı bile.
“Bir şey olursa seslen bana.” dedi Devrim.
Göz kapaklarım kapanırken gülümsedim.
“Sen de bana seslen.” dedim, “Biliyorsun, ne zaman yardıma ihtiyacın olsa koştum.”
Yüzünü gördüm o an. Beni izliyordu. Yüzünde karmaşık, merhamet ve korku arasında gidip gelen garip bir ifade vardı. Sanki her an yelkenlerini suya indirebilirmiş ama bunu yaptığında pişman olmaktan korkuyormuş gibi bakıyordu yüzüme.
“İyi geceler.” diye mırıldandım.
“İyi geceler.” dediğini duydum Devrim’in ve bu kez uykunun içine daha sessizce düştüm.
Sabah olduğunda gözlerimi açar açmaz baktığım ilk yer Devrim’in koltuğuydu. Kaşlarımı çatarak doğruldum ve etrafıma bakınmaya başladım çünkü koltuğu boştu.
“Devrim?” diye seslendim ama evin hiçbir yerinden bir karşılık gelmedi.
Hızlıca kalkıp evin içinde gezinmeye başladım. Banyonun kapısı açıktı ve içerisi boştu. Mutfak ve içerideki küçük odalar da aynı şekilde bomboştu. Merdivenlere doğru ilerleyip bir kez daha seslendim.
“Devrim, orada mısın?”
Oradan da ses gelmeyince içim koca bir endişe bulutuyla doldu. Ya dışarı çıktıysa? Ya gece bir şey olduysa ve bana haber vermeden gittiyse?
İlk iş pencerelere yöneldim. Her pencere, sıkı sıkıya çekilmiş perdelerle kapalıydı. Elim bir tanesinin kenarına gittiğinde içimden yoğun bir korku duygusu yükseldi. Perdeyi aralarsam dışarıda ne göreceğimden bile emin değildim. Ya dışarıdan biri beni izliyorsa? Ya yalnız değilsem?
Geri çekildim.
Ben çaresizce ne yapacağımı ve gece neler olmuş olabileceğini düşünürken o an dışarıdan bir ses geldi. Motor uğultusuna karışan ayak sesleri… Kapının önünde duran biri var gibiydi. Belki de Devrim bir yere kadar gitmiş ve geri dönmüştü? Ama ya o değilse? Ya bu sessizliğin ortasına başka biri geldiyse?
Ben nefesimi tutmuş beklerken kapının kolu çevrildi.
Ve içine düştüğüm kasvet, içeri giren gülüşme sesleri ile bölünüverdi. Önce Devrim girdi içeri, sonra Deha, Demir ve Ömer... Hepsinin yüzünde güneş gözlükleri ve ellerinde market poşetleri vardı.
“Günaydın,” dedi Devrim, “Uyanmışsın.”
“Günaydın.” diye mırıldandım, “Evi boş görünce endişelendim, kötü bir haber mi aldınız?”
“Günaydın misafir hanım!” diye söze girdi Deha, “Kötü bir haber yok. Size baskın yaptık da.” derken Demir Deha’nın koluna vurdu.
“Yani baskın derken,” dedi Deha, “Size kahvaltı için bir şeyler getirdik, Devrim abim de arabanın sesini duyunca kapıya çıkıp bizi karşıladı.”
Ömer poşetlerden birini sallayıp bana gösterdi.
“Biraz şantiye kahvaltısı gibi olacak ama onun da en güzelini biz hazırlarız Eliz Hanım, merak etmeyin.” dedi.
Aralarındaki keyifli hava, içeri giren serinliğe rağmen odanın atmosferini değiştirmişti. Ben hala üzerimdeki gerginliği tam olarak atamasam da fazlasıyla rahatlamıştım.
Devrim bakışlarını bana çevirdiğinde, yüzünde sanki “Ne oldu?” der gibi hafif bir merak vardı.
“Ben gidip üzerimi değiştireyim.” dedim gülümseyerek ve eğilip üzerimdeki büyük pijama takımına baktım, “Beni böyle görmeseniz iyi olurdu!”
“Seni ilk defa böyle görmüyoruz ki!” dedi Demir gülerek.
Gülüşürlerken bir yandan da aldıkları kahvaltılıkları ahşap masaya diziyorlardı. Devrim ise perdeleri kapalı pencerelerden birinin kenarına geçmiş elindeki telefonu ile sessiz bir konuşma yapıyordu. O kadar kısık sesle konuşuyordu ki kelimeler neredeyse fısıltı halinde çıkıyordu. Yüzündeki ciddi ifade, içerideki neşeli havaya hiç uymuyordu.
Ben hızlıca dün gece orta sehpada bıraktığım kıyafetlerimi alıp içerideki odalardan birine geçtim. Bu oda daha çok ardiye gibi kullanılmıştı. Hurçlanmış kıyafetler, nevresimler, halılar... Köşede ise üzeri boş bir çalışma masası vardı. Kıyafetlerimi masanın üzerine koyup perdenin tamamen kapalı olduğundan emin olduktan sonra hızlıca üstümü değiştirdim ve salona döndüm.
“Yardım lazım mı?” diye sordum. Devrim hala telefondaydı.
Çeşit çeşit peynirler, zeytinler ve reçel kavanozları masaya dizilirken Ömer’in fırın poşetinden çıkardığı sıcak simitler mis gibi kokmaya başladı.
“Sen misafirsin,” dedi Deha elindeki domatesleri tabağa dizerken. “Bize bırak.”
“Oturup arkana yaslan ve bizim kahvaltı hazırlama yeteneğimize güven Eliz.” diye ekledi Demir.
Kıkırdayarak masadaki sandalyelerden birine geçtim.
“Suyumuz kaynadı,” diyerek içeri girdi Ömer, “Sallama çay ile idare edeceğiz bugün.”
“Suyumuz kaynadı deyince birine bir şey yaptık sandım.” dedi Deha.
Bir yandan onları dinlerken bir yandan da masadaki paketli sallama çayları paketlerinden çıkarıp cam kupalara yerleştiriyordum ama bir köşede perde arkasında hala telefona fısıldayan Devrim’in varlığı, bu kahvaltı masasında bile göz ardı edemediğim bir gölgeydi.
Devrim perde kenarındaki telefon görüşmesini kısa bir “Tamam.” ile bitirdi. Telefonunu cebine koyarken yüzündeki o ciddi ifade gözümden kaçmadı. Bir an durup perdenin kenarından dışarıyı kontrol ettikten sonra hiçbir şey olmamış gibi masaya yöneldi.
“Evet hazır mıyız?” diye sordu Devrim.
Ahşap masanın üzerinde Ömer, Demir ve Deha’nın özenle dizdiği tabaklar neredeyse hazırdı.
