11.BÖLÜM : SİYAHI MAKBUL.
.png)
11.Bölüm : Siyahı Makbul.
Odamın kapısı sabahın erken saatlerinde çalındı. Gözlerim kötü bir haber alma korkusu ile açıldığında anladım ki kendimi kötü haber almaya hazırlamıştım. Yastıkların arasından doğrulup kapıya döndüm.
“Girin,” diye seslendim. Gelen Helga’ydı. İçeriye mahcup bir yüz ifadesi ile tereddütle girdi. Eline geniş bir kahvaltı tepsisi vardı.
“Uyandırdığım için üzgünüm efendim ama sizi uyandırmamı beyler istedi. Yola çıkma vaktiniz gelmiş. Ben de size hızlıca bir kahvaltı tepsisi hazırladım.”
Kötü bir haber almamanın rahatlığıyla kesik bir nefes alıp başımı salladım. Odanın karanlığından anladığım kadarıyla henüz güneş bile doğmamıştı.
“Pekala,” dedim, “Onlara hazırlanıp ineceğimi söyle.”
“Peki efendim.” Helga birkaç hızlı adım atıp odanın içine girdi, elindeki tepsiyi yuvarlak masanın üzerine bıraktı, tepsinin önünde duran şamdanlık mumları yaktı ve bana döndü, “Başka bir şeye ihtiyacınız var mı?” diye sordu.
“Hayır, çıkabilirsin. Teşekkür ederim.” Helga kapıya yönelirken ben de üzerimdeki örtüden kurtuldum. Ben ayağa kalkmak için terliklerimi giyerken Helga son bir kez bana döndü.
“Size bir şey sorabilir miyim, Majesteleri?” Başımı kaldırıp ona baktım.
“Elbette.” diye mırıldandım ve ayağa kalkıp masanın başına geçtim.
“Bay Hera bir süreliğine gitti... Değil mi?” diye sordu endişeyle. Çayımdan bir yudum aldım.
“Geri gelmeyecek.” dedi, “Bu ev kraliyetindi ve Bay Hera artık bu evi kullanamayacak.”
“Peki bizler?” diye sordu Helga, sesi hala endişeliydi.
“Siz dilerseniz evde kalabilirsiniz, temizliği ve bakımıyla ilgilenirsiniz... Artık Bay Hera’nın değil, sarayın çalışanlarısınız.” Helga rahat bir nefes aldı, dudaklarını gülümsememek için birbirlerine bastırıyordu.
“Çok mu şey istiyorum bilmiyorum efendim ama...”
“Söyle,” dedim önümdeki yağlı ekmekten bir ısırık aldığım sırada.
“Hiçbirimiz aylardır ailelerimizi görmüyorduk, Bay Hera buna izin vermiyordu... Siz yola çıktıktan sonra yalnızca birkaç günlüğüne köylerimizi ziyaret edebilir miyiz?”
Hizmet etmeleri gereken kimse yokken birkaç günlüğüne mola vermelerinin kime ne zararı olabilirdi ki? Tereddütsüzce başımı salladım.
“Gidebilirsiniz.” dedim, “Ama döndüğünüzde evin işlerini aksatmayın.”
Helga’nın dudakları yukarı kıvrıldı. Kollarındaki morluklar ise geçmeye başlamıştı. Bunu görmek içimdeki düğümlerden birini daha çözdü sanki.
“Teşekkür ederim efendim. Yolunuz açık olsun, aldığınız her nefes bereketinizi arttırsın...”
Helga güzel dileklerini bir bir sıraladıktan sonra kendini sevinçten bağırmamak için zor zapt ederek odadan çıktı. O çıkar çıkmaz hızla kahvaltımı bitirip banyoya girdim. Ellerimi, yüzümü yıkadım, güzel küvet ile son kez bakışıp vedalaştım ve odama döndüm. Üzerimdeki geceliği çıkarıp bu rahatlığı ne kadar özleyeceğimi bilerek üzerime dolaptaki uzun siyah elbiselerden birini geçirdim.
Evet, yine siyah. Bazı şeylerin yalnızca siyahı makbuldür.
