11.BÖLÜM : OPERASYON : A.
11.Bölüm : OPERASYON : A.
Hiç unutmayacağım bir geceydi o gece. Saçlarımdaki peruk, yüzümdeki gözlük ve gözlerimdeki ait değilmişlik hissi ile geçip giden o gece benim için dönüm noktalarından biriydi. Böylesine lüks bir restoranda ilk kez yemek yemiştim, İstanbul’u ilk kez bu kadar yukarıdan görmüştüm ve bir daha ne zaman bu kadar lezzetli yemekler yiyebilirdim bilmiyordum ama hiçbiri umurumda bile değildi. Kafamdaki karar verme ve harekete geçme dürtüleri artık o kadar keskinleşmişti ki canımı yakıyordu. Kafamın içinde bir yerlerde sıkışıp kalmış iç sesim bana bas bas bağırıyordu, “Git Eliz!” diyordu, ruhum bu misafirliğin bitmesini istiyordu.
Etrafımdaki herkes yabancıydı, sağım solum önüm arkam her yerim yabancıydı. Bu insanların benimle ilgili niyetleri neydi bilmiyordum ve niyetleri iyiyse bile ben artık bunu istemiyordum. Zira kötü bir planın içindeysem, Devrim’in beni bu evde misafir etmesinin tek sebebi konuşmamam için gözetim altında tutulmamı sağlamaksa ben bir aptallık daha yapmak ve bir pişmanlık daha yaşamak istemiyordum.
O gece sessizlik içinde bitti. Eve döndüğümüzde bizi kapıda karşılayan Doktor Oya bana odama kadar eşlik etti. Ben odaya girer girmez saçımdaki peruğu ve yüzümdeki gözlüğü çıkarırken Oya Abla gecenin nasıl geçtiğine dair ağzımı aradıktan sonra konuşmak için iyi bir zamanımda olmadığımı anlayınca bana iyi geceler dileyip çıktı.
Oya Abla kapıyı sessizce kapatıp çıktığında odanın içine keskin bir yalnızlık doldu. Ayakta kalakaldım bir süre. Parmak uçlarımla dudağımdaki kuruluğu yokladım. Geceye dair her şey içimde uğuldamaya devam ediyordu.
Yavaşça pencerenin yanına yürüdüm. Perdenin aralığından dışarıya baktım. Bahçede bir devriye dönüyordu. Elindeki telsizle bahçeyi bir ileri bir geri dolaşan adamın her adımı neredeyse aynı ritimdeydi, sanki adımları bile ölçülüydü ve kuralına göre yürüyordu adeta. Ön kapının ışığı yanıyor, kameralar tıslayan bir uğultuyla duvar köşelerini tarıyordu.
“Bugün değil,” dedim içimden, “Henüz değil.”
Odanın kapısına döndüm. Kapıyı kilitlemeden önce kapı kolunu avucumda biraz tuttum. “Ama ne zaman?” sorusu kafamda dönüp duruyordu. Kapıyı tereddütle bıraktım. Ardından içeri dönüp derin bir nefes aldım. Bu evden çıkıp gidecek ve hikayemin bundan sonraki kısmında tek başıma olacaksam en azından biraz olsun hazırlıklı olmalıydım. Gözlerim odanın içine kaydı. Bu odada mutlaka bana yardımcı olabilecek, buradan çıktıktan sonra yanımda olmasına ihtiyaç duyabileceğim bir şeyler olmalıydı.
Anlık bir kararla yatağın altına eğildim. Buraya saklanmış ya da burada unutulmuş bir şeyler olmasını umarak yatağın altına göz attım ama gördüğüm tek şey toz birikintileri ve sert döşemelerdi. Sonra gardırobu açtım. Burada ise benim için alınmış pahalı kıyafetler dışında hiçbir şey yoktu. Gözlerim yavaşça aşağıya, ayakkabı rafına indi.
Burada yine bana alınan ayakkabıların arasında düz tabanlı siyah bir bot vardı. Kenara ayırdım.
Büyük komodinin en üstündeki çekmeceyi açtım ve içinde ıvır zıvır birkaç şey olduğunu gördüm. Küçük boş bir not defteri, bir kalem, bir el feneri, birkaç küçük havlu... Havlular dışında elime gelen tüm ıvır zıvırı çekip aldım ve dolaptaki siyah botların yanına koydum. Ne kadar işime yararlardı bilmiyordum ama yanıma almaya değerdi. Bir başka çekmecede saç tokaları, birkaç yara bandı, minik bir dikiş seti... Hepsini kenara ayırdım. Biri bana saldıracak olursa dikiş setinin küçük iğnesiyle saldırırdım artık. (!) Not defteriyle de kafasına vurabilirdim belki, kapağı sert görünüyordu. Acınası haldeydim!
Komodinin üstündeki su bardağına uzanıp yanındaki sürahiden kendime bir bardak su doldurdum. Ellerim titriyordu. Birkaç yudum su içip aynaya döndüm ve kendime baktım.
“Yarın bir plan yapmaya başlayacaksın Eliz,” dedim kendi kendime. “Bu sefer hata yapmak yok! Anladın mı beni?”
Son olarak yatağın yanındaki küçük sehpaya yöneldim. Altındaki rafı kontrol ettim. Boştu. Ama üst çekmecede küçük bir el aynası, bir dudak nemlendiricisi ve… küçük bir makas vardı. Tereddütle makası aldım. Bunun daha önce burada olmadığına emin gibiydim çünkü bu rafı daha önce kontrol etmiştim. Oya Abla tarafından unutulmuş olmalıydı. Makası telaşla dolaba götürüp not defterinin arasına koydum.
Kapıya dönüp kulağımı dayadım, gece bu saatlerde bu koridordan gelip geçen oluyor muydu merak ediyordum ama koridor sessizdi. Derin bir nefes aldım, perdeleri sıkıca kapattım ve ışığı kıstım. Topladığım her şeyi dolaptaki botların yanına koyduğumdan emin olduktan sonra üstlerini bir havluyla örttüm ve dolabın kapağını kapattım.
O gece uyumadım. Gözlerim sabaha kadar karanlık tavanı izledi. İki günüm vardı. Belki üç... Ama en fazla o kadar.
Sabah olduğunu anlamam odanın parkelerinden gelen ayak seslerini duymamla mümkün oldu. Henüz gözlerimi açamamıştım ama birinin odanın içinde olduğunu fark etmiştim. Odadaki kişi her kimse sessiz ve dikkatli olmaya çalışır gibiydi.
Yorganın altında kıpırdamadan sesleri dinlemeye devam ettim. Ayak sesleri önce pencerenin önünde durdu. Sonra yavaşça dolabın olduğu tarafa ilerledi. Dolap kapağının açıldığını duyduğumda ise gözlerim otomatik olarak açıldı. Sabaha karşı oraya sakladığım eşyaları birinin görme ihtimali ile karşı karşıya kalmak istemiyordum. Kendimi daha fazla tutamadım. Gözlerimi açıp doğrulduğumda karşımdaki kişinin kim olduğunu görmek beni biraz olsun rahatlatmıştı.
“Oya Abla?” dedim uykulu ama tedirgin bir sesle. “Bir şey mi arıyorsun?”
Doktor Oya bir anda irkildi. Elindeki dolap kapağını hemen kapattı, yüzünde suçüstü yakalanmış bir ifadenin izleri vardı ama toparlanması sadece bir saniye sürdü. Yüzüne hemen o alışık olduğum şefkatli gülümsemeyi yerleştirdi.
“Ay tatlım seni mi uyandırdım?” dedi neşeli bir ses tonuyla. “Kıyafetlerinin arasında yıkanacak bir şeyler var mı diye bakıyordum. Yardımcı kızlara haber vereyim diyordum.”
Gözlerimi kısarak ona baktım. Bu cevap inandırıcı mıydı, yoksa sadece bir refleks miydi emin olamıyordum. Yine de sesimi yumuşatarak başımı salladım.
“Gerek yoktu, teşekkür ederim. Kendim hallederim.”
Oya Abla gülümseyerek dolabın kapağını kapattı. Yüzünde her zamanki tatlı ifadesi vardı ama gözlerinde tedirginlik duygusunun gölgesini görüyordum sanki. Ya da bana öyle gelmişti. O anda onun gerçekten de iyi niyetli olup olmadığını ayırt edemiyordum. Belki sadece bana yardım etmek istiyordu. Belki de yalnızca beni gözetlemesi gerekiyordu.
Yataktan ağır ağır doğrulduğum sırada Oya Abla pencereye yönelip perdeleri araladı. Sabah güneşi içeri süzüldüğünde ışık hüzmeleri odanın içini güzelce doldurdu.
“Kahvaltını getirsinler mi? Haber vereyim mi kızlara?” diye sordu arkasını dönmeden. “Nasıl hissediyorsun bugün?”
Bir an sessiz kaldım. Yutkundum. O an aklıma gelen fikirle hafifçe başımı yana eğdim ve dikkatlice konuştum.
“Hani geçen gün bana bahçeye çıkmak ister misin demiştin ya...” dedim. Başını çevirip bana döndü.
“O teklifin hala geçerli mi?” diye devam ettim, “Gece boyunca kabus görüp durdum. Bugün biraz dışarı çıkmak, hava almak istiyorum.”
Doktor Oya’nın gözlerinde hafif bir tereddüt oluşmuştu ama hemen ardından yüzünde yine o tanıdık gülümseme belirdi.
“Tabii ki tatlım,” dedi, “Neden olmasın? Bugün hava da çok güzel. Hem evde de pek kimse yok, bahçe boştur şimdi. Sen üzerini giyin tatlım,” dedi neşeyle. “On beş dakikaya hazır ol, seni alırım. Ama çok oyalanmayacağız, tamam mı?”
“Tamam.” dedim kısık bir sesle.
Kapı kapanıp Oya Abla odadan çıktıktan sonra önce aceleyle lavaboya gidip dişlerimi fırçaladım, ellerimi ve yüzümü de yıkadıktan sonra üzerimi de hızlıca değiştirdim. Hava sıcak olduğu için üzerime yalnızca siyah bir şort ve kırmızı spor bir tişört giyip darmadağınık olmuş saçlarımı da hızlıca taradım.
Kapı çaldığında elim kapı kolundaydı zaten, hiç bekletmeden açtım. Doktor Oya düzgün topuz yapılmış saçları ve sade ama özenli haliyle karşımdaydı.
“Saçlarını yapmaya mı gittin?” diye sordum gülerek. O da gülmeye başladı.
“Az önce senin aynanda gördüm de kendimi, saçlarımı salayım demiştim ama hep topladığım için gözüme bir kötü geldi!”
“Bence her hali güzel saçlarının.” diye mırıldandım. Bana bir kez daha şefkatle gülümsedi.
“Hazırsan çıkalım mı?” diye sordu yumuşak bir sesle.