“Tam kırk iki tane saydım, uğurlu sayım.” dedi Deha elindeki zeytin tabağını masaya koyarken.
Demir hemen karşılık verdi.
“Ya şu sayıyı söyleyip durma ya,” dedi sitemle, “Nasıl uğurlu bir sayıysa her söylediğinde başımıza bir şey geliyor.”
Deha gözlerini devirerek bana döndü.
“Başımıza bir şey geliyor dediği şeyler de bir şey olsa...” diye açıkladı bana.
Demir bana döndü.
“En son 42 kilometre yolumuz kaldı dediğinde hemen o an arabayla birlikte bir pizza dükkanına çarptık.” dedi ve ekledi, “On üç yaralı, biz hariç.”
Gözlerim şok içinde açıldı.
“Siz peki?” diye sordum, “Size ne oldu?”
“Tabi ki beni aradılar,” diye söze girdi Devrim, “Acil yardım hattı.”
“Bir hafta yataktan bile kalkamadık,” Deha masaya otururken anlatmaya başladı, “İnsanlara çarpmamak için direksiyonu kırınca duvara girdik arabayla, bu sefer hem insanlar yaralandı hem biz.”
Ömer kupalara sıcak su koyarken artık herkes masadaydı. Duyduklarım o kadar şok ediciydi ki bu ailenin başına her gün böyle şeyler gelmesi beni hayrete düşürmeye devam ediyordu.
“Evinizde neden yatılı bir doktor çalıştırdığınızı şimdi daha iyi anlıyorum,” dedim, “Başınız hiç beladan kurtulmuyor ki. Gerçi şimdi doktorun da başı belaya girdi ama...”
Masada oluşan sessizliği şu şekilde anlatabilirim size, yüzlerine baktığım zaman anladığım kadarıyla bu söylediğim şeye hepsi kahkahalarla gülmek istiyordu ama durumun hassasiyeti yüzünden kimse kendini bırakamıyordu.
“Abi kimse kusura bakmasın ama...” dedi Demir, “Hayatımda daha doğru bir tespit duymamıştım!”
Deha, Demir ve Ömer kendi aralarında şakalaşıp gülüşürlerken yanıma oturan Devrim’in de çarpık bir gülümsemeyle bana baktığını gördüm. Onlar konuşmaya devam ederken Devrim bana doğru eğildi.
“İyi misin?” diye sordu yalnızca benim duyabileceğim kadar alçak bir sesle.
Başımı kaldırdım.
“İyiyim. Neden sordun?”
“Gecen kötü geçti,” dedi, “Önce benimle uğraşmak zorunda kaldın sonra da kabuslar görüp durdun.”
“İyiyim,” dedim bir kez daha, “Sen nasılsın peki? Ağrın geçti mi?”
O sırada Deha söze atladı.
“Ne ağrısı ya?” diye sordu, “Kulak misafiri olmuş gibi olduk ama duyuluyor valla...”
Soran gözlerle Devrim’e döndüm, onun anlatması daha mantıklı olacaktı.
“Önemli bir şey değil,” dedi Devrim, “Dün gece dikiş yerim ağrı yaptı biraz... Şimdi iyiyim ama.”
“Emin misin abi?” diye sordu Demir, “Bir doktora göstermeyelim mi?”
“İyiyim.” diyerek kestirip attı Devrim.
Devrim’in soğuk gözleri bir anda masadaki simitlere takıldı, uzanıp bir simit aldı ve benim önümdeki tabağa bıraktı. Deha kendini tutamayıp ufak bir kahkaha attı.
“Hiç bu kadar öfkeli bir simit servisi yapıldığına şahit olmamıştım daha önce.” dedi.
Deha’nın cümlesi masadaki herkesi güldürürken Devrim’in bakışları da kısa bir an yumuşadı. Masadaki gülüşmeler, sıcak simit ve sıcak çay kokusu bana uzun zaman sonra huzurlu bir kahvaltı yapma imkanı sunarken aklım bir yandan da Oya Abla’daydı. Bundan sonra ne olacaktı peki? Onu bir daha görebilecek miydim? Peki ya kaçış planım? Kaçış planımı nasıl gerçekleştirecektim?
Dışarısı hala bir bilinmezdi ama bu küçük masanın etrafında, en azından o an, dünya biraz olsun sessizleşmişti.
Masadaki tabaklar birer birer eksilirken sohbet de kendi kendine akmaya başladı. Ben sessizce çayımı karıştırırken gözlerim tabağımda duran yarım simite kaydı, sonra istemsizce Devrim’e döndüm… Yüzü hala tam olarak gülmüyordu ama çevresindekilerin enerjisini bozmamaya çalışıyordu.
Çekingen bir ifadeyle ona döndüm.
“Oya Abla’dan haber var mı?” diye sordum.
Anlık bir sessizlik oldu, sonra Devrim başını hafifçe salladı.
“İyi. Merak etme.”
İçim rahatlamıştı, en azından Oya Abla iyiydi ama babalarıyla ilgili soru sormaya cesaret edemezdim. Yine de kendi kendime “Eğer babaları iyi olmasaydı burada böyle oturup gülüşemezlerdi.” diye düşündüm.
Demir elimdeki çay kaşığını fark edip güldü.
“Sen hala karıştırıyor musun onu?” dedi, “Şeker çoktan eridi.”
“Dalmışım.” dedim gülümseyerek.
“En son böyle daldığımda balkondan aşağı düşmüştüm,” dedi Deha. Ömer boğazında kalan çaydan öksürerek kurtulmaya çalışırken masadaki herkes gülüyordu.
“Sizin başınıza gelmeyen herhangi bir şey kaldı mı peki?” diye sorduğumda Devrim’in güldüğünü duydum.
“Küçüktüm ama,” diye ekledi Deha, “On yaşında filandım. Elimdeki oyun konsoluna dalmışım, sırtım da balkonun korkuluklarına yaslıydı. Bir baktım uçuyorum. Yani düşüyorum...”
Devrim’in gülüşü büyüdü. Deha Devrim’e dönüp anlatmaya devam etti.
“Abim de bahçedeymiş o sırada, kollarını açıp beni havada yakalamaya çalışmasın mı...”
Şok içinde Devrim’e döndüm. Bakışlarını önünde duran tabağından çevirmeden gülerek başını salladı.
“Kollarımın eski haline dönebilmesi için bir süre fizik tedavi görmek zorunda kaldım.” dedi Devrim, “Ama tuttum onu.”
Görüntü gözümün önüne gelir gibi olunca gülüşüm büyüdü, bahçede kollarını açmış bir halde balkondan düşen kardeşini tutmaya çalışan Devrim, elinde oyun konsoluyla balkondan düşen Deha, ve fizik tedavi günleri...