Saçlarımı ametistten yapılmış bir tarak ile tarayıp başlığımı boynuma bağladım ve saçlarıma geçirdim. Ayakkabılarımı da ayaklarıma geçirdikten sonra odadan hızla çıktım. Belli ki yola gün ağarmadan çıkmak isteniyordu, onları bekletmek istemiyordum. Merdivenleri indikten sonra beni konağın tüm çalışanları karşıladı. Şövalyeler ise açık kapının önünde, atlarının yanlarındaydı. Çalışanlar beni tek tek selamlarken gözlerinin içleri gülüyordu, beni sevdiklerini biliyordum.
“Yolunuz açık olsun Majesteleri! İyi ki geldiniz, geri dönmenizi dört gözle bekliyor olacağız!” dedi aşçı başı, içlerinde en yaşlı olan oydu ve anladığım kadarıyla konuşma hakkını ona vermişlerdi.
“Hepinize teşekkür ederim,” dedim, “Kraliyet hep arkanızda. Unutmayın.”
Yanlarından geçip giderken uzun eteğimin kumaşı yerleri süpürüyordu. Gözlerim atının yanında beni bekleyen Hazar’ın gözlerini buldu. Bana başıyla selam verdi ve gözlerini kapatıp açtı. Selamına aynı şekilde karşılık verdim.
“Günaydın,” dedim, “Çok da aymamış ama...”
“Saatlerdir hiç yağış olmadı.” diye söze girdi Hazar, “Sıcaklık biraz arttı. Kar birikintileri erimeye başladı.”
“Peki ya gideceğimiz yer, orada kar olmadığını nereden biliyoruz?” diye sordum.
“Sadece burada,” diye söze girdi Hazar, “Yüksek yerlerde kar var. Gideceğimiz yer tepenin aşağısında. Biraz tırmanıp baktığımda oralarda kar görünmüyor. Hava böyleyken yola çıkıp aşağı doğru ilerlersek karsız bölgeye ulaşacağız. Oradan sonra ise hava güzel olacak.”
Başımı sallayıp ona elimi uzattım.
“Öyleyse yola çıkalım.” dedim ve Hazar’ın eline tutunup onun yardımıyla atın üzerine çıktım.
Diğer şövalyeler de tek tek atlarına bindikten sonra atına en son binen Hazar oldu. Sırtım göğsüne yaslandığında çalışanlar arkamızdan su dökmek ve güzel dileklerini iletmek için kapıya çıkmışlardı.
“Hazır mısınız?” diye sordu Hazar, kulağıma doğru eğilmişti.
“Her zaman hazırımdır şövalye.” Hazar’ın sessiz gülüşünü duydum.
“Peki ya karnınız?” diye sordu.
“Ne olmuş karnıma?”
“Dün karnınızın ağrıdığını söylemiştiniz... Şimdi iyi misiniz?”
“Ha,” dedim, “Tabi, öyle söylemiştim.... İyiyim. Şifacının sayesinde...”
“Öyleyse başlıyoruz.” dedi Hazar ve atı dizginleriyle uyarıp hareket etmesini sağladı.
Atın ayakları yerden kesilip hızlandığında hem gidiyor, hem de kayıyor gibiydik. İşte bu pek de beklemediğim bir histi. Kayıyor olmak çok hoş hissettirmiyordu. Olduğum yerde kıpırdanıp kendimi Hazar’ın göğsüne iyice yasladım. Yüzümü korkudan buruşturmuş, gözlerimi kapatmıştım.
“Korkuyor musunuz?” diye sordu Hazar, “Bu şekilde yüzlerce kez yol gitmiş biri olarak söylüyorum, kayma hissi normal.”
Kendimi sıkıyor, at ilerledikçe içten içe tutunacak bir yer arıyordum. Lakin Hazar’ın kurduğu cümle içimi rahatlatmadı diyemezdim, bu hissin normal olduğunu bilmek korkumu biraz olsun azaltmıştı. Gözlerim kapalı, başım siyah başlığıma gömülüydü. Daha dün kılıç kullanmak istediğimi söylüyordum, bugün ise karda ata binmekten korkuyordum.