Başımı salladım ve kapıya doğru ilerledim. Oya Abla önde, ben hemen arkasında sessizce yürüyorduk. Merdivenleri indik, koridorları geçtik. Evin içi her zamanki gibi sessizdi. Sanki burada kimse yüksek sesle konuşmaz, kimse koşmaz, kimse gülmezmiş gibiydi. Sanki bu evde yaşam belirtisi göstermek yasak gibiydi.
Bahçeye açılan büyük çift kanatlı cam kapıdan geçerken güneş bir anda yüzüme çarptı. Gözlerim kısılırken, içeri sızan ışığın ne kadar sahte kaldığını fark ettim.
Sonunda bahçeye adım attığım anda bahçenin tamamını görmemle nefesimi tutmam bir oldu. Bahçe devasaydı.
Devasa.
Tam karşımda göz alabildiğince çimenler, düzenle dikilmiş çiçek tarhları, ufak taş yollar, devasa bir havuz ve hepsinden önemlisi, gökyüzüne doğru yükselen devasa ağaçlar... Ağaçların gövdeleri yaşlıydı, kalın dalları birbirine geçmiş gibiydi ve yaprakları öylesine sık, öylesine koyu yeşildi ki bahçenin etrafında ağaçlardan bir duvar varmış gibi hissettiriyordu.
Bu ağaçlar dış dünyayı tamamen perdelemişti. Dışarıdan içerisi görünmüyordu, içeriden de dışarısı. Ağaçların ardında duvar da var mıydı acaba? Çit, tel örgü, ya da saçma sapan sensörlü güvenlik sistemleri olabilir miydi bu ağaçların ardında?
Oya Abla eliyle ilerideki rattan bahçe takımını işaret etti.
“Oraya geçelim mi?” dedi. “Şemsiyenin altı gölge.”
Sessizce başımı salladım. Yol boyunca yürürken ayakkabılarımın altındaki çakıllar ince ince ses çıkardı. Bu ses uzun zamandır duyduğum bana özgürlüğü en hatırlatan sesti. Burnum toprak, çakıl ve yaprak kokusunu bir arada soluyabiliyordu. Bahçe kuş cıvıltılarıyla doluydu ama bir yandan da huzursuz edici bir düzen vardı her şeyde. Ağaçlar bile hizadaydı.
Büyük bahçe takımına geldiğimizde kendimi berjerlerden birine attığımda iki yardımcı kız tepsilerle bize doğru yaklaşıyordu. Tepsilerde beyaz porselen tabaklar, ince belli bardakta çay ve nar gibi kızarmış iki dilim ekmek vardı. Yanlarında taze meyveler, peynirler, zeytinler...
“Oya Abla,” dedim, “Gerek yoktu, ben sadece hava almak istemiştim.”
Yardımcı kızlar masaya sessizce servis yaparken benimle göz göze gelmekten kaçındılar. Odama geldiklerinde de benimle hiç konuşmazlardı, sanki biri onlara benimle konuşmamalarını söylemiş gibiydi.
Oya Abla bir süre çayını karıştırırken sessiz kaldı. Ben ise önümdeki manzarayı izliyordum. Bu kadar geniş bir bahçeye sahip olmak başka, onu bu kadar görünmez kılmak bambaşka bir şeydi.
“Bazen burada nefes almak daha kolay oluyor,” dedi Oya Abla, “İçerisi boğucu olabiliyor.”
Ben de başımı eğdim.
“Burası çok güzel,” dedim. “Ama yine de...”
“Etraf çok kapalı, değil mi?” diye tamamladı Oya Abla gülerek.
Bakışlarımız kesişti. Ne düşündüğümü anlamış gibiydi.
“Evet,” dedim fısıltıyla, “Evin içindeki o dış dünyaya kapalılık hissi burada da var.”
Oya Abla’nın gözleri bir anlığına daldı. Sonra yüzüne bir tebessüm yerleştirdi.
“Kahvaltıdan sonra bahçenin sonuna kadar yürümek istersen birlikte gideriz. En azından biraz yürüyünce dış dünyaya daha yakın hissedersin belki kendini.”
Sanki içimden geçenleri okumuştu. Bir parça ekmek alıp sustum. Bahçede esen rüzgâr yüzüme çarptıkça planımın ne kadar ince hesaplanması gerektiğini daha iyi anlıyordum. Bu insanlar sadece görünmez değillerdi. Aynı zamanda sınırları da görünmezdi. Ama o görünmeyen çizgiyi bir gün aşacaktım. Bugün değil ama çok yakında.
“Sen sürekli burada mısın Oya Abla?” diye soruverdim bir anda, içimden geçen cümleyi doğrudan söylemiştim.
“Evet,” dedi Doktor Oya gülerek, “Bana her zaman ihtiyaçları olabiliyor. Geçen gün sen de gördün, bir akşam izin aldım başlarına gelmeyen kalmadı.”
Oya Abla’nın cümlesini duyunca kendimi tutamayıp güldüm.
“Peki evde her sağlık sorunu olan sana mı geliyor?” diye sordum, “Devrim Bey’in nişanlısı ve kayınvalidesi filan da mı sana geliyor?”
Oya Abla bana yüzünü buruşturup “teessüf edermiş” gibi baktı.
“Yok canım ne münasebet,” dedi, “O gudubetlere bakar mıyım ben? Hem burada yaşamıyor ki onlar. Gelip gidiyorlar.”
“Artık gelmezler herhalde.” deyiverdim birden.
“Aaa, niye?” diye sordu Oya Abla merakla, “Bir şey mi duydun ki?”
“Ayrılmışlar.” dedim çayımdan bir yudum alıp. Oya Abla bana şaşkınlıkla baktı.
Misafir olarak geldiğim evin doktoruyla düzenli olarak ev halkının dedikodusunu yapmaktan çok utanıyordum ama bu kadınla dedikodu yapmak gerçekten çok sarıyordu!
“Niye ayrılmışlar ki?” dedi şaşkınlıkla, “Çok iyi olmuş tabi bence ama Devrim Bey üzülmemiştir umarım.”
Tam o an birkaç adım uzağımızdan beklenmedik bir ses duyuldu.
“Neymiş bakalım o beni üzecek şey?”
Başımı şaşkınlıkla kaldırıp çevirdiğimde bize doğru yürüyen Devrim’i gördüğüm an boğazımda kalan bir yudum çaydan öksürerek kurtulmaya çalışıyordum.
Oya Abla bir anda irkildi, ben öksürükle boğuşurken o hemen bardağa uzandı, ben çayımı masaya bıraktığımda elime bir bardak su tutuşturdu. Ben birkaç yudum su ile boğazımdaki çayı temizlemeye çalışırken Devrim çoktan masanın yanına gelmişti bile.
“Eliz Hanım sabah sabah yüreklere inecek,” dedi alaycı bir tonda, “Bu kadar şaşırılacak ne konu dönüyordu burada?”
Oya Ablanın yüz ifadesi bir anda değişiverdi. Kıpır kıpır gülen, laf yetiştiren kadının yerini daha ölçülü, daha kontrollü biri aldı bir anda.
“Bir şey yok Devrim Beyciğim, Eliz’le havadan sudan konuşuyorduk öyle.”
“Öyle mi?” diye sordu Devrim bana dönerek, “Havadan sudan?”
Başımı eğip çayımı karıştırmaya devam ettim.
“Ben seni bu kadar konuşkan bilmiyordum,” dedi sessizce, sesi hala alaycıydı, “Demek Oya Abla’nın yanında açılıyorsun.”
“Seviyorum kendisini,” dedim kısık sesle, “Ne de olsa hayatımı kurtardı.”
Sözümün ardından havada kısa bir sessizlik oluştu. Oya Abla bakışlarını önündeki çaydan kaldırmamıştı ama kaşığını çevirme hızı biraz artmıştı. Devrim eliyle önündeki boş sandalyeyi çekip oturduğu sırada yardımcı kızlardan biri Devrim’e aceleyle bir kupa kahve taşıyordu. Devrim dirseklerini masaya dayadı ve bana dikkatle baktı.
Tam o an Oya Abla’nın telefonunun çalmaya başladığını duydum. Gözlerim kontrolsüzce masada duran telefonun ekranına çevrildiğinde ekranda yazan yazıyı gördüm, “ÖMER ARIYOR” yazıyordu ekranda. Bu Ömer, Devrim Bey’in sağ kolu olan Ömer miydi?
Oya Abla boğazını temizleyerek telefonuna uzandı.
“İzninizle,” dedi, “Bir görüşme yapmam gerekiyor.”
Oya Abla telefonunu alıp yanımızdan uzaklaşırken Devrim ile baş başa kalmıştık. Devrim kahvesinden bir yudum aldığında hala beni izliyordu.
“Nasıl?” diye sordu bahçeye dönerek, “Alışabildin mi eve?”
Hazırlıksız yakalanmıştım. Gözlerimi duygusuz bir ifadeyle ona çevirdim.
“Alışmama gerek var mı?” diye sordum.
Devrim başını yana eğip beni izledi. Sanki içimdeki tüm düşünceleri okuyor gibiydi. Sonra gözlerini kaçırıp önündeki masaya döndü ve dudaklarını araladı.
“Bilmem,” dedi, “Bu tamamen sana kalmış bir karar.”
“Öyleyse alışmama gerek yok.” dedim kararlı bir sesle, “Bu misafirliğin bir gün sona ereceğini söylemiştim.”
Gözlerimiz yeniden buluştu. Bir şey söylemedi ama bakışları endişeliydi. Gerçekten ciddi miydi bilmiyordum. Bu evden gerçekten de istediğim zaman gidebilecek miydim? Buna izin verecek miydi? Bunu inanarak mı söylüyordu? Ama eğer bu bana oynanan bir oyunsa kurallar onun elindeydi, biliyordum.
Oya Abla bizden birkaç metre uzaktaki ağaçların arasında durmuş telefonda konuşuyordu. Devrim ise her zamanki gibi takım elbisesini giymişti, bir yandan kahvesini yudumlarken bir yandan saatine bakıp duruyordu.
“Nasıl oldun bu arada?” diye sordu.
“Nasıl yani?” dedim.
“Dün akşam kötü gibiydin biraz...” diye mırıldandı gözlerini bana çevirerek, “Lavabodan çıktıktan sonra...”
“Ha o mu?” dedim gülümsemeye çalışarak, “Kolay zamanlardan geçmiyorum, biliyorsun. Bir de benim vücudum alkole alışık değildir. Biraz içince dağıldım sanırım.”
Devrim’in yüzünde garip, şefkatli bir ifade gördüm o an.
“Umarım yalnızca ondandır,” dedi, “Ayrıca dün şahit olduğun olay için de kusura bakma demek istedim.” diye devam etti ve ekledi, “Lale olayı için...”
“Önemli değil,” dedim, “Çok hatırlamıyorum bile.”
Devrim güldü.