“Şanslısın Eliz,” diye söze girdi Demir, “Abim ailesi dışında kimseyi yanına almaz ama yanına aldığını da her an her yerde koruyup kollar.”
Devrim boğazını temizlerken ben yalnızca gülümsedim.
Masadaki sohbet bir süre daha sürdü. Devrim de sanki bu kahvaltının neşesine eşlik ediyormuş gibi görünüyordu ama bakışları ara sıra boşluğa kayıyor, çatalını tabağın kenarında oyalanır gibi gezdiriyordu. Bir noktada durdu, çatalı sessizce bıraktı ve peçeteyi katladı.
“Ben birazdan gelirim.” dedi. Sanki bu cümleyle birlikte masanın sıcaklığına hafif bir gölge düştü.
Deha başını kaldırıp, “Bir şey mi oldu?” diye sordu ama Devrim cevap vermedi. Sandalyeyi geriye itti ve ağır adımlarla kapıya yöneldi.
Kapı kapandığında masada kısa bir sessizlik oldu. Devrim kapıdan çıkarken gözlerim istemsizce onu takip etti. Adımlarındaki o kararlı tempo sanki bir şeyden kaçmıyor da bir şeye yetişiyormuş gibiydi. Elim hala çay bardağının sıcak kenarında duruyordu.
O sırada Deha bana dönerek söze girdi.
“Lale arayıp duruyordur kesin. Barışana kadar rahat bırakmaz, hep böyle yapıyor.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Yüzümde belli belirsiz bir ifade oluştu ama sadece sessizce başımı salladım. Çatalım tabağın kenarında duruyordu, gözlerim ise hala kapıdaydı. İster istemez kendimi suçluyordum sanırım. Acaba bu ailenin hayatı gerçekten hep böyle olaylı mıydı yoksa ben geldikten sonra mı böyle olmuştu? Veya Lale ile Devrim’in ayrılmalarındaki sebeplerden biri ben miydi? Belki de Lale benim o evdeki misafirliğimden rahatsız olmuştu ve araları bu yüzden açılmıştı?
Masadaki sohbet kaldığı yerden devam ediyordu ama benim kulaklarım artık burada değildi.
Kapı tekrar açıldığında hepimiz başımızı çevirdik. Devrim içeri girdiğinde yüzünde belli belirsiz bir yorgunluk vardı. Sandalyeye oturmadan konuştu.
“Annem rahatsızlanmış.” dedi, “Tansiyonu düşmüş… Hem babam için endişelenmiş hem de bizim için.”
“Ya bu kadın ya!” dedi Deha, “Meseleyi bir şekilde hep kendine çeviriyor annem.”
“Yapacak bir şey yok,” dedi Devrim kararlı bir sesle, “Zaten buraya geçici olarak gelmiştik, hep birlikte yazlık eve geçsek iyi olacak. Eliz için de bir oda hazırlanmasını söyledim.”
Masada kısa bir sessizlik oldu. Ben ise içimden geçenleri saklamaya çalışıyordum. Artık hayatım hep böyle mi geçecekti? Oradan oraya… Hiçbir yere ait olmadan… Sürekli bir sonraki adımımı başkalarının planladığı bir hayat mı yaşayacaktım bundan sonra?
Deha biraz isteksiz bir gülümsemeyle başını kaldırdı.
“Burası iyiydi ya,” dedi, “Manzara, hava… Hem şehirden uzak, biraz kafa dinlerdik. Hem akşam da kalırız diye cips filan almıştık.”
“Neyse artık yazlıkta yersin,” dedi Ömer, “Size de sözümüz olsun Eliz Hanım, bir gün bir mangal yakarız bu çiftlikte hep beraber. O zaman bu kahvaltı da yazlığı uğurlama kahvaltısı oluyor, hadi!”
Ben çatalıma tutunmuş, boş tabağıma bakıyordum. Oradan oraya sürüklenmek beni çok yormuştu ama aslında benim için orada veya burada olmanın bir önemi yoktu, ben her yere yabancıydım sonuçta.
Ne oraya aittim ne de buraya. Ne orada olmalıydım ne de burada. Onlarla kalırsam hep böyle olacaktı. Evet, belki beni hep koruyacaklardı ama ben onların yanında hep bir sığıntı gibi hissedecektim. Aklımda hep aynı sorular olacaktı. Üstelik kim ömrünün sonuna kadar birilerinin misafiri olmak isterdi ki?
Kahvaltı bittikten sonra hızlıca masayı toparladık. Yola çıkmak için ise toplayacak bir eşyam bile yoktu zaten, bana ait hiçbir şey yoktu burada. Evin kapısından ikizler ve Ömer ile beraber çıktığımda siyah arabasının başında bekleyen Devrim’i gördüm.
“Hazır mısın?” diye sordu.
“Evet.” dedim kısaca.
Diğerleri arka tarafta bekleyen başka bir araca binmişti. Onlar henüz arabaya yerleşirken biz çiftlik evinin önünden ağır ağır uzaklaştık. Yolun ilk birkaç dakikası boyunca sessizdik, motorun uğultusu ve lastiklerin yoldaki ritmi konuşmalarımızın yerine geçti.
Sonra Devrim direksiyona bakmaya devam ederken sessizliği bozdu.
“Yazlığı daha çok seveceğine eminim.” dedi, “Çiftlik çok sessizdi.”
Kaşlarımı çattım.
“Sevmemin bir önemi yok,” dedim, “Hayat sizin hayatınız. Ben yalnızca bir süreliğine yanınızdayım.”
Bakışlarını kısa bir an bana çevirdi ama bir şey söylemedi.
Ben de ona bakmak yerine önüme, yola bakmayı sürdürdüm. İçinde bulunduğum durum o kadar rahatsız ediciydi ki kendimi hayatım boyunca hiçbir zaman bu kadar “fazlalık” gibi hissetmemiştim.
“Bir şeye mi kızdın?” diye sordu Devrim bir anda.
“Hayır.” dedim, “Sizlik bir şey yok.”
“Ne o zaman?”
“Kendi kaderime kızıyorum.” dedim sakince, “Hayatımın bana sunduğu geleceğin bu olmasına...” devam edemedim, sustum.
Devrim’in direksiyonun üzerindeki parmaklarının direksiyonu daha da sıkıca tuttuğunu fark ettim.
“Hiçbirimizin kaderi dışarıdan göründüğü gibi değil.” dedi, “Hepimizin içinde yanan yerler var.”
Başımı salladım.
“Eminim vardır,” dedim, “Ama en azından bir gece yanlış bir yerde bulundun diye tüm hayatın elinden alınmamıştır ve kalan tüm hayatını bir sığıntı gibi yaşaman beklenmiyordur senden."
Devrim kurduğum cümlenin ağırlığıyla göz ucuyla bana baktı, sonra burnundan alaycı bir gülümsemenin sesi çıktı.