“Akşam nerede konaklayacağız?” diye sordum sesimi rüzgara rağmen duyurmaya çalışarak. Hazar başını bir kez daha bana doğru eğdi ve kulağıma doğru konuşmaya başladı.
“Ormanda.” dedi, “Ama merak etmeyin, aşağı doğru ilerledikçe kar birikintisi kalmayacak. Üşümeyeceksiniz.” Başımı sallayarak önüme baktım.
Karlı ağaçların arasından süratle geçiyorduk. Güneş yeni yeni kendini gösteriyordu. Gökyüzü aydınlanmak ve aydınlanmamak arasında arafta kalmış gibiydi. Üzerimize düşen kar tanelerinin kaynağı gökyüzü değil, ağaç dallarıydı. Rüzgar dallarda kalan kar birikintilerini uçuruyor ve üzerimize yağdırıyordu. Ben ise tam o vakitlerde Hazar’ın üzerinden gelen kokuyu irdeliyordum. Lavanta kokusu muydu bu?
“Üzerinde lavanta mı taşıyorsun?” diye soruverdim birden. Rüzgar sesimi bastırıyordu.
“Anlayamadım, Majesteleri.” dedi Hazar, bir kez daha kulağıma doğru eğilmişti, “Çok rüzgar var.”
“Üzerinde,” dedim bağırarak, “Lavanta mı taşıyorsun?”
Artık beni duyduğuna emindim. Hatta diğer şövalyeler tarafından bile duyulmuş olabilirdim!
“Kokum sizi rahatsız mı etti?” diye sordu.
“Hayır, hayır! Kaynağını merak ettim.”
Hazar bir süre sustu. Sanki yanıt vermek ve vermemek arasında gidip geliyordu. Sessizlik içinde geçen birkaç dakikanın sonunda tereddüt dolu bir sesle konuşmaya başladı.
“Bahçıvandan lavanta yağı aldım.” dedi, “Kendisi üretiyormuş.”
Lavanta yağı mı almıştı? Kendimi tutamayıp güldüm. Hazar’ı kendine güzel kokular sürerken hayal etmek... Bunu yapmasam iyi olacaktı.
“Sen hep böyle kokular sürer misin?” diye sordum, sesimi duyurabilmek için hala bağırmam gerekiyordu. Hazar’ın omuz silktiğini fark ettim.
“Hayır.” dedi yalnızca. Cevabı kısa ve yalındı.
“O zaman neden şimdi?” diye sordum.
Kısa bir sessizlik daha oldu. Tepemizden geçen kuş sürüsü bizimle aynı yöne doğru ilerliyordu. Bu, sıcak diyarlara doğru ilerlediğimizin kanıtı olmalıydı. Hazar ikinci kısa sessizliğin sonunda sesini duyurabilmek için bir kez daha kulağıma yaklaştı.
“Size kötü kokmak istemedim,” dedi, “Siz hep güzel kokuyorsunuz...”
Siyah başlığımın altında kalan kaşlarım şaşkınlıkla havaya kalktı. Arkamda oturan şövalyenin, yılların savaşçısının sabahın köründe kokulu yağlar sürmesinin sebebi ben miydim?
“Böyle bir şeye...” dedim tereddütle, “Gerek yoktu... Zaten kötü kokmuyordun...”
Hazar bu sefer anında cevapladı.
“Rahatsız olduysanız bir daha kullanmam efendim.” dedi tekdüze bir sesle. Atın dizginlerini kaldırıp indirdi ve atın hızlanmasını sağladı. Bozulmuş olmalıydı.
“Rahatsız olmadım, Şövalye.” dedim gülümseyerek, “Hatta mest oldum. Muhteşem kokuyor. Lakin sen hiçbir zaman kötü kokmuyordun. Sen hep...” dedim ve tereddütle ekledim, ”Güzel kokuyordun.”
“Ben genelde ter kokarım.” diye yanıtladı Hazar. Bu yanıtı beklemiyordum, ufak bir kahkaha attım.