“Kısa bir fırtına estirip gitti zaten,” dedi, “Hatırlamaya değer bir an değildi.”
Başımı salladım.
“Umarım gönlünü alabilirsiniz ama.” dedim. Devrim bir an durup kaşlarını çattı ve konuyu umursamadan söylediğim başka bir şeye odaklandı.
“Bana sen diyebilirsin.” dedi, “Kararsızlık yaşıyorsun. Bazen sen diyorsun bazen siz diyorsun. Siz diye hitap etmene gerek yok bana Eliz.”
O ana kadar bunu fark etmemiştim bile.
“İnsan ne diyeceğini bilemiyor ki,” dedim gözlerimi elimdeki çay fincanına çevirerek, “Sizi... Yani seni hem tanımıyorum hem de tanıyor gibiyim. Karmakarışık bir durum.”
“Sen diyeceğin kadar tanıyorsun bence beni.” dedi.
“Belki de.” dedim, “Nişanlınla kavgana bile şahit oldum gerçi, daha samimi olamazdık herhalde.”
Ben niye her konuyu bu nişanlılık meselesine getirmeye çalışıyordum bugün? Bunu farkında olmadan yaptığıma yemin edebilirdim! Söyler söylemez hızlı bir pişmanlık duygusu yaşadım ama artık çok geçti.
“Şahit olmanı istemezdim,” dedi Devrim, “Bizimkiler alıştı artık, arada yaşıyoruz bunu. Klasik ilişki dinamikleri işte. Bilirsin, belki sen de şeyle öyleydin... Erkek arkadaşınla?”
Yüz ifadesi sorar gibiydi. Gözlerimi kısıp anlam vermeye çalışarak yüzüne baktım. Neredeyse arkadaş olup ilişkilerle ilgili dertleşmeye başlayacaktık.
“Erkek arkadaşım yok benim.” dedim.
Devrim’in kaşları belli belirsiz kalktı. Şaşırmış gibiydi.
“Sevindim.” dedi bir anda, sonra hızlıca düzeltti, “Sevindim derken yanlış anlama. Erkek arkadaşın olsaydı bu durum iyice zorlaşırdı senin için. O yüzden sevindim yani.”
Başımı salladım.
“Aynen öyle,” dedim, “Zaten her şey yeterince zor. Bir de aşk acısı çekemezdim.”
Kısa bir sessizlik oldu. Devrim bir kez daha saate baktı ve kahvesinden bir yudum daha aldı. Sanki tam kalkacaktı da aklındaki bir şey onu kalmaya itmiş gibi bana baktı.
“Ben aslında şey sanıyordum...” dedi.
“Ne sanıyordunuz? Yani pardon... Ne sanıyordun?”
“Arkadaşlarının yanındaki çocuğu erkek arkadaşın sanıyordum,” dedi bir anda, “İsmi Gurur’du sanırım.”
Bunu gerçekten de merak mı etmişti? Hayatımla ilgili her şeyi öğrenmiş ama bunu öğrenememiş miydi?
“Hayır, değil.” dedim, “Yani tüm bunlar yaşanmasaydı olabilirdi belki... Ama olamadı.”
Kısa bir sessizlik daha oldu. Söylediğim şey Devrim’i düşünmeye itmiş gibiydi. Beni de düşünmeye itmişti aslında. Gurur her aklıma geldiğinde kalbim gerçekleşebilecekken gerçekleşememiş güzel ihtimallerin hayal kırıklığı ile doluyordu.
“Belki bir gün olur.” dedi Devrim.
“Sanmıyorum.” diye mırıldandığımda gözlerimin dolduğunu hissettim.
Devrim üzüldüğümü fark etmişti ve gözlerime bakmayı bırakmıştı.
Ben gözyaşlarımı gizlemek için kafamı çay fincanıma eğmişken o elindeki kahve kupasını yavaşça masaya bıraktı. Oya Abla’nın ayak sesleri geri dönüyordu ama Devrim kalkmak için acele etmiyordu.
“Merak etme,” dedi kısık sesle, söylediklerini bize yaklaşan Doktor Oya’nın veya bir başkasının duymasını istemiyormuş gibiydi, “Hayatını geri alabilmen için yardım edeceğim sana Eliz. Güven bana.”
Başımı yavaşça kaldırdım. Gözlerimiz buluştuğunda içimde bir şey sarsıldı. Onunla ilk defa bu kadar dürüst, bu kadar sahici bir konuşma yaşıyorduk sanki. Ama bu söyledikleri gerçeklikten uzak bir rüya gibiydi. Ben bir daha asla bir hayatım olabileceğine inanmıyordum artık.
Ona ne cevap vereceğimi bilemeden gözlerimi kaçırdım.
O sırada Oya Abla döndü. Telefonunu cebine koyarken eski neşesi yüzünde yeniden beliriverdi.
“Kusura bakmayın,” dedi, “Birkaç medikal eksik vardı da evde, onları aldırıyordum...”
Devrim birden ayağa kalktı.
“Ben çıkıyorum,” dedi, “Size afiyet olsun.”
Son bir kez bana baktı, sonra da arkasını dönüp uzaklaştı.
Ben ise yalnızca oturup arkasından bakabildim. Garip bir şekilde sözleri bana güven vermişti ama inanç eksikti içimde. Hayatımı kurtarmıştı evet ama bana hayatımı geri verebileceğine inanmıyordum. İçimde hala çözülememiş bir sürü düğüm vardı. Bu evin içinde sıkışıp kalmıştım sanki ama en çok da kendi içimde sıkışıp kalmıştım. Her geçen dakika bu ev bana gerçeklikten daha da uzak ve bir o kadar da tehlikeli bir masal konutu gibi gelmeye başlıyordu.
Günün geri kalanını her zamanki gibi odamda geçirdim. Perdeleri kapatıp ışığı kısmıştım. Dış dünyayla bağımı koparmak istiyordum yine. Zaten bahçede birkaç saat geçirmek de pek işime yaramamıştı, oradan nasıl çıkabileceğime dair hiçbir açık çarpmamıştı gözüme. Elime kumandayı alıp rastgele kanallar arasında dolaşmaya başladım. Önce birkaç magazin haberi, sonra eski bir dizi... Sonra ise dönüp dolaşıp haber kanallarında buldum kendimi. Televizyon ekranında kırmızı bantlı bir alt yazı geçiyordu.
“ABD Başkanı Trump kritik güvenlik zirvesi için bugün Türkiye’de!”
Ekranda İstanbul’dan canlı yayın yapan bir muhabir belirdi. Arkasına boğazı almış üzerinden uçan bir helikopter görüntüsüyle birlikte konuşuyordu. Muhabir bu ziyaretin oldukça ani olduğunu, Amerikan Başkanlık uçağının sabah saatlerinde indiğini ve görüşmelerin “kapalı kapılar ardında” yapılacağını söylüyordu.
Bir başka kanalda ise aynı konu ile ilgili başka bir başlık atılmıştı.
“Ankara’da üst düzey güvenlik önlemleri — Kriz masası oluşturuldu.”
Kumandayı kenara koydum ve ekranı öylece izlemeye devam ettim ama gördüklerim zihnimin içindeki karışıklığı dağıtmıyordu. Hangi kanalı açsam konu aynıydı, henüz ne adamın öldüğünü doğrulayabilmişlerdi ne de hala yaşadığına dair herhangi bir ipucu bulabilmişlerdi. Bu haberler bana gerçek dünyanın hala var olduğunu hatırlatıyordu ama sanki ben artık o dünyaya dahil değilmişim gibiydi. Ben bu evde, bu duvarların arasında kilitli kalmıştım. Bu kadar karmaşanın ortasında benim hikayem kimsenin umurunda olamazdı. Acaba Umut, Gurur, Seren ve Leyla haberleri izlerken bu olayı benim kaybımla bağdaştırmaya çalışmışlar mıydı? Kimin aklına gelirdi ki benim ortadan kaybolmamın Amerikalı bir diplomatın ortadan kaybolması ile alakalı olacağı?
Televizyonun loş ışığında göz kapaklarım ağırlaştı, ne zaman uykuya daldım bilmiyordum. Kendimden geçmişim. Ne bir rüya hatırlıyordum, ne de saatin kaç olduğuna dair bir farkındalığım vardı.
Kapının tıklatıldığını duyduğumda birden yerimden sıçradım. Televizyon hala açıktı ve aynı haberler dönüp dururken saatin akşam 21.05 olduğunu gördüm. Üzerimi örtmeyi unutmuş ve uyurken üşümüş olmalıydım. Uyandığımda boğazım kurumuştu ve kafam hala uykunun ağırlığıyla karmakarışıktı.
Yavaşça kalkıp kapıya yürüdüm ve kapıyı sessizce aralayıp uykulu gözlerle baktım.
Gelenler beklenmedik iki isimdi. Deha ve Demir.
Kapının önünde elleri ceplerinde bekliyorlardı. Deha her zamanki gibi kocaman bir gülümsemeyle, Demir ise daha ciddi ama saygılı bir ifadeyle duruyordu.
“Selam,” dedi Deha, “Rahatsız etmiyoruzdur umarım?”
Başımı salladım.
“Yok, hayır...” dedim, “Uyuyakalmışım.”
“Fark ettik zaten,” dedi Demir hafifçe gülümseyerek, “İçerisi çok sessizdi.”
“Biz sadece... şey dedik,” diye devam etti Deha, “Evdeki herkes birkaç günlüğüne yazlığa geçti, biz kaldık burada. Devrim abim de Ömer’le bir toplantıda, geç geleceklermiş. Senin de sıkılmış olabileceğini düşündük. Salona geçip bir şeyler atıştırıp bir film filan izleriz diye düşündük. Gelmek ister misin?”
Bir an duraksadım. Yalnız kalmakla yalnız hissetmek arasındaki farkı o an çok net hissettim. Odama ve yatağıma dönsem yapabileceğim tek şey uyumaya devam etmek olacaktı, bu odada başka türlü zaman geçiremiyordum artık ve belki de birkaç saatliğine bile olsa kafamın içinden çıkabilmek için bu teklife ihtiyacım vardı.
“Tamam,” dedim, “Geleyim. Bir saniye.”
İçeri girip kapıyı kapattım ve üzerimi hızlıca değiştirip sabah bahçeye çıkarken giydiğim kıyafetleri üstüme geçirip kapıya döndüm.
“Oya Abla yok mu?” diye sordum.
“Az önce uyudu o.” dedi Demir, “Ya da bizden kaçmak için uyuyacağım demiş de olabilir. Kafasını şişirdik biraz, muhtemelen odasında keyif yapıyordur şimdi.”
Gülümsedim. Birlikte merdivenleri inip evin uzun alt koridorundan geçtikten sonra bir antreyi daha geçip ikinci bir koridora girdik.
“Bu evde kaç tane salon var?” diye sordum merakla.