“Keşke sana anlatabilsem...” dedi.
“Neyi?” diye sordum beklenti içinde.
“İçimde kaç çeşit karanlık olduğunu.”
“Anlatmazsın ama,” dedim sitemle, “Belki anlatsan en azından kimin yanında olduğumu bilirdim ama yapmazsın bunu.”
“Çünkü benimle tanışmak istemezsin Eliz.” dedi, “İçimdeki fırtınayla tanışmak istemezsin.”
“Tanışmak istediğimi söylesem...” diyerek bakışlarımı ona çevirdim.
Gözleri yoldaydı ama aklının benim cümlelerimde olduğunu biliyordum. Bir süre sessizce ilerledikten sonra bir kırmızı ışıkta durduğumuzda nihayet bana döndü.
“Bak,” dedi, “İçimdeki cehennemi gizlemek için buz gibi bakıyor gözlerim... Bırak öyle kalsın. Cehennemi keşfetmeye çıkıp yanan çok insan biliyorum.”
Sessizce önüme döndüm. Zor ama sessiz bir kabullenişti bu. Bana ruhunun içindeki dehlizleri göstermeyeceğini biliyordum. Onun gerçekten kim olduğunu asla öğrenemeyeceğimi kabullenmiştim artık. Zaten her şeyin sonuna geliyorduk, yanından ayrıldıktan sonra onu bir daha ne zaman görecektim ki? Belki de sırf bu yüzden onu tanımamın bile anlamı yoktu. Böyle olması en iyisiydi.
Devrim benim için hep bir yabancı olarak kalmalıydı...
Yol, ormanlık yamaçlardan deniz tarafına doğru kıvrıldıkça sis dağılmaya başladı. Ufukta masmavi bir şerit belirdi. Ufuktaki maviliğe diktiğim gözlerimi bir süre sonra kapattım çünkü bu benim kendim için bulabildiğim tek kaçış yoluydu.
Kısık müzik sesinin eşliğinde uyuyor gibi yapmaktan başka bir kaçış yolu bulamadım kendime. Gözlerimin kapandığını gören Devrim uzanıp müziğin sesini arttırdı ve kulaklarımı dolduran şarkının sözleri beni yine kendi karanlığıma çekti.
“Yine gülecek miyiz?” diyordu şarkının sözleri, “Çekilir mi kara bulutlar?”
Sonra bir anda uyuyakaldığımı düşünen Devrim’in üzerime kendi ceketini örttüğünü fark ettim.
Ben kıpırdamamak için nefesimi tutarken o elini yanağıma doğru götürüp yüzüme düşen bir tutam saçımı nazikçe kulağımın arkasına doğru itti.
“Bir sen varsın inandığım şu hayatta,” dedi şarkının sözleri tam o an, “Bir sen varsın inan yanımda... Çok görme.”
Nedenini anlayamadığım bir hüzün doldurdu içimi o an. Üzüleceğim çok konu vardı hayatımda ama şu yaşadığım an niçin üzmüştü beni? Sağ gözümden akan bir damla yaş Devrim’in ceketine düşerken içimde hasıl olan anlam veremediğim duygulardan son derece rahatsızdım.
Hissetmekten korktuğum duygulardan kaçmamın tek yolu vardı o an... Uyumak.
Gözlerimi arabanın durması ile açtığımda nihayet yazlık eve vardığımızı anladım. Arabayla girdiğimiz bahçe alanından anladığım kadarıyla burası da merkezdeki malikaneleri gibi kocamandı ama havası farklıydı, dış cephe duvarları sıcak sarı ve krem tonlarındaydı, pencerelerde çiçekli perdeler, verandada asılı renkli fenerler… Bahçe biraz daha karmakarışıktı. Saksılar, çiçek tarhları, köşeye dekor olarak konulmuş retro bir bisiklet… Ama bu karmaşa soğuk değil, yaşayan bir ev hissi vermişti bu bahçeye.
Devrim arabayı yeşil alanın girişinde durdurup park etmesi için bahçedeki görevlilerden birine teslim etti. Arabadan iner inmez bahçenin ortasındaki rattan takımlarda üzerindeki mavi renkli hırkasıyla oturan kadın dikkatimi çekti. Bu Devrim’in annesiydi. Elindeki fincanı bırakıp ayağa kalktı.
“Hoş geldiniz,” dedi, sesi yumuşak ama alıngan bir tonda çıkıyordu, “Demek misafirin hala bizimle, ne güzel.”
Sanki hala burada olmamdan çok da memnun değilmiş gibiydi.
“Teşekkürler efendim,” diye mırıldandım, “Ben sizi rahatsız etmeden içeri geçeyim.”
“Hayır, hayır,” dedi annesi, “Oturup hep birlikte bir kahve içelim kızım. Heh, diğer oğlanlar da geldi!”
Deha, Demir ve Ömer de arabalarından inip bize doğru yürürken istemeye istemeye sandalyelerden birine oturdum.
“İyi misin anne?” diye seslendi Deha, “Tansiyonun yerinde görünüyor.”
Annesi bozularak yerine oturdu.
“Ben daha iyiyim çocuğum,” dedi, “Babanız da biraz huzursuz görünüyordu. Sizi görmek istedi diye düşündüm, biraz da o yüzden çağırdım sizi. Gidip bir bakın da gelin kahveler pişerken.”
Devrim’in bakışları endişeyle bana dönse de ben bakışlarımı masadan çevirmedim.
“Ömer sen kal.” dedi Devrim.
Ömer başını sallayarak rattan sandalyelerden birini kendine çekip oturdu ve bana gülümsedi. Evdeki yardımcılardan biri kahve yapmak üzere içeri girerken Devrim’ler de onun peşinden içeri geçti.
Böylece Devrim’in annesi ve ben Ömer’in gözetiminde bahçede baş başa kaldık. Sıcak esen hafif rüzgar ve kuş sesleri şehirden uzakta olmanın huzurunu fısıldıyordu ama aynı şey benim için söylenemezdi zira huzursuzluğum her yanımdan okunuyordu.
Kadın duruşunu düzeltip bana döndü. Gözlerinde hem merak hem de sanki çok şey bilen birinin sessizliği vardı.
“Seninle de bir türlü sohbet edemedik,” dedi, “Devrim’e birkaç kez söyledim ama seni benimle baş başa bırakmamaya niyetli gibi nedense. Şimdi de başımıza bir bekçi dikti.”
Söyledikleri iğneleyiciydi ama aynı zamanda gülüyordu.
Ömer boğazını temizleyerek telefonunun ekranına döndü. Devrim’in annesi benden bir cevap beklerken ben ne diyeceğimi bilemiyordum. Gülümsemesinde bir sıcaklık vardı ama bakışlarının ardında, derinlerde bir şeyleri ölçüp biçen bir kuşku da hissediliyordu.