“Tamam,” dedim, “Savaşçısın, anladık. Çok terlersin, ellerin hep nasırlıdır, hep kas ağrısı çekersin çünkü çok kasın vardır ve normal bir insandan on kat fazla yersin. Söylesene şövalye, hepiniz aynı mısınız ve şövalyelik seçmelerinde buna göre mi seçiliyorsunuz?”
“Dövüşüyoruz.” dedi.
“Ah, pes eden kaybediyor, kazanan şövalye oluyor. Öyle mi?”
“Pes eden kaybetmiyor.” dedi Hazar.
“Nasıl yani?”
“Ölen kaybediyor, Majesteleri. Pes etmek diye bir şey yok. İki kişi ölümüne dövüşüyor, ölen kaybediyor, hayatta kalan şövalye oluyor.”
Kulaklarıma gelen cümleler beni dehşete düşürmüştü. Tüm hayatım sarayda geçmişti ama bir gün kraliçesi olacağım bu toprakların savaşçılarının nasıl vahşice bir sistemle seçildiğinden haberim bile yoktu.
“Sence bu normal mi?” diye sordum merakla.
“Nedir normal olmayan?”
“Sizleri birer vahşi hayvan gibi yetiştirmeleri.” Hazar’ın burnundan güldüğünü duydum.
“Yorum yapmak istemem, Majesteleri. Bizi yetiştirenler sizsiniz, kraliyet.”
“Hayır, hayır.” dedim, “Böyle düşünme. Bu kuralları koyan da kararları alan da ben değilim ve inan bana ben bile babamın birçok fikrini eleştiriyorum... Yine de daha önce herhangi bir kararını bu kadar yanlış bulduğum olmamıştı. Savaşçıları bu kadar ölüm odaklı yetiştirmek, birbirlerini bile öldürterek eğitmek benim doğru bulacağım bir şey değil. Asla değil.”
“İstedikleri şey bu...” dedi Hazar, “Olması gereken de bu. Sarayın korunması için birileri ölmek zorunda ve insanlar ölür, Majesteleri. Ya bir şeyler için ölür, ya da hiçbir şey için.”
Bu sefer sessiz kalan bendim. Bunu gerçekten de böyle düşündüğü ve sisteme hak verdiği için mi söylüyordu yoksa her şeye rağmen babamı eleştirmek istemediği için yalan mı söylüyordu bilmiyordum ama aklı başında hiçbir insanın böyle bir sistemi doğru bulacağına inanmak istemiyordum. Onları böyle yetiştirmelerinin benim aklıma da kalbime de anlatabileceğim bir mantığı yoktu. Olamazdı. Bu topraklar için savaşacak insanları birbirlerini öldürterek seçemezdik. Bu, benim dönemimde değişecek ilk şeylerden biriydi. Topraklarımda yaşayan hiçbir canlı, bir diğerinden daha değersiz değildi.
Hera Amca’nın evinden yola çıkalı çok olmamıştı. Güneş yeni doğmuş, hava ısınmaya başlamıştı. Kendimi bu gece ormanda uyuyacağım gerçeğine hızlıca hazırlamış, çıktığımız evin konforunu unutmaya başlamıştım. Yolun geri kalanını Hazar’ın göğsüne yaslanıp uyuyarak geçirmeyi planlarken gözlerim kapalı bir ses duydum. Hiç de tanıdık gelmeyen bu ses sanki bir hayvanın sesiydi. Gözlerimi korkuyla açtığımda arkamızdan gelen şövalyelerden birinin bağıran sesini duydum.
“Kurt sürüsü! Kurt sürüsü!”
Bu sesi duymamla üstünde oturduğum atın hızlanması bir oldu. Altımda hissettiğim sarsılma beni bir bilinmezliğe sürüklerken korkuyla etrafıma bakındım. Sağımızdan gelen kurt sürüsünün hedefi bizdik, bu çok açıktı.
“Sıkı tutun!” diye bağırdı Hazar, bu emir banaydı.