“Çok,” dedi Deha, “Salonlardan birinde hiç tanımadığımız bir aile yaşıyor bile olabilir, bir kapıyı açsam ve içinden tamamen yabancı bir aile çıksa şaşırmam.”
“Onlar şaşırabilir ama...” dedim gülerek, “Basıldıklarına yani.”
Gülerek son bir koridordan geçtikten sonra nihayet büyük camlı ahşap kapıların ardındaki devasa salona ulaştık. Biz içeri girdiğimizde yardımcılardan biri koltuklar ve televizyonun arasında kalan orta sehpaya atıştırmalıkları dizmekle meşguldü. Orta sehpada çerezler, cipsler, çeşit çeşit içecekler ve meyveler vardı. Televizyonda ise Aşk-ı Memnu’nun tekrar bölümlerinden biri açıktı. Televizyonu görünce kendimi tutamayıp güldüm ve Deha ile Demir üçlü koltuğa yerleşirken ben hemen yanındaki ikili koltuğa geçtim.
“Bu bölüm kaçıncı kez yayınlanıyor bilmiyorum,” dedi Deha, televizyonu işaret ederek. “Ama her defasında Behlül’ün yalanlarını yeni duymuş gibi sinirleniyorum.”
“Ben de her izlediğimde Bihter ve Behlül yakalanacak diye bekliyorum sanki daha önce izlememişim gibi.” dedim gülerek.
Demir bir avuç kuruyemiş aldı, ağzına atmadan önce konuşmaya başladı, “Ya ben çocukken hep böyle evlerde yaşamak isterdim. Kocaman salon, kristal avizeler, kadife perdeler... Ama içinde yaşayan herkes sorunlu olacak tabii, aksi halde gerçek bir aile dramasına dönüşmez.”
Durdum ve imalı gözlerle içinde bulunduğumuz salona baktım. Deha ne düşündüğümü anlayınca büyük bir kahkaha attı.
“Doğru,” dedi Demir, “Baya baya hayalimi yaşıyorum!”
“Gerçi bizim dramlarımız biraz daha şey,” dedi Deha, “Daha tehlikeli bir kategoride.”
Demir bacak bacak üstüne attı ve uzaktan televizyona bakarken ses tonunu düşürdü.
“Ev sadece biz varken daha huzurlu oluyor,” dedi, “Şimdi araları bozuk diye Lale ile annesi gelmiyor bir süredir, kafa dinliyoruz.”
Deha kaşlarını kaldırdı.
“Oğlum o senin yengen, yengen!” dedi diziye gönderme yaparak, “İnsan yengesinden neden nefret eder ki?”
“Bizden uzak olsun,” dedi Demir, “Şimdi burada olsa hemen dahil olmaya çalışırdı etkinliğimize, bir dakika susmazdı.”
Gözlerimi kaçırdım, onlarla yengelerinin dedikodusunu yapacak değildim elbette. Tam o sırada televizyonda Bihter, Nihal’e bağırmaya başlamıştı. O sahneyi bilmem kaçıncı izleyişimdi ve replikleri neredeyse ezbere biliyordum.
Demir’in bana bir kase kuruyemiş uzattığını görünce gülümseyerek eğildim.
“Ne içersin?” diye sordu.
“Soda alacağım sadece.” diyerek eğildim ve sehpadaki sade soda şişelerinden birini aldım.
“Ah, dur!” dedi Deha gülerek telefonuna baktığı sırada, “Dün sana bahsettiğimiz şey vardı ya...”
Kaşlarımı çattım, “Neydi?” diye sordum merakla.
“Çocukluk fotoğraflarımız.” dedi Deha, gülerek yanıma geldi ve telefonunu bana uzattı, fotoğraflar ekranda açıktı. Demir ise yan koltukta gözlerini devirmiş oturuyordu.
“Gerek var mıydı cidden?” diye sordu Deha’ya.
“Kız eğlensin biraz ya, kaç gündür sıkılıyor o odada.”
Başımı kaldırıp soran gözlerle Demir’e baktım.
“Sorun olacaksa bakmayabilirim.” dedim. Demir anlayışla başını salladı.
“Bak ya,” dedi, “Bak sırf sen sıkılıyorsun diye kendimizi feda ediyoruz ha!”
“Teşekkür ederim!” dedim kıkırdayarak ve fotoğraflardan ilkine tıklayarak bakmaya başladım.
İlk fotoğrafa bakar bakmaz gülmemi tutamadım. İkisi de üç yaşlarında filan olmalıydı. Aynı renk kısa şortlar, beyaz tişörtler ve kafalarında minik fötr şapkalar. Hatta şapkaların üstünde minik güneş gözlükleri bile vardı. Aynı açıdan poz vermişlerdi ve suratları olabildiğince asıktı.
“Niye bu kadar ciddisiniz peki?” diye sordum gülerek.
“Kovboy olmak ciddi bir iştir,” dedi Deha, sonra ekledi, “O fotoğraf bizim ilk yurtdışı seyahatimizden. Bodrum Marina.”
“Yurtdışı mı?” dedim gülerek, “Bodrum Marina?”
Demir başını yana eğdi ve Deha’ya baktı.
“Çok turist olduğu için Devrim abim kandırmıştı bizi,” dedi Deha, “Yurtdışı sanıyorduk Bodrum’u.”
Kendimi tutamayıp ufak bir kahkaha attım ve ikinci fotoğrafa geçtim. Bu sefer ikisi de gömlek-papyon takımı giymişti. Deha’nın gömleği fırfırlıydı, Demir’inki daha düzdü ama papyonları aynıydı. Yine omuz omuza vermişlerdi, yüzlerinde ise yine aynı ciddi ifade vardı.
“Bunu annem çerçeveletmişti,” dedi Demir, “Salonda üç yıl kadar durdu. O yüzden suratlarımıza yer etmiş bu gerginlik.”
“Bence gayet iyi çıkmışsınız,” dedim sahte bir ciddiyetle, “Ama sanki biraz da... ‘Bizi buradan kurtarın’ diye haykırıyormuşsunuz gibi.”
“İçimizden haykırıyorduk zaten.” dedi Deha.
Üçüncü fotoğrafı açar açmaz kahkahamı tutamadım. Devasa süslenmiş bir duvarın üzerinde rengarenk harflerle aynen şu kelimeler yazıyordu : “DEHA VE DEVA İKİZLERİN SÜNNET DÜĞÜNÜ”
Yazının altında iki sandalyede oturan iki küçük çocuk, ikisi de beyaz sünnet kıyafetleriyle ve yine aynı ciddiyetle birbirlerine bakıyorlardı. İkisi de ellerinde asa gibi bir şey tutuyorlardı ama suratları kıpkırmızıydı.
“Peki bu...” dedim, “Birbirinize bakmanızın özel bir sebebi var mı?” dedim gözlerimden yaş gelerek.
Demir sıkıntılı bir nefes aldı.
“Bu fotoğraf bir travmadır,” dedi, “Ben o pelerini bugün bile hatırlıyorum. Yemin ediyorum belime kadar kaşındırıyordu.”
“Bence çok tatlı görünüyorsunuz,” dedim, “Acınız yüzünüze yansımış!”
Bir sonraki fotoğrafta ise onlardan yalnızca birkaç yaş büyük olduğu her halinden belli olan bir çocuk siyah bir gömlek ve siyah pantolonu ile aralarında durmuş kameraya bakıyordu.
“Bu Devrim mi?” diye sordum merakla.
“Evet,” dedi Deha, “Her halinden anlaşılıyor değil mi?”
Gülerek başımı salladım.
“Biz onun maskotları gibiydik,” dedi Demir, “Ne söylese inanıyorduk, o gün bize vaftiz edildiğimizi ve bunun da vaftiz törenimiz olduğunu söylemişti. Bu salak da ben Hristiyan olmak istemiyorum diye iki saat boyunca ağlamıştı.”
Artık gülmekten nefes alamıyordum. Fotoğraflara bakmaya devam ederken her fotoğraf giderek daha da komikleşiyordu. İkisini yıllar boyunca birebir aynı kişilermiş gibi yaşatmışlardı resmen! Sanki kardeş değiller de klonlarmış gibi!
Tam o sırada televizyonda Bihter gözyaşları içinde yatakta otururken arka fonda melodramatik bir müzik yükseldi. Bizim kahkahalarımız ise müzikle o kadar tezattı ki Demir kendini tutamayıp konuyu değiştirdi.
“Diziye saygısızlık ediyoruz ama,” dedi Demir, “Bihter ağlarken biz gülüyoruz burada.”
“Ya bırak,” dedi Deha, “Eliz’e sünnet fotoğrafı gösteriyorum şu an, Türk televizyon tarihinde bundan daha önemli bir olay olamaz."
Gülerek fotoğrafların sonuna geldiğimde fotoğrafları aşabilmiş değildim.
“Sanırım ben de Demir’in yerinde olsam ben de böyle bir çocukluktan sonra ismimi değiştirmek isterdim.” diye mırıldandım.
“Bana kalsa böyle devam ederdik,” dedi Deha, “Şu an bile aynı kıyafetleri giyip DEHA VE DEVA İKİZLER olarak dolaşmaya varım ben.”
Dalga geçtiği her halinden belliydi. Deha tam telefonundaki galeri bölümünü kapatmış ve sosyal medya hesaplarından birine girmişti ki aklıma gelen bir düşünce ile gülüşüm yerini tereddütlü bir ifadeye bıraktı. Deha’nın kendi koltuğuna geçmek için hareketlendiğini görünce merakla sordum.
“Dehe senden bir şey isteyebilir miyim?” Bana kaşlarını çatarak baktı.
“Tabi,” dedi, “Yapabileceğim bir şeyse...”
Önce tereddütle boğazımı temizledim ve etrafıma bakındım. Ondan bir şey isteyip onu da zor durumda bırakmak istemiyordum ama şansımı denemekten başka çarem yoktu.
“Arkadaşlarımla görüşemiyorum biliyorsunuz... Sayenizde dün ilk kez onları gördüm ama ne yakından görebildim ne de onlar hakkında bir şey öğrenebildim.”
Deha da Demir de onlardan istemek üzere olacağım şeyin ne olacağına dair korku dolu bakışlarla bakıyorlardı yüzüme.
“O kadar büyük bir şey değil merak etmeyin,” dedim gülerek, “Sadece sosyal medya hesaplarına bakmak istiyorum. Yani sizin gözetiminizde bakarım merak etmeyin. Kimseye bir şey yazmam. Sizin hesaplarınızdan bakacağım zaten. Hatta benim telefonu elime almama bile gerek yok, sen göstersen de olur.”
Deha’nın bakışları Demir’in bakışlarıyla buluştu. Tereddütlü oldukları belliydi ve bu ricamı kabul etmezlerse de onları anlardım ama kabul etmelerini her şeyden çok istiyordum. Demir daha tereddütlü bakıyor olsa da Deha anlık bir kararla başını bana çevirdi.