“Ben de çok isterdim sizinle sohbet edebilmek.” dedim kibarca, “Fırsat olmadı ama...”
Derin bir nefes alıp arkasına yaslandı.
“Bu evin havasını sevdin mi?” diye sordu bir anda.
“Evet…” diye mırıldandım, “Yani daha yeni geldim ama çok sıcak ve huzurlu görünüyor.”
“Merkezdekinden farklıdır burası,” dedi, “Biz çoğu zaman buradayız zaten. Çocuklar merkezde olur genelde ama özellikle ben çoğunlukla buradayım. Burada herkes biraz daha… özgürdür. Misafirler bile.”
Son cümlesini hafif bir vurguyla söyledi. Ne demek istediğini anlayamamıştım bile.
“Yazı yaşamak için güzel bir yer.” diyebildim sadece.
Sonra kadın hiç beklemediğim bir anda doğrudan söze girdi.
“Ne kadar daha kalacaksın peki?” dedi, “Bizimle yani...”
Bakışlarımı hüzünle masaya çevirdim. Bu insanların yanında giderek daha da sığıntı gibi hissedecektim ve en kötüsü de son derece haklı olmalarıydı.
“Eee,” diyerek araya girdi Ömer, “Kahvelerin sade olacağını söyledik mi ya? Eliz Hanım siz de sade mi içiyorsunuz, bizde herkes öyle içer ama sizi çaya şeker atarken gördüğüm aklıma geldi şimdi.”
Ömer’in konuyu değiştirmeye çalıştığı, beni bu sohbetten kaçırmaya çalıştığı her halinden belliydi.
“Sade.” dedim zar zor.
“Sorun yok o zaman bizim kız hepsini sade yapıyor zaten. Hatta şekerli isteyene de sade yapıyor!” Ömer ortamın gerginliğini dağıtmak için kendi kendine şakalar yapıp kendi kendine gülüyordu.
Devrim’in annesi ise Ömer’in konuşmamızı bölmesine oldukça bozulmuş görünüyordu.
“Ömer’ciğim,” dedi iğneleyici bir sesle, “Misafirimizle bir sohbet edeyim dedim ama bölmeye devam edeceksen ben hiç zahmet etmeyeyim.”
Ömer tam konuşacaktı ki ben keskin bir sesle söze girdim.
“Merak etmeyin,” diyerek başımı kaldırdım, “Çok yakında ayrılacağım yanınızdan.”
Kadın memnuniyetle başını salladı. Bakışları rüzgarın savurduğu saçlarımın arasından yüzümü yokluyordu.
“Peki sen tam olarak kimsin, Eliz? Devrim’le nereden tanıştınız?”
Dilimin ucuna gelen kelimeler boğazımda düğümlendi. Bu konuşma hayatımın en zor anlarından biriydi.
“O… bana yardım etti.” dedim, “Zor bir zamanımda.”
“Eliz Hanım Devrim Bey’in arkadaşının kardeşi olduğu için...” diye söze atladı Ömer, “Size anlatıldığı gibi...”
“Anladım.” dedi kadın ölçülü gülümsemesi ile.
O an bu bahçede otururken kendimi hiç olmadığım kadar köksüz hissettim. Hiçbir yere ait değildim artık, gittiğim her yerde misafirdim.
Bahçedeki sessizliği içeriden gelen ayak sesleri bozdu. Kafamı kaldırdığımda Devrim’in bize doğru yürüdüğünü gördüm. Deha ile Demir de hemen arkasından geliyorlardı. Devrim’in gözleri önce annesine, sonra bana kaydı. Yüzümdeki ifadeyi görür görmez adımlarını hızlandırdı.
Arkalarından gelen yardımcı kız hızlanıp yanlarından geçti ve tepsideki kahveleri masaya dizmeye başladı.
“Ah,” dedi annesi oğullarını görünce, “Kahveye yetiştiniz. Babanız nasıl? Sizi görünce sevindi mi?”
“Uyuyordu,” dedi Devrim, “Her zaman olduğu gibi.”
Kısa bir nefes alıp önümdeki kahve fincanını kendime doğru çektim. Kahvemi bir an önce içersem belki bu masadan bir an önce kalkabilirdim.
Ben kahve fincanımı yudumlarken bahçedeki sohbet yavaş yavaş akmaya başlamıştı. Deha ile Demir her zamanki gibi ortamı ısıtmaya çalışırken Devrim arada bir bana bakıyor, ben de bakışlarını yakaladıkça gözlerimi kaçırıyordum çünkü şu an istediğim tek şey bir an önce bu ortamdan kurtulabilmekti. Yalnız kalır kalmaz yapacağım tek şey en kısa sürede tek başıma kalabileceğim kaçış planımı hayata geçirmek olacaktı.
Tam o sırada, evin içinden sert ve kararlı bir topuk sesi duyuldu. Ahşap zeminde yankılanan ritmik adımlar bahçeye yaklaşırken herkesin başı o yöne döndü.
Ben de refleksle başımı kaldırdım. Kapının eşiğinde, üzerinde yağ yeşili zarif bir elbise ve ayağında dikkat çekici topuklu ayakkabılarla bir kadın belirdi. Lale... Uzun kızıl saçları omuzlarına dökülmüş, yüzünde kendinden emin bir ifade vardı.
Devrim Lale’yi görür görmez soran gözlerle annesine döndü.
“Ne işi var burada?” dedi hesap sorar gibi.
Annesi sanki bu tepkiyi bekliyormuş gibi sakince karşılık verdi.
“Ben çağırdım. Karşılıklı oturup konuşmanızın vakti gelmişti.”
O an bahçedeki hava bir anda değişti. Devrim’in omuzları gerildi, çenesindeki kaslar belirginleşti. Deha sandalyesinin sırtına yaslanıp bakışlarını önündeki fincana çevirdi.
Demir ise bana eğilip fısıldadı, “Keyfimizin bozulma vakti geldi de... Anca bu kadar dayanabiliyoruz keyif yapmaya.”
Ömer ise kibar bir gülümseme ile gözlerini Lale’den ayırmıyordu ama yüzünde gizli bir hoşnutsuzluk vardı.
“Herkese merhabalar.” diyerek içeri girdi Lale, gülümsüyordu ama bu gülümseme samimi bir gülümseme değildi, daha çok kimin kontrolü elinde tuttuğunu göstermek isteyen birinin gülümsemesiydi bu.
“Ah, merhaba kızım!” Devrim’in annesi öpmek için Lale’ye uzanırken Lale’nin bir an için beni süzdüğünü hissettim.
“Rahatsız etmek istemezdim,” dedi Lale kibar bir sesle, “Ama...”