Ben korkuyla etrafıma bakınırken onlar kılıçlarını çoktan çıkarmış, kurt sürüsü ile karşılaşmaya hazırdı. Üzerimize atılan kurtların vahşi sesleri büyük bir çığlık atmama sebep olurken ellerim kulaklarıma gitti. Hazar bir eliyle kılıcını sallıyor bir eliyle beni belimden sıkıca tutuyordu.
Hazar’ın ve diğer şövalyelerin kılıçları bize saldıran vahşi hayvanları bir bir öldürürken üzerimize sıçrayan kan damlalarına da etrafımızda yaşananlara da bakamıyordum. Kulaklarımı ellerimle, gözlerimi kapaklarıyla kapatmış bu anın geçip gitmesi için dua ediyordum.
Kılıçlar derileri deliyordu, kanın sesi bile kulaklarımı buluyordu. Her şey hem karma karıştıktı hem de çok netti. Ellerim kulaklarımda, kapalı gözlerle bu anın geçip gitmesini beklerken eteğimin bir şey tarafından çekildiğini hissettim. Gözlerimi korkuyla açtığımda Hazar’ın kılıcını salladığı yönün tam tersindeki bir kurdun beni eteğimden yakaladığını fark ettim.
“Hayır!” Büyük bir çığlık daha atıp kendimi geri çekmeye çalıştığım sırada Hazar telaşla arkasını döndü. Kılıcını eteğimi dişleri arasına alan kurda tuttuğunda kurt eteğimi bırakmadan bir ileri bir geri savruldu.
Kılıç kurdu bulmadı ama benim vücudum Hazar’ın kolları arasından kayıp gitti. Şövalyenin kolları arasından ve atın üzerinden kayıp düştüm, kendimi ıslak zeminde bulduğumda bunun hayatımın en korkunç anı olduğuna emindim. Solumda koca atın ayakları, tepemde Hazar’ın kılıcı ve sağımda eteğimi dişleyen bir kurt vardı. Yanağıma sızan kan akıntısının benden kaynaklandığını anlamam ise çok çabuk olmuştu. Tüm o karmaşanın ve korkunun ortasında elim başıma gitti, başımda hissettiğim korkunç ağrıyla birlikte kana bulanan parmaklarımı görünce başımı taşa vurduğumu anladım. Nefesim bile korkuyla titrerken Hazar atından inmiş ve kılıcını yanı başımda duran kurdun kalbine saplamıştı. Artık şövalyelerin hepsi ayaklarının üzerinde ve tetikteydi. Etrafımı çevirmiş, bana yaklaşabilecek her bir tehlikeyi yok etmeye hazırlardı.
Bulanık gören gözlerimi netleştirmek için gözlerimi kırpıştırdığım sırada Hazar’ın dizlerinin üzerinde bana doğru eğildiğini gördüm.
“Sara!” dedi korkuyla, “İyi misin!”
Kulaklarımın zayıf duyuşu ve gözlerimin bulanık görüşü tamamen kaybolurken kendi kendime sayıklıyordum.
“Bir düğüm... iki düğüm... üç düğüm...”
Kalbim yine düğümlerle kaplanmıştı. Nefes alamıyor, göremiyor ve duyamıyordum. Lakin bu sefer hayali düğümleri ellerimle açmak bir işe yaramıyor gibiydi. Bu sefer düğümler gerçekti.
Sanırım... ölüyordum.
Ölüm anım bile siyahtı, simsiyah. İç sesim ısrarla düğümleri saymaya devam ederken kafamın içinde Hazar’ın atın üzerinde kurduğu cümleler yankılanıyordu.
“İnsanlar ölür, Majesteleri. Ya bir şeyler için ölür, ya da hiçbir şey için.”
En azından bu, hiçbir şey için ölmek değildi. Eğer bu ölmekse, içine doğduğum kehanetin bana verdiği sorumluluk için, kraliyetin ve halkımın huzuru için ölüyordum.
Eğer bu ölmekse, henüz bir kez bile oturamadığım o taht için ölüyordum.
Eğer bu ölmekse, annemin bana bıraktığı mirası onurlu bir şekilde taşıyarak ölüyordum.
Ve eğer bu ölmekse... Ben ölmek istemiyordum.