“Tamam,” dedi, “Sen kullanıcı isimlerini bana söyle, beraber bakalım.”
O an o kadar rahatlamış, o kadar heyecanlanmıştım ki neredeyse sarılacaktım ona. Başımı sallayıp heyecanla kullanıcı isimlerini hatırlamaya çalıştım.
“Seren...” dedim, “Seren yazıp şu işaretten koyacaksın... Ama iki tane n harfi var. Evet. Hah, şu hesap onunki!”
Deha benim heyecanla gösterdiğim sosyal medya hesabına tıklar tıklamaz Seren’in karşıma çıkan fotoğrafları ile gözlerim anında doldu. Titrek bir nefes aldığım sırada Deha Seren’in profilinde geziyordu.
“Seni paylaşmışlar.” dedi ve beni Galata Kulesinin önünde kahve içerken çektikleri fotoğrafımı açtı.
Gözlerim fotoğrafın altındaki açıklamaya kaydı. Bu fotoğrafı benim kayboluşumdan bir gün sonra paylaşmışlardı.
“Canımız arkadaşımız Eliz Sonay dün gece birlikte katıldığımız festival alanından nöbetçi eczane aramak üzere ayrıldı ve bir daha kendisinden haber alamadık. Görenlerin fotoğraftaki iletişim numaralarından bizimle veya polisle irtibata geçmelerini rica ediyoruz.”
Hüzünle burnumu çektim. Fotoğrafın altında yüzlerce yorum vardı.
“Yorumlara tıklayayım mı?” diye sordu Deha.
“Hayır,” dedim başımı sallayarak, “Başka bir şey paylaşmamış mı benden sonra?”
Deha fotoğrafımdan çıkıp bir kez daha Seren’in profiline girdi ve en son paylaşılan fotoğrafın üzerine geldi.
“Kedi fotoğrafı paylaşmış.” dedi.
Tıkladığı fotoğraf Adnan’ın fotoğrafıydı. Gözlerim onun o siyah beyaz güzel tüylerinde gezinirken dolu dolu gülümsedim.
“Adnan bu,” dedim, “Bizim kedimiz.”
“Adnan mı?” dedi Deha gülümseyerek, “Sakın Aşk-ı Memnu’dan ilham aldık deme!”
Dolu gözlerime rağmen hüzünle gülerek başımı salladım.
“Kediye de bunu yapmazsınız ama ya!” dedi Deha.
O sırada burnumu çekip fotoğrafa döndüm.
“Aşağı insene,” dedim, “Ne zaman paylaşmış, ne yazmış?”
Deha hemen fotoğrafı kaydırdı.
“Bu akşam paylaşılmış,” dedi, “Tesadüfe bak. Bir saat olmuş henüz. Açıklamada ne yazıyor bakalım.”
Deha ekranı fotoğrafın açıklama kısmına doğru kaydırdığı an içime doğan huzursuzluk hissi ile gözlerimi ekrana çevirdim. Ben cümleleri okumaya çalışırken Deha benden önce okumuş ve endişeyle bana dönmüştü.
“Kedimiz Adnan bu akşam saatlerinde açık unuttuğumuz bir camdan kaçtı. Fotoğrafta kaçtığı evin adresi bulunmaktadır. Kendisi erkek ve kısır, boynunda siyah bir tasması var, görenler bu numaradan bize ulaşsın lütfen!!!”
Kalbimin durduğunu hissettim o an. Ben şok içinde ekrana bakarken Deha anında ekranı kapattı.
“Ne oldu lan?” diye sordu Demir endişeyle, “Bir şey mi olmuş?”
Şoktaydım, nefesimi tutmuş öylece çaresizce Deha’nın yüzüne bakıyordum. Anlamıştım ama. Adnan’ın yüzünü o fotoğrafta gördüğüm an hissetmiştim bunu. Belki de benim bu akşam bunu görmem gerekiyordu, belki de o yüzden sosyal medya hesaplarına bakmak istemiştim, tamamen kaderdi bu!
Adnan bizim her birimizin çocuğu gibiydi ve hayatımız boyunca hiç kaçıp gitmemişti evden, hiçbir zaman kaybolmamıştı. Belki de beni aramak için çıkmıştı şimdi. Delirmek üzereydim. Elim kalbimde öylece kalakalmıştım.
“Kedileri kaçmış.” dedi Deha, “Şimdi bahsettiğimiz kedi, Adnan. Eliz’in arkadaşı Seren kayıp paylaşımı yapmış bir saat önce.”
“Haydaa!” dedi Demir, “Kızın hesabı kayıp ilan panosuna dönmüş, yazık ama!”
“Ciddi bir konu bu salak,” dedi Deha, “Arkadaşlarının öldüğünü düşünüyorlar, kedileri de ortada yok.”
“Tamam ben de bir şey demedim ki, Eliz iyi misin?” Demir oturduğu koltuktan kalkıp endişeyle başıma geldiğinde yalnızca çaresizce ağlıyordum.
Bir şeyler yapmak zorunda olduğumu biliyordum, sorumluluğunu beraber aldığımız bir canlı ortadan kaybolmuştu ve ben bunun tüm yükünü arkadaşlarıma bırakamazdım. Üstelik Adnan’ı aramaya gitmesem bunun vicdan azabıyla nasıl yaşardım?
“Sizden...” dedim çaresizce, “Bir şey daha isteyebilir miyim?”
Deha ve Demir tereddütle birbirlerine baktılar. Ne isteyeceğimi anlamış gibilerdi. Demir Deha’ya kaşlarını kaldırırken Deha başını eğdi.
“Sen...” diye mırıldandı Deha, “Odana dönsen ve biz gidip arkadaşlarına yardım etsek, bu seni mutlu eder mi?”
Başımı “hayır” der gibi salladım dolu gözlerimle.
“Lütfen,” dedim, “Yalvarıyorum, izin verin ben de geleyim. Benimle büyüdü Adnan, belki de beni aramaya çıktı. Onu aramaya gitmezsem vicdan azabından ölürüm ben.”
Demir endişeyle kolundaki saate baktı.
“Devrim abim bizi öldürür.” dedi.
“Ama daha gelmesine var,” dedi Deha, “Hem gelince Eliz’in odasına gidecek hali yok ya, anlamaz bile.”
“İyi de amaç Eliz’i gizleyip korumak değil mi? Bunu yaparsak sana iyilik yapmış olmayız Eliz.” dedi Demir.
“Peruk var!” dedim çaresizce, “Gözlük de duruyor. Oya Ablanın odasından maske de alırım. Tüm yüzüm kapanır o şekilde, söz veriyorum kimseye görünmem.”
Deha ve Demir’in bakışmaları devam ederken sabırsızca ayağa kalktım.
“Lütfen,” dedim, “Hemen gidip hazırlanıp gelirim. İçimden bir ses ben gidersem Adnan’ın hemen ortaya çıkacağını söylüyor. Gidip onu bulup gelelim, lütfen!”
Kısa bir sessizlik oldu. Koskoca salonda yalnızca üçümüzdük ve televizyon dışında tek bir çıt sesi bile yoktu. Sonunda sessizliği bozan Demir oldu.
“Tamam,” dedi, “Ama iki saat içinde gidip döneceğiz.”
“Tamam!” dedim telaşla ve heyecanla.
Salondan birlikte çıktık. Hızlıca tüm koridor ve merdivenleri aştıktan sonra odama geçtik. Deha maske almak için Oya Abla’nın odasına geçerken Demir beni kapıda bekliyordu. Ben de olabildiğince hızlı bir şekilde peruğu ve gözlüğü kafama geçirip koşar adam çıktım odadan.
“Bunu kimse bilmeyecek,” dedi Demir, “Oya Abla da bilmeyecek. Kimse.”
“Tamam,” dedim, “Adnan’ı bulalım de sonra yemin ederim bir daha hiçbir şey istemem sizden!”
“O zaman ‘Operasyon : A’ başlasın!” dedi Deha.
“Ne operasyonu oğlum ya salak salak konuşma kızın evcil hayvanı kaybolmuş sen ne diyorsun.”
“Ne bileyim olayı biraz büyütürsek daha başarılı oluruz gibi hissettim. Ayrıca aşağıda arkadaşının profiline kayıp ilan panosu diyen kimdi acaba?”
Deha ve Demir didişirken evin çıkışına doğru ilerliyorduk. Ben nereye hangi yollardan gittiğimize bile bakmıyordum, aklım tamamen Adnan’daydı. Sokakta gidebileceği, saklanabileceği yerleri düşünüp duruyordum. Yine bir milyon tane koridordan ve bir sürü büyük kapılardan geçtikten sonra asansörle kapalı bir otoparka indik. Deha’nın bana uzattığı maskeyi sorgulamadan yüzüme taktım ve o ikisi ön koltuklara otururken hızla arka koltuğa geçtim.
“Kaç dakika gösteriyor yol?” diye sordum, “Trafik var mı?”
“Yok,” dedi Demir, “Şansımıza yollar açık. Yirmi dakikaya orada oluruz, merak etme. Ama bak şimdi,” dedi ciddi bir tonla, “Oraya varınca biz inip bir bakalım, ilanınızı gördük buralardaydık biz de arayalım dedik deriz. Bir soralım bakalım Seren’ler ne yapıyor, bir ihtiyaçları var mı. Sen arabada kal. Duruma göre bakarız.”
“Tamam,” dedim başımı sallayarak. “Oraya bir gidelim de...”
Nihayet sokağa ulaştığımızda Demir arabayı apartmanın birkaç metre ötesine yavaşça park etti. Camlar hafif buğuluydu. Farlar kapandığında etraf daha da karanlıkla oldu ama Seren, Leyla, Umut, Gurur ve yanlarındaki birkaç kişiyi daha görebiliyordum buradan. İçim onları görünce daha da sızladı, elimin kolumun bağlı olması canımı o kadar yakmıştı ki kendimi hiç bu kadar güçsüz hissetmemiştim.
Deha ve Demir birlikte arabadan inip kaldırıma yöneldiler. Bense arka koltukta kıpırdamadan oturuyordum, ikizlerin Seren ve diğerlerinin yanına doğru yürüyüşünü izliyordum öylece.
Seren’in sesi havada hafif bir telaşla çınlıyordu.
“Cam nasıl açık kalmış bilmiyordum daha önce hiç olmadı böyle bir şey!” diyordu telaşla.
Leyla, Umut ve Gurur da oradaydı. Hepsi binanın önünde bir araya toplanmıştı, telefonlarına bakıyor, birbirlerine bir şeyler anlatıyorlardı. Deha ile Demir hemen yanlarına vardığında Seren hiç tereddüt etmeden onlara dönüp bir şeyler anlatmaya başladı, elindeki telefonu gösteriyordu sanırım. Leyla başını sallayıp etrafa bakıyordu. Umut sokağın girişine yönelmiş, gözleriyle karanlığı tarıyordu. Gurur ise olduğu yere çömelmiş, yere bırakılmış bir mama kabına mama dolduruyordu.