Bakışlarını doğrudan Devrim’e çevirdi.
“Seninle konuşmamız lazım.” dedi.
Devrim kısa bir an sessiz kaldı, sonra masadaki fincanını bıraktı.
“Konuşalım.” dedi.
“Burada mı?” diye sordu Lale, “Herkesin içinde?”
Devrim başını kaldırıp anlamsız gözlerle ona baktı.
“Nerede konuşmak istersin?” diye sordu.
Masadaki gerginlik artarken annesi araya girdi.
“Gidin havuz kenarında konuşun çocuklar da biz de rahat rahat kahvemizi içelim, hadi!”
Devrim istemeye istemeye yerinden kalktı.
“Beş dakikaya gelirim.” dedi Ömer’e, “Gözün kulağın açık olsun.”
İkisi havuz kenarına doğru yürürken bu sefer de bahçe kapısından içeri giren iki kişi göründü. Kulağıma eğilme sırası Deha’daydı.
“Gelen gidenimiz de hiç bitmiyor maşallah.” diye fısıldadı.
Bu ikisi olmasa bu ortama daha fazla dayanamazdım.
Bu sefer gelenler Devrim’in dayısı ile yengesiydi. İkisi de tam birer yazlıkçı gibi giyinmişti, şile bezi şortlar ve keten gömlekler, fötr birer şapka ve güneş gözlükleri...
“Hoş geldiniz!” diye seslendi anneleri, “Gelin, gelin. Biz de kahve içiyorduk!”
Adam kollarını açarak, “Ooo,” diyerek yanaştı bize, “Herkes buradaymış. Misafirimizin hala bizimle olduğunu bilmiyordum!”
O sırada Demir sessizce bana doğru eğildi.
“Gel, seni buradan kaçıralım,” diye fısıldadı.
“Nereye?” diye sordum.
“Burası şimdi daha da gürültülü olacak, dayım hiç susmaz şimdi. Biz burası kalabalıklaşınca terasa çıkarız genelde, gel seni de kaçıralım.”
“Fark etmez.” dedim. Zaten kaderime razıydım şu an. Gidip tuvalette bile oturabilirdim.
Demir ayağa kalkıp annesine döndü.
“Biz terasa çıkıyoruz!” dedi, “Sizin şimdi dedikodu işleriniz olacak biliyorum, kafamız kaldırmaz bizim!”
Deha ve Ömer de yerlerinden kalkarken Deha bana kibarca yolu gösterdi.
“Buyurunuz Eliz Hanım.” dedi.
“İyi hadi,” dedi annesi, “Öğle yemeği hazır olunca çağırırız sizi.”
Dördümüz birlikte bahçeden yan tarafa uzanan bir taş yola girdik. Yolun sonunda geniş bir merdivenle çıkılan dev bir teras vardı. Merdivenden çıktıkça bahçedeki gürültüden uzaklaşmak bana iyi gelmişti.
Teras evin en üst katının bir uzantısıydı, etrafı yüksek cam panellerle çevriliydi ama bu camlar dışarıdan içeriyi göstermeyecek özel bir kaplama ile yapılmıştı. Yani içeriden dışarıyı net görebiliyordunuz, ama dışarıdan bakan sadece gökyüzü yansımasını görüyordu. Tepesi ise havadar olması için açık bırakılmıştı.
Cam panellerin önünde büyük saksılarda begonviller, lavantalar ve fesleğenler sıralanmıştı. Köşede beyaz tenteli bir oturma grubu, diğer köşede ise uzun bir masa ve ahşap sandalyeler vardı. Ortada yan yana sıralanmış rahat şezlonglar ve yuvarlak bir sehpa, sehpanın üzerinde ise meyveler ve dergiler duruyordu.
Deha kollarını iki yana açtı.
“İşte burası bizim kaçış noktamız.” dedi.
Demir bana dönüp gülümsedi.
“Burada kimse bizi zorla sohbetlerine dahil etmeye çalışmıyor.”
Ömer takım elbisesi ile şezlonglardan birine oturup yanında getirdiği kahve fincanını sehpaya bıraktı.
“Ve en önemlisi,” dedi, “Aşağıdakiler bizi göremez. Tamamen izole.”
Deha ve Demir yanda duran büyük müzik çalardan bir şarkı açarken ben de şezlonglardan birine geçtim ve o an şezlongların manzarasının tam olarak Devrim ve Lale’yi gösteriyor olduğunu fark ettim.
Demir hafif bir gülümsemeyle yanımdaki şezlonga geçerken konuştu, “Tam manzaralık yer bulmuşuz!”
Deha da yakasını gevşetip diğer şezlonga oturdu.
“Bence bu sahneye yorum yapmamız yasaklansın, yoksa başımız belaya girer,” diye mırıldandı, “Malum, abimin adamı burada!”
Ömer ufak bir kahkaha attı.
“Yorumlarınız benimle güvende,” dedi, “Merak etmeyin!”
Oturduğum yerdeki bu açıdan Devrim ve Lale’nin konuşmaları net duyulmuyordu ama beden dilleri yeterince açıktı. Lale ellerini hafifçe havaya kaldırarak konuşuyor, sitem ediyor gibi görünüyordu. Devrim ise tamamen sabitti, Lale’nin yüzüne bile bakmıyordu.
“Abimin şu duruşuna hastayım ya!” dedi Deha, “O kadar kayıtsız duruyor ki karşısındakini delirtebilir.”
“Tabi hep böyle değil.” dedi Demir ve boğazını temizleyerek devam etti, “Sevmediği insanlara karşı böyle.”
“Sevmediği biriyle niye nişanlandı o zaman?” dedim sessizce ve sonra utanarak ekledim, “Pardon, ben bunu içimden söylediğimi sanıyordum!”
Deha ufak bir kahkaha attı.
“Ben de merak ettiğim şeyleri böyle sorup hemen ardından da içimden söylediğimi sandığımı eklerim genelde!” dedi. Ona gözlerimi devirerek baktığımda bana sırıtıyordu.
Ömer şezlongda geriye yaslanıp bana döndü.
“Peki ne konuşuyorlar sizce?” diye sordu, “Biz Deha ve Demir’le çok izledik bu tartışmaları, hep de tahmin etmeye çalışırız ama genelde başarısız oluruz.”
“Yorum yapmam doğru olmaz...” dedim, “Ama Lale Hanım baya öfkeli gibi.”
“O hep öfkeli.” diyerek araya girdi Demir.
“Ya şu an ne eksik biliyor musunuz?” dedi Deha, “Çekirdek!”
Gülümsedim. Aklım avluda çekirdek yiyip çay içtiğimiz çocukluk günlerime gitti.
Havuzun kenarında oturduğumuz bu yüksek noktada deniz manzarası ve bahçedeki gürültü arasında bir tezat vardı. Yukarıda sakin, neredeyse huzurlu sayılabilecek bir ortamın içindeydik ama aşağıda belli ki gergin bir konuşma yaşanıyordu.
Demir gözlerini kısmış bir şekilde onlara bakarken fısıldadı.
“Bahse girerim, bu konuşma iyi bitmeyecek.”
“Neyine?” diye sordu Deha.
“Sen iyi biteceğini mi düşünüyorsun salak?”
“Hayır düşünmüyorum.”
“O zaman?”
“Sadece seninle bahse girmek istedim.”
Deha ve Demir’in atışmalarını dinlerken bir yandan da Devrim ve Lale’yi izliyordum. Hala tartışıyorlardı ve belli ki bu konuşma öyle birkaç dakikada bitecek bir konuşma değildi. Bir an hissettiğim yorgunluk hissiyle esnemeye başladım.
Kahvesini sehpaya bırakan Ömer bana döndü.
“Siz yorgunsunuz, değil mi?” diye sordu.
“Biraz.” dedim. Oysa bitmiş bir haldeydim.
“Burası direkt evin içine geçiyor,” dedi terasın uzantısını göstererek, “Sizin için hazırlanan oda da bir alt katta. İsterseniz sizi odanıza götüreyim de biraz dinlenin.”
“Götür kızı da dinlensin,” dedi Deha, “Mahvoldu yorgunluktan. Merak etme Eliz, biz sana bu konuşmanın devamında neler oldu nasıl bitti hepsini akşam anlatırız.”
Gülümseyerek baktım yüzüne.
“Tamam,” dedim, “Akşam görüşürüz o zaman.”
“Görüşürüz!”
Terasın diğer tarafından içeri girip koridora yöneldik. Yazlık evin içi de yine merkezdeki ev gibi büyük ve karmaşıktı ama renkler burada daha canlıydı. Duvarlarda açık sarı ve yumuşak krem tonları hakimdi. Güneş pencerelerden içeri altın bir filtre gibi giriyor, her şeyi daha sıcak gösteriyordu.
Merdivenlerden indikten sonra Ömer koridorun sonundaki büyük beyaz kapının önünde durdu.
“Burası sizin. İyi dinlenmeler!” dedi ve kapıyı açtı. İçeriyi kontrol ettikten sonra bana gülümsedi.
“Teşekkür ederim Ömer,” dedim, “Akşam görüşürüz!”
İçeri adım attığımda merkezdeki evde kaldığım odaya benzeyen ama çok daha sıcak bir oda gördüm. Büyük ve geniş yatağın üzerindeki sarı nevresimler küçük çiçek desenleriyle işlenmişti. Yatak başlığının arkasındaki duvarı boydan boya kaplayan kitaplığın her rafı kitaplarla doluydu.
Odanın sağ tarafında kapısı açık duran geniş bir banyo vardı. İçeride beyaz mermer tezgah, yuvarlak çerçeveli bir ayna ve köşede büyük bir duş alanı vardı. Banyodan yayılan hafif lavanta kokusu bana duşa kabinde suyu açıp yere çömelip ağlama isteği vermişti.
Gözlerim banyonun kapısının yanında kalan büyük gardıroba kaydı. Yavaşça kapağını açtım. Yine her şey düşünülmüştü, askılarda ütüsü yapılmış elbiseler, tişörtler, ince kazaklar… alt raflarda ise katlanmış pantolonlar ve şortlar vardı. Bir köşeye yumuşak dokulu bembeyaz havlular ve pijamalar özenle yerleştirilmişti. Muhtemelen çoğu benim tarafımdan giyilmeyecekti bile ama şu an sıcak bir duşa gerçekten ihtiyacım vardı.
Dolaptan birkaç parça kıyafet ve bir havlu alıp banyoya geçtim. Kapıyı kapattıktan sonra kilidi çevirdim. Derin bir nefes alıp aynadaki yansımama baktım. Gözlerim her geçen gün daha da yorgun, cildim her geçen gün daha da solgun görünüyordu.
Duşun sıcak suyu omuzlarımdan aşağı akarken üzerimdeki gerginliği bir şekilde atmaya çalıştım. Buharın içinde biraz olsun rahatlasam da ruhumdaki acı geçmiyordu. Sıcak su tenime değdikçe tenim gibi duygularım da yumuşadı sanki. Kendimi tutmama yardımcı olan o sert kabuğum bir anda kırılıverdi ve gözyaşlarım hıçkırıklarıma karıştı.
Çok yorgundum.
Çok ama çok yorgundum artık.
Kimdi bu çevremdeki insanlar? Yabancı bir ailenin evinin ortasına bir ateş gibi düşmüştüm adeta. Bu insanlar beni korumak zorunda değillerdi, beni koruyup kollamak ve misafir etmek zorunda değillerdi ama hala buradaydım işte. Kalakalmıştım.
Kendime dair inandığım her şey yıkılmıştı içimde. Oysa ben kendimi çok güçlü sanırdım, neredeydi o güçlü Eliz? Neden çekip gidemiyordu bu insanların evinden?
Beni tutan tek korkumun sevdiklerim olduğunu biliyordum. Eğer Dimitri Vetrov’un adamları beni bulurlarsa bu zamana kadar arkadaşlarımın yanında olabileceğim ihtimalini değerlendirip onlara da zarar verebilirlerdi. Ama bir yolu olmalıydı... Hem kendi ayaklarımın üzerinde durmamın hem de sevdiklerimi korumamın bir yolu olmalıydı. Sonsuza kadar burada kalamazdım...
Sıcak suyun altında belki yarım saat boyunca durdum. Yarım saat boyunca sessizce ağladım, kimseyi rahatsız etmeden, kimseye duyurmadan, sessizce ağladım.
Banyodan havluma sarılı halde çıktıktan sonra biraz olsun rahatlamıştım ama içimdeki kasvet hala yerindeydi. Saçlarımı kurutmayacaktım, umurumda bile değildi.
Seçtiğim sade ve rahat kıyafetleri de giydikten sonra odanın içindeki kitaplık dikkatimi çekti. Uzun zamandır hiç kitap okumamıştım, oysa normalde çok severdim. Renkli kapaklar, parlayan ciltler... Parmaklarım rastgele bir kitaba uzandı.
“Bir Yaz Gecesi Rüyası...” diye fısıldadım kendi kendime, “William Shakespeare.”
Sayfalarını açtığımda hissettiğim kağıt kokusuyla kendimi hatırlar gibi oldum, ne çok severdim kitap okumayı. Parmak uçlarım sayfaların pürüzsüz yüzeyinde geziniyordu.
Kitabı elime alıp pencerenin hemen yanındaki berjere oturdum. Belki kendi kendime gösteremediğim çıkış yolunu bana bir kitap sayfası gösterir umuduyla derin bir nefes alıp rastgele bir sayfayı açtım ve okumaya başladım.