Kalbim acıdı. Ne kadar uzaktaydım onlara. Ne kadar uzaktaydım olmam gereken yere. Bir cam, bir sokak, bir hayat kadar uzaktaydım onlara.
Gözlerim dolmuştu ama onları daha net görebilmek için hafifçe cama yaklaştım. Ve tam o anda, gözüm bir yan sokağın ucundaki arsaya kaydı.
Karanlığın ve sessizliğin ortasında bir şey kıpırdar gibi oldu. Beyazlı, silik bir gölge. Küçük, tanıdık, sessiz bir silüetti gözüme çarpan.
Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi.
“Eliz… sakın…” dedim kendime fısıldayarak. Ama çok geçti.
Kapıyı yavaşça açtım, kapının kilitli olmaması beni şaşırtırken tereddüt etmeden indim arabadan. Gözlük, maske ve peruk hala yerindeydi ama mantığım çoktan yerinden uçup gitmişti. Umurumda da değildi. Sevdiklerim uğruna mantıksız şeyler yapmaya da vardım ben. Arabadan indim ve usulca o sokağa doğru yöneldim. Ayak seslerimi kısmaya çalışarak yürüyordum ama kalbimin gürültüsünü bastıramıyordum.
Arsaya vardığımda o karartı bir duvarın arkasına kıvrılmıştı. Ne olduğunu, hatta kedi mi yoksa bir köpek mi olduğunu bile görememiştim tam olarak ama bana kalırsa Adnan’a benziyordu çünkü az önce karanlıkta siyah-beyaz tüyler gördüğüme emin gibiydim. Bir umutla peşine düştüm o karartının.
Peşine düştüğüm o karartı da sanki beni tanıyormuş gibi benden ürkmüyor ama yine de hep birkaç adım ötemde kalıyordu ve her nasılsa hep benden hızlı ilerliyordu. Birlikte bir sokağı geçtik. Sonra bir başka köşeyi döndük. Sonra dar bir ara geçitten bir arka caddeye geçtik. Bunun bir kedi olduğuna emindim artık ama o kadar hızlıydı ve etraf o kadar karanlıktı ki Adnan olup olmadığını seçemiyordum işte.
O kadar çok sokağı yürüdüm ki kaç sokak geçtiğimi hatırlamıyordum artık.
Nefes nefese kalmıştım ama durmadım. Belki de rastgele bir kediyi takip ediyordum ama umurumda değildi. Çevreme hiç bakmamıştım, neredeyim bilmiyordum, tek bildiğim, önümde giden o küçük siyahlı beyazlı karartının Adnan olabileceğiydi.
Sonunda bir başka küçük meydana çıkmışken kediyi gözden kaybettim. Ben hayal kırıklığı ve telaş içinde etrafıma bakınırken gözlerim çöp kutularının dibini taramaya başladı ve bir kedinin bir dizi karton kutunun arasından sıyrılıp çıktığını gördüm. Kedi başını kaldırdı, gözleri yüzüne vuran sokak lambası ile aydınlandı ve o an hiçbir şüphem kalmadı.
“Adnan…” dedim kısık ve titrek bir sesle.
Kedi durdu. Başını hafifçe yana eğdi. Sonra kulaklarını dikti, gözleri bana odaklandı.
“Adnan, benim,” dedim bu kez biraz daha yüksek, biraz daha duygulu bir sesle, “Ben!”
Beni tanımış gibiydi. O an hayatımın en unutamayacağım anı olabilirdi. Maskenin ve gözlüklerin arkasında hüngür hüngür ağlıyor ve yere eğilmiş bir halde Adnan’ın küçük patileriyle bana doğru gelmesini izliyordum. Adnan birkaç adım attı önce, sonra yine durdu. Ve sonra... sonra bana doğru koşmaya başladı.
Dizlerimin üstüne iyice çöküp yere oturdum, maskeyi çeneme kadar indirdim. Gözlüğüm gözyaşlarımla ıslanmıştı ama o an hiçbiri umurumda değildi. Adnan kucağıma atladığında gözyaşlarım kontrolden çıkmıştı artık.
Miyavlıyordu, patilerini bana uzatıp yüzüme dokunmaya çalışıyordu sanki.
Şu an bu dünya üzerinde benden daha mutlu herhangi bir insan daha olamazdı.
Bulmuştum onu. Ya da o beni bulmuştu...
-
-
-
(YAZARIN ANLATIMIYLA)
Zaman bazen insanın en büyük düşmanı olur. Sessizce geçer ve arkasında yalnızca fark edilmeyen kayıplar bırakır. Deha ve Demir, Seren, Leyla, Umut ve Gurur’a yardım ederek sokak sokak gezerken arabada bıraktıkları Eliz’in güvende olduğuna eminlerdi. Ellerinde telefon ışığıyla çöp kutularının kenarlarına, duvar diplerine, park aralarına baktılar. Zamanın nasıl geçtiğini fark bile etmemişlerdi. Ancak Demir’in telefonu çaldığında, saatlerin onlar için değil, başkası için aktığını anlamışlardı. Ekranda "Devrim Ali Yöner" yazıyordu. Birbirlerine baktılar.
“Anladı mı acaba?” diye sordu Deha.
“Şimdi s*çtık işte al bak.” dedi Demir ve verdiği sıkıntılı bir nefesle telefona istemeye istemeye cevap verdiğinde telefondan yükselen ses gecenin soğuğundan daha ürperticiydi.
“Eliz nerede?”
Ne bir selam, ne başka bir şey. Sadece öfke vardı Devrim’in sesinde. Soğuk, buz gibi bir öfke.
“Abi, odasındadır... Yani... Biz nereden bilelim ki?”
“Konum at Deva.” dedi Devrim sadece. Başka hiçbir şey söylemedi.
Devrim’in sesi sanki boğazına sarılmıştı Demir’in. Cevap bile veremedi ağabeyine. Telefonu kapatıp mahcup bir ifadeyle mesajlaşma uygulamasına girdi ve tereddüt bile etmeden arabanın bulunduğu konumu attı.
“Eliz’in yanına gidelim.” dedi Demir, “Gelene kadar orada bekleyelim.”
“Çok mu sinirli yoksa ÇOK mu?” diye sordu Deha.
“Cevap bile vermeyeceğim sana Deha.”
Fakat gecenin daha da kötüleşeceğinin henüz farkında değillerdi. Yaklaşık yirmi dakikalık bir yürüyüşün ardından arabaya vardıklarında Demir’in ilk yaptığı şey arka kapılardan birini açmak oldu ama bulduğu manzara beklediği gibi değildi.
“Eliz...” dedi Demir korku içinde Deha’ya dönerek, “Eliz yok.”
“Nasıl yok abi?” dedi Deha telaşla.
“Sen bu kapıyı kilitlemedin mi?” dedi Demir öfkeyle.
“Asıl sen kilitlemedin mi?” dedi Deha aynı öfkeyle.
“Allah seni kahretmesin Deha ya! Bu gece buraya gelmeyelim dedim ama sana!”
“Yahu anahtar sende, sende!” dedi Deha, “Ben nasıl kilitleyeyim arabayı?”
Onlar birbirlerini yiyip dururken sisli far ışıklarının arasından tanıdık bir yüz göründü. Devrim’in arabası tam önlerinde durduğunda Ömer arabayı park etmeden indi Devrim. Kardeşlerine selam bile vermeden arabaya doğru büyük adımlarla geldi ve ne ile karşılaşacağını biliyormuş gibi kapıyı açtı, içeri baktı ve hiçbir şey demedi.
Fakat yüzündeki ifade her şeyi anlatıyor gibiydi. Alnında belirginleşen damar ve ter içinde kalan yüzüyle kardeşlerine döndü.
“Nerede?” diye sordu.
Cümlesi bir suçlamadan çok bir korkuyu taşıyordu üzerinde.
Demir bir adım geri çekildi. Deha başını eğdi. İkisi de hiçbir şey söyleyecek durumda değillerdi. Hem mahcup hissediyorlardı hem de Eliz’in başına bir şey gelirse ömürleri boyunca suçlu hissedeceklerini biliyorlardı.
Devrim öfkesini şimdilik içine gömüp ağzına gelen her kelimeyi yuttu. Ömer’in de yanı başlarında bitmesiyle Devrim tekdüze bir sesle emir yağdırmaya başladı.
“Sizinle sonra konuşacağız. Dörde ayrılıyoruz.” dedi, “Bulan beni arasın.”
Kimse lafını ikiletmedi. Dördü de başka yönlere dağılırken o gece o mahallenin her yanında birileri birilerini arıyordu resmen. Leyla, Seren, Umut ve Gurur Adnan’ı; Deha, Demir, Ömer ve Devrim Eliz’i... Eliz ve Adnan ise çoktan birbirlerini bulmuşlardı.
-
-
-
-
(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)
Adnan’ı kucağıma alalı ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. Ayaklarım otomatik olarak ilerliyordu ama nereye gittiğimi, hangi sokağın nerede bittiğini bile fark etmiyordum. Sadece bana tanıdık gelen sokakları ve binaları seçe seçe yönümü belirleyerek yürüyordum. Kollarımda usluca duran Adnan bana dünyanın en güvenli yerindeymişim gibi hissettiriyordu. Kalbim hala biraz hızlı atıyor, ellerim hala biraz titriyordu ama Adnan’ın sakinliği bana da bulaşmış gibiydi. Kendimi uzun zaman sonra ilk kez bu kadar huzurlu hissediyordum.
Başını göğsüme yaslamıştı. Arada bir burnunu hareket ettirip küçük mırıltılar çıkarıyordu ama sesi bile bana bir tür ninni gibi geliyordu. Sokağın loş lambaları altında adımlarımı duyuyordum yalnızca. Arada bir vitrinlerden ya da kapı önlerinden yansıyan sarımsı ışıklar gözüme çarpıyordu ama hangisi ne dükkanıydı, buradan daha önce geçmiş miydim, bilmiyordum.
Yüzümü kaldırdım ve çevredeki apartmanlara baktım. Tanıdık hiçbir şey yoktu. Sokağın ismini gösteren bir tabela bile bulamıyordum. İçimde hafifçe kıpırdayan panik duygusu, Adnan’ın varlığıyla bastırılıyordu. Çünkü onu bulmuştum ve onun güvende olduğunu bilmek bile bana yetiyordu. Bu gece olan her şeye değmişti.
Kimseye haber vermeden çıktığım için biraz suçlu hissediyordum, evet... Deha ve Demir’in beni arabada bulamayınca yaşadıkları telaşı düşünebiliyordum ama başka şansım yoktu. Devrim eve dönmüş müydü acaba? Yokluğumuzu fark etmiş miydi?