“Çekil bakayım yerden bitme seni!” diye başladı rastgele seçtiğim kısım, “Seni işe yaramaz bodur!”
“Bu mu?” dedim kendi kendime söylenerek, “Bana gelen mesaj bu mu?”
Sonra kitabı öfkeyle kapattım ve birkaç saniye boyunca gözlerimi kapalı tutarak sakinleşmeye çalıştıktan sonra kendi kendime mırıldanmaya devam ettim.
“Lütfen Allah’ım ya! Bir mesaj gönder bana! Kimsem yok burada, ne annem ne arkadaşlarım... Tek istediğim bir mesaj, bir yol... Tek istediğim bir çıkış...”
Derken kapının hafifçe tıklatıldığını duydum. Ses yumuşaktı ama odanın sessizliğinde belirgin bir yankı bıraktı. Elimdeki kitabı kapatıp yavaşça masanın üzerine bıraktım, gözlerim kapıya kaydı.
“Girin.” diye seslendim tereddütle.
Kapının aralığından beliren yüzü gördüğümde ise donakaldım.
“Lale Hanım?”
Lale hiçbir şey söylemeden içeri girdi ve ardından kapıyı kapattı. Kapının kapanma sesi odanın içindeki huzuru tek bir darbeyle söndürdü.
Şaşkınlıkla ayağa kalktım ve “Merhaba…” dedim soran gözlerle. Ben kibar görünmeye çalışıyordum ama onun yüzü beş karıştı.
Odanın ortasında durdu, kollarını göğsünde birleştirip beni süzdü.
“Yeni odana alışabildin mi?” dedi dudaklarının kenarındaki alaycı gülümseme ile.
“Alışmaya çalışmıyorum ki.” dedim.
“İyi. Umarım çalışmazsın da.” dedi.
Sesi yumuşaktı ama altındaki dikenleri hissediliyordu.
Bir anlık bir sessizlik oldu. Lale odanın içinde ağır adımlarla ilerleyip pencerenin önüne geçti, perdeyi hafifçe aralayıp dışarıya baktı. Sonra bana dönüp doğrudan gözlerime kilitlendi.
“Bak Eliz,” dedi, sesi bu kez daha sertti, “Sana açık konuşacağım. Devrim’in misafiri olduğun için herkes sana iyi davranıyor olabilir ama sen buraya geldiğinden beri hiçbir şey yolunda gitmiyor.”
Nefesim bir anlığına içimde hissettiğim suçluluk duygusu ile dondu.
“Ben...” derken Lale sözümü kesti.
“Bak, kimsin bilmiyorum Eliz.” dedi, “Ama sen geldiğinden beri her şey altüst oldu, görmüyor musun?”
Bana bir adım daha yaklaştı.
“Bu yüzden senden istediğim tek bir şey var. Eşyalarını topla ve evine dön. Bu misafirlik artık sona ermeli.”
Bunu söylerken gözleri buz gibiydi. Eğer başka bir mevzu olsa ona çoktan ağzının payını vermiştim ama bana kalırsa o haklıydı. Benim bu evde hiçbir işim yoktu.
Gelip insanların hayatlarına öylece dahil olamazdım. Buna hakkım yoktu ve bunu bugün yeterince anlamıştım.
“Sizi anlıyorum.” dedim ve kendimi tutamayarak ekledim, “Ama sizin ayrılığınızın benimle hiçbir ilgisi yok, emin olabilirsiniz.”
Lale öfkeyle gülümsedi.
“Ayrılık diye bir şey kalmadı zaten canım merak etme,” dedi, “Devrim ve ben ilişkimize bir şans daha vermeye karar verdik.”
Sonra durdu ve beklenmedik bir anda elini karnına götürerek ekledi, “Bebeğimiz için.”
Sanki o an odanın içindeki hava çekilir gibi oldu. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Devrim ve Lale’nin bir bebekleri mi olacaktı?
“Tebrik ederim,” dedim gülümsemeye çalışarak, “Ama dediğim gibi, sizin ayrılığınızın benimle hiçbir ilgisi yoktu. Umarım bir gün bunu idrak edebilirsiniz.”
Lale yüzündeki donuk ifadeyle bana bakarken anlık bir kararla ekledim.
“Bugün beni göreceğiniz son gün olacak üstelik. Yalnızca...” derken tereddütle durdum ve gururumu ayaklarımın altına alıp kendimi ezerek devam ettim konuşmaya, “Bana bir konuda yardım eder misiniz?”
“Neymiş o?” dedi Lale soğuk bir bakışla.
“Biliyorsunuz, beni yardıma ihtiyacım olduğu için burada misafir ediyorlar. Gitmek istediğimi söylersem hiçbirini ikna edemeyebilirim. Ama eğer buradan kimseye görünmeden çıkmama yardım edip beni bir yere kadar arabanızla bırakırsanız...”
Lale sessizce süzdü beni. Söylediklerimi bir süre sorgulasa da teklifimde hiçbir sorun görmediğini anlayabiliyordum. Daha ne isteyebilirdi ki? O buradan gitmemi istiyordu ben de buradan ayrılabilmem için bana yardım etmesini istiyordum.
“Tamam,” dedi, “Madem öyle... Ne zaman çıkmak istersin?”
Dolu gözlerimi çevirip pencereyi kapatan perdelere baktım öylece, masaya bıraktığım Bir Yaz Gecesi Rüyası’na, aynadan beni izleyen yorgun gözlerimin yansımasına...
“Hemen.” dedim, “Mümkünse şimdi, hemen.”
Olması gereken buydu. Kaderim beni bir karmaşanın içine tek başıma sürüklediyse o karmaşayla tek başıma mücadele etmeliydim. Her misafirliğin bir sonu olmalıydı ve benimkinin vadesi çoktan dolmuştu.
---
---
SÜRPRİZ!
14.BÖLÜMDEN ALINTI :
Devrim'in öfkesi salonun duvarlarında yankılanıyordu adeta.
Sıktığı avuç içlerinin kendi canını yaktığını bile hissetmiyordu o an.
"İlk ve son kez soracağım sana Lale," dedi dişlerinin arasından, "ELİZ NEREDE?! NEREYE GÖTÜRDÜN ONU?"
---
---
Güzel yorumlarınız için çooook ama çok teşekkür ederim, iyi ki varsınız.
Umarım satırlarımla biraz olsun yanınızda olabiliyorumdur, ve umarım size biraz olsun iyi gelebiliyorumdur.
Çünkü sizi çok seviyorum.
14.bölümde görüşmek üzere. MİSAFİR'i arkadaşlarınıza önermeyi, beğenip yorum yapmayı unutmayın lütfen. ^^