Adımlarımı biraz yavaşlattım. Durup bir köşe başına yaslandım ve çevreme daha dikkatli bakmaya çalıştım. Gözüm, uzakta hafifçe kıvrılan bir yola ilişti. Sanki o yol ayrımı gözüme tanıdık gelmiş gibiydi.
“Adnan,” dedim fısıltıyla, “Birlikte yolumuzu bulacağız tamam mı? Merak etme. Ayrıca bir daha sakın evden kaçayım deme bak. Ben iyi olacağım ve bir gün size geri döneceğim zaten, söz veriyorum sana. Şimdilik sadece şeye gittim ben... Misafirliğe. Bir arkadaşıma misafirliğe gittim sadece ama döneceğim. Söz.”
Adnan sadece mırıldandı ve küçük tüylü başıyla daha da sokuldu boynuma. O anda içimde öyle garip bir dinginlik oldu ki... Ne olursa olsun, bir şekilde yolumuzu bulacağımızdan emindim artık.
Yaslandığım duvardan doğrulup yürümeye devam ettim. Adımlarım ağır ama kararlıydı. Adnan hala sakince kucağımda duruyordu. Evde iki dakika kucağıma alsam beni paramparça edecek kedim neredeyse bir saattir kucağımdaydı, sanki o da benim gibi bu gecenin ağırlığını hissediyor ama her şeyin yoluna gireceğini biliyormuş gibi huzurluydu.
Birkaç adım sonra yol kıvrıldı, sol çaprazımdaki köşeye geldiğimde bir ses işittim. Heyecanlı ve tanıdık bir ses.
“ADNAN!”
O an tüm bedenim dondu.
Sesin geldiği yöne bakmaya çalıştığımda gözlerim önce kımıldamadı bile. Kalbim bir anlığına atmayı bıraktı sanki. Uzaktan, sokak lambasının loş ışığının tam altından bana doğru koşan iki kadın gördüm. Leyla ve Seren.
İkisi de Adnan’a kilitlenmiş haldeydi. Beni görmemişlerdi, daha doğrusu fark etmemişlerdi. Zaten gözlük, peruk ve maskenin arkasında ben onların tanıdığı Eliz değildim. Ama Adnan... Onlar için tanıdık olan Adnan’dı.
Korkuyla bir adım geri attım. Ne yapacaktım? Eğer sesimi çıkarırsam sesimi tanırlardı. Yüzümü görmeseler de gözümdeki yaşları, kucağımdaki titrek sıcaklığı, yıllardır tanıdıkları halimi bir anda anlayabilirlerdi. Ben daha ne yapacağımı düşünemeden onlar bana ulaşmıştı bile.
Leyla Adnan’a uzanırken nefesi titriyordu.
“Adnan! Neredeydin sen! Neredeydin?” Kollarımda usulca kıpırdanan Adnan kendini tanıdık kokulara bıraktı.
Seren de hemen yanımızda belirdi.
“Allah’ım bu o!” dedi sevinçle, “Ya Adnan sen neredeydin ya delirttin bizi!”
Onlar Adnan’ı sevip kucaklarına alırken ben hala ne yapacağımı bilemeden orada öylece duruyordum. Sokağın karanlığında gözlerimi görebiliyorlar mıydı acaba? Ya da ellerimi tanıyabilirler miydi? Kalbim göğsümün içinden fırlayacak gibiydi.
“Siz...” dedi Seren, “Siz mi buldunuz? Çok teşekkür ederiz, biz saatlerdir arıyoruz!”
İşte o an gelmişti. Konuşmak zorundaydım, ne yapacaktım ki başımı sallayıp uzaklaşacak mıydım? Göz göze gelmekten bile kaçınıyordum ama eninde sonunda bir şey söylemek zorunda kalacaktım çünkü buradan öylece koşarak kaçıp gidersem bir gariplik olduğunu anlayacaklardı. Ben dehşet içinde orada öylece durmuş ne yapabileceğimi düşünüyordum ki tam arkamdan gecenin karanlığını bölen bir ses duyuldu.
Ses soğuk bir bıçak gibi omurgamdan aşağı indi.
“Karıcığım!” dedi o tanıdık ses.
Başımı şaşkınlıkla çevirdiğimde bana doğru yürüyen Devrim’i gördüm, yüzü ter içinde kalmıştı ama gülümsüyordu. Birkaç adımda yanıma gelip elini belime sardı ve ben yaşananlara anlam vermeye çalışırken o Seren ile Leyla’ya döndü.
Karıcığım mı demişti o bana?
“İyi akşamlar hanımlar, eşim rahatsızlığı sebebiyle konuşamıyor da...” dedi, “Az önce birkaç sokak geriden geçerken sizin astığınız kayıp ilanlarını görünce biraz buralarda yürüyüp bakalım dedik. Bizim de bir kedimiz var çünkü, isim benzerliği olunca daha da çok dikkatimizi çekti kayıtsız kalamadık.”
Şok içindeydim resmen. Devrim beni nasıl bulmuştu, ne ara gelmişti buraya ve hangi ara üretmişti tüm bu yalanları?
“Çok ama çok teşekkür ederiz!” dedi Leyla, “Minnettarız, gerçekten! Umarım sizin ufaklık da yapmaz böyle yaramazlıklar... İsim benzerliği dediniz ama, neydi ismi?”
“Bihter.” dedi Devrim yüzünde alaycı bir gülümseme ile.
Seren ve Leyla kucaklarındaki Adnan’ı buldukları için o kadar rahatlamışlardı ki Devrim’in esprisine iç rahatlığıyla güldüler, ben ise hala gözlerimi kaçırıyor, Devrim’in bir saniye içinde ürettiği evlilik yalanının ortasında dikkat çekmemeye çalışıyordum.
“Biz artık bu yaramazı eve götürelim, muhtemelen açlıktan ölmüştür! Gerçekten çok teşekkür ederiz size!”
“Rica ederiz,” dedi Devrim ben sessizce başımı sallarken, “İyi akşamlar.”
Seren ve Leyla bize arkalarını dönerken biz de aynı anda onlara arkamızı dönüp ters yöne yöneldik.
“Karıcığım da nereden çıktı şimdi?” dedim öfkeyle ve Devrim’in elinin hala sırtımda olduğunu fark edip kendimi çekip kurtardım.
“Seni kurtarabilmemin başka yolu yoktu.” dedi Devrim.
“Ablam diyebilirdin, kardeşim diyebilirdin.” diye mırıldandım.
Devrim’in cevabı ise oldukça arsızcaydı, “Ama hiç benzemiyoruz.”
Gözlerimi devirip onunla birlikte yürümeye devam ettiğim sırada Devrim’in telefonunu çıkarıp birini aradığını gördüm.
“Buldum.” dedi telefona doğru, “Ben bizim arabayı alıyorum, sen çocukların arabasına binersin onlarla birlikte gelirsiniz Ömer.”
O sırada Devrim’in arabasının hemen önüne çıkmıştık, Devrim bir yandan telefonla konuşurken bir yandan da benim için arabanın kapısını açtı. Sürücü koltuğunun yanındaki koltuğa geçtim ve yüzümdeki maskeyi çıkarıp onu beklemeye başladım. Telefonu kapattıktan sonra sürücü koltuğuna yerleşti ve hiçbir şey söylemeden arabayı çalıştırdı. Sadece onaylamaz bir tonda iç çektiğini duydum.
“Kusura bakma,” diye mırıldandım, “Uğraştırmak istemezdim. Deha ve Demir’in de hiçbir suçu yok bu arada, ben zorladım onları.”
“Kedinin kayıp ilanını nasıl gördün peki?” diye sordu.
“Ben...” diye mırıldandım, ona gerçeği söyleyecek halim yoktu, “Gizlice Deha’nın telefonunu aldım. Haberi bile yoktu. Görünce de onlardan yardım istemek zorunda kaldım.”
Devrim huzursuzca iç çekti.
“Harika,” dedi, “Dışarıda seni arayan adamların gerçekten ne kadar tehlikeli olduklarını hala tam olarak anlayamadın, değil mi?” diye sordu.
“Ama gitmek istersem gidebileceğimi söyleyen sensin.” dedim.
O an kırmızı ışıkta durduk ve Devrim nihayet başını çevirip bana baktı. Gecenin karanlığında üzerindeki koyu gri gömleği, koyu kumral saçları ve kızarmış yüzüyle o kadar yakışıklı geldi ki gözüme bir an gözlerimi ondan kaçırmak zorunda kaldım.
“Seni zorla alıkoyamam Eliz,” dedi Devrim, “Yeterince zeki olduğunu ve dışarının senin için ne kadar tehlikeli olduğunu anlayıp kendi isteğinle kalacağını düşünüyorum.”
“Ne olarak?” dedim çaresizce, “Sonsuza kadar birilerinin evinde mi yaşayacağım Devrim? Bir sığıntı gibi sizinle mi yaşayayım sonsuza kadar? Ne olarak kalacağım orada?”
“Benim misafirim olarak,” dedi Devrim, “Devrim Ali Yöner’in misafiri olarak.”
“Adı üstünde işte, misafirlik. Daha ne kadar sürdürebiliriz bunu? İlişkinin bozulması bile bu yüzden, değil mi? Anlamayacak kadar salak değilim, beni evinde misafir ediyorsun diye ilişkin bile bozuldu Devrim! Gurursuz muyum ki kalmaya devam edeyim o evde, yüzsüz müyüm ben? Zavallı nişanlın neye uğradığını şaşırmıştır ya, bir gün eve bir geliyor evde ben varım ve bir türlü gitmiyorum! O kadar haklı ki ayrılmakla. Ama ben birilerinin ilişkisi benim yüzümden bitsin istemiyorum, gider ne halim varsa görürüm daha iyi!”
O an arkamızdan gelen korna sesleriyle yeşil ışığın çoktan yandığını fark ettik.
“Kornanızı da, direksiyonunuzu da...” diye söylenen Devrim gaza basıp ışığı geçip gitti, öfkeli bir nefes aldı ve sakince konuşmaya çalıştı.
“Ayrılık sebebimizin sen olduğunu mu sanıyorsun?” diye sordu.
“Ne olabilir ki? Mutlu bir ilişkiniz var gibiydi, sen yakışıklısın, kız güzel, üstelik nişanlısınız! Evlenecektiniz!”
“Aşk acısı çekiyor gibi mi görünüyorum sana?” diye sordu Devrim.
“Bilmem,” dedim, “Duygularını pek de gösteren birine benzemiyorsun ki.”
Öfkeyle güldü.
“Bak,” dedi, “Bunu aklından çıkar. Bu ilişkinin bitmesinin herhangi üçüncü bir kişiyle alakası yok. Hem bizimki görücü usulü bir ilişkiydi, o da anca bu kadar oluyor işte. Annem artık sussun diye takılmış bir yüzükten ibaretti işte.”
Nasıl yani? Devrim sırf annesi istiyor diye mi nişanlanmıştı Lale ile? Kadın zorlasa Victoria’s Secret mankeni olacak güzellikteydi, böyle görücü usulü ilişki mi olurdu?
“Pekala,” dedim, “Bu konuda söyleyebileceğim bir şey yok, ilişkinizle ilgili daha fazla yorum yapmak bana düşmez ama söylediklerimde ciddiyim. Hiçbir misafirlik sonsuza kadar sürmez Devrim. Bunu sen de çok iyi biliyorsun. Bir gün gitme vaktim gelecek.”
Devrim cevap vermedi.
Araba sessizlik içinde akarken radyodan bir şarkı çalmaya başladı. Sözleri belli belirsizdi ama melodisi, sanki gecenin kendisinden çıkma gibiydi. Usulca içe işleyen, insanın içinde bir yerlere dokunan o melodilerdendi. Devrim’in eli şarkının sesini yükseltmek için radyoya uzandıktan sonra camın düğmesine uzandı ve camları sonuna kadar açtı. İçeri dolan rüzgar, yazın sonuna yaklaşan o serinliğe benziyordu. Ne tam soğuktu, ne de sıcak. Devrim gibiydi...
Ben koltuğa biraz daha gömülüp gözlerimi camdan dışarı çevirdim. Sokak lambalarının altında kayıp giden kaldırım taşları, sessiz evler ve ışıkları kapalı evlerin pencereleri geçiyordu yanımızdan. Radyoda çalan şarkının sözleri, arabaya yayılan o yumuşak ışıkla birleşip havaya asılı kalmış gibiydi.
Devrim bir şey söylemiyordu. Ben de. Ama konuşmadan da bir şeyler söylüyor gibiydik. İçimde bir yerlerde onun da en az benim kadar dolu olduğunu hissediyordum. Ağzından dökülen kelimelerden değil, suskunluğundan anlıyordum bunu.
Şarkının sesi gecenin sessizliğini delip geçerken rüzgarla karışıyordu sözleri.
“Bazen gece örtüyor bütün kusuru,
Çoğu zaman umursamaz kim olduğumu.
Ben sahipsiz bir gölge,
Bu halim ne böyle?”
Gecenin hüzünlü sessizliği, rüzgarla karışan geçmişin izlerini taşıyordu sanki. Rüzgar estikçe benimle gelmeye devam ediyordu geçmişim ama her esişinde biraz daha eksiliyordu hatıralarım.
Harcanmış günler, kaçırılmış fırsatlar, söylenememiş cümleler... Hatıralarım her rüzgar esişinde biraz daha eksiliyordu.
Üstelik yanımdaki bu adamla olan durumumdan o kadar rahatsızdım ki huzurlu bir nefes bile alamıyordum uzun zamandır. Aramızda tanımı konmamış, adı konulamayan, ama varlığını her nefeste hissettiren garip bir şey vardı. Ne dostluktu bu, ne düşmanlık. Ne tamamıyla güven, ne de tamamen güvensizlik. Arada bir yerde, incecik bir çizgide yürüyorduk onunla.
Bir sürü tanımı kaybetmiştim hayatıma dair. Birinin kızı, birinin dostu, birinin öğrencisi, birinin yakını... Hepsi alınmıştı elimden. Geriye yalnızca tek bir şey kalmıştı artık. Ben artık yalnızca Devrim’in misafiriydim, hayattaki tek tanımım buydu.
Devrim’in elinin direksiyonu sıkıca tuttuğunu fark ettim. Sanki sinirli ya da gergin değildi bu kez, sadece tutunuyordu. Onun da hayatında henüz bilmediğim kopukluklar vardı, biliyordum. Eksik kaldığı, tamamlamaya çalıştığı bir şeyler vardı, bunu görebiliyordum.
Kapalı otoparka girdiğimizde birkaç saniyeliğine gözlerimi kapattım. İçerideki ışık, dışarının karanlığından sonra gözlerime fazla parlak gelmişti. Devrim güvenlik camına yaklaştı, camın arkasındaki adam onu görünce hiçbir şey sormadan başını salladı ve demir kapı ağır ağır açıldı. İçeri girdiğimizde ise kamera açıları yukarıdan Devrim’i ve beni tarıyordu. O kadar çok güvenlik önlemi vardı ki insan buranın bir ev değil bir üs olduğunu düşünürdü.
Nihayet durduğumuzda Devrim kapısını açtı ama inmeye hiç hevesliymiş gibi değildi. Sessizdi. Ben de sessizdim.
“Sana odana kadar eşlik edeyim.” dedi yalnızca.
Başımı salladım.
Sadece ayak seslerimiz yankılandı otoparkın boşluğunda. Asansöre birlikte bindik ve sessizliğimiz orada da devam etti. Asansör ağır ağır yukarı çıkarken gözüm dijital ekrandaki rakamlara takıldı. Geçen her katla birlikte kalbim daha fazla çarpıyordu sanki.
Sonunda koridora çıktığımızda ev yine o alıştığım sessizlikle karşıladı bizi. Işıklar loştu ve yine neredeyse bu evin içinde hiçbir yaşam belirtisi yokmuş gibiydi. Merdivenlere yöneldiğimizde ayak seslerimiz kadife halıya gömülüyordu. Sonunda odama giden koridora vardık. Devrim önümde yürürken bir an durdu, başını bana çevirdi. Göz göze gelmemiz bir saniye bile sürmedi belki ama o bakışta garip bir şey vardı. Yorgunlukla karışık bir merak mıydı bu? Yoksa sadece öylesine bakmış mıydı anlayamamıştım.
Kapımın önünde durduğumda başını hafifçe eğdi.
“İyi geceler.” dedi kısık bir sesle.
“İyi geceler.” diye karşılık verdim ama o kadar bitkindim ki sesim neredeyse çıkmadı.
Odaya girer girmez sırtımı kapıya yaslayıp derin bir nefes aldım. Önce ayakkabılarımı çıkardım, sonra peruğumu başımdan yavaşça aldım ve nihayet gözlüğümü de çıkardıktan sonra gerçek Eliz’in çizgileri aynaya yavaş yavaş geri dönerken yüzümde bir rahatlama hissettim.
Tam kıyafetlerimi değiştirmek üzereydim ki kaşlarımı çatmama sebep olan bir ses işittim. Ses dışarıdan geliyordu, koridordan.
Odanın ortasında durup öylece sesi dinlemeye çalıştığım sırada bunun acı içindeki bir inilti olduğunu düşündüm, ya da bastırılmış bir çığlık? Ne olduğuna emin olamıyordum ama bu bir televizyon sesi değildi, bir konuşma da değildi. Sanki birinin canı yanıyordu.
Bir süre kulak kesildim. Belki de yanlış duymuştum. Belki rüzgarın sesi, belki eski ahşap zeminlerden gelen gıcırtılar ya da dışarıdan gelen bir hayvan sesiydi bu. Ama sonra tekrar geldi ve bu kez biraz daha belirgindi.
Kıyafetlerimi değiştirmeden kapıya yöneldim. Yavaşça kapıyı araladım ve koridorun sessizliğine kulak verdim ama ses aşağı katlardan geliyor gibiydi.
Adımlarımı yavaşça atarak merdivenlere yöneldim, aşağıdan gelen güçsüz iniltiyi takip ederek yönümü bulmaya çalıştım. Alt kattaki koridorun içinde gezinirken nihayet sese yaklaştığımı fark edince tek tek kapıları dinlemeye başladım ama bir yandan da korkudan ölüyordum.
Ve sonunda sesin içinden geldiğine emin olduğum odanın önünde durduğumda kapının aralık olduğunu fark ettim. Önce kapıya birkaç kez tıklattım ama içeriden hiç ses gelmedi, yalnızca hırıltılı bir nefes duydum.
“Kimse var mı?” diye sordum sessizce. Cevap yoktu ama hırıltılı nefes sesi gelmeye devam ediyordu.
İçeri girmekten başka çarem yoktu.
Titreyerek ittim kapıyı. Oda yarı karanlıktı. Pencereler kalın perdelerle kapalıydı ve içeride yalnızca bir köşede yanıp sönen medikal monitörlerin loş ışıkları vardı. Odaya girer girmez burnuma çarpan antiseptik kokusu oldukça ağırdı.
İçeri doğru birkaç adım atıp odayı perdeleyen büyük gardropları geçince ilk gördüğüm şey ise şok ediciydi. Karşımda büyük bir hasta yatağı vardı, hasta yatağında ise bütün o ekranlara bağlı yaşlı bir adam yatıyordu!
Cildi neredeyse mum gibi beyazdı, saçları seyrekleşmiş ve grileşmişti. Yüzüne birkaç kablo ve elektrot yapıştırılmıştı. Göğsü ağır ağır inip kalkıyor, ağzındaki oksijen maskesinden hırıltılı nefesler çıkıyordu. Yanındaki makineler nabzını, tansiyonunu ve başka pek çok şeyi gösteren ekranlarla çevriliydi.
Kımıldamadan baktım ona çünkü donakalmıştım. Dışarıdan gelen hırıltılı sesin sahibi bu adamdı belli ki ama kimdi bu adam?
Tam o sırada adamın göz kapakları hafifçe aralandı ve solgun gözleri bana baktı. Beni görünce titrediğini fark ettim, sonra gözlerini yavaşça yana çevirdi. Bir bana, bir yatağın sağına, yere bakıyordu. Sanki bana bir şeyler göstermeye çalışıyor gibiydi. Korkuyla ona doğru birkaç adım daha attım ve nihayet yatağın sol tarafı görüş alanıma girdiğinde asıl büyük şoku o zaman yaşadım.
Yatakla duvar arasındaki dar boşlukta yerde yatan birisi vardı, hem de kanlar içinde!
“Oya Abla!” dedim korkuyla. Bu oydu. Doktor Oya.
Beyaz önlüğü göğüs kısmından itibaren kana bulanmıştı. Saçları darmadağınıktı. Gözleri kapalıydı ve yüzü sapsarıydı. Kalbim deli gibi atıyordu, ellerim tir tir titriyordu. Öyle bir karmaşanın içine düşmüştüm ki bir anda yardım istemeye koşacak kadar bile kendime gelemiyordum. Vücudu o kadar kontrolsüzdü ki neresinden tutsam güçsüzlüğünü hissedebiliyordum, kalbim endişe içinde kavrulurken beynimin içinde tek bir soru yankılanıyordu.
Ona ne olmuştu?
Ne olmuştu?
---
HERKESE MERHABALARRRRRR ^^
Umarım bölümü sevmişsinizdir, eğer sevdiyseniz beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen. <3
Tabi bir de arkadaşlarınıza önerirseniz çok sevinirim.
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere!
-BEYZA
Hikayenin Instagramı : misafirkitapresmi
Yazarın Instagramı : beyzalkoc (tek a ile)