11.Bölüm : Dünyanın Sihri.

Beyza Alkoç
0

11.Bölüm : Dünyanın Sihri.

Hiç kaybolmuş hissettiğin oldu mu? Hayatının ortasında öylece durduğun, müziğin sesini kısıp etrafına boş boş bakındığın ve “Ben şimdi nereye gideceğim?” diye düşündüğün oldu mu? “Burası neresi, neden buradayım ve buradan nereye gideceğim?” gibi sorularla boğuştun mu hiç? Halbuki evindesin, odandasın, sokağındasın. İnsan evinin içinde, odasının içinde, yatağının içinde kaybolur mu hiç? İnsan yıllardır yaşadığı sokağın içinde kaybolur mu?

İnsan doğduğundan beri yaşadığı bedenin içinde kaybolur mu? Ben kayboldum. Çok defa kayboldum, çok defa yolu buldum. Bazı yolları hala bulamadım, evrenin bazı yerlerinde hala kayıp haldeyim, hala bulunamadım. Evrenin bazı zamanlarından bir nokta gibi kaybolup gittim. Kimse tarafından bulunmadım çünkü kimse tarafından aranmadım.

Ruhum bazı sokaklarda kayıp, bazı telefon konuşmalarında, bazı mesajlarda, bazı akşam yemeklerinde kayıp. Ruhumu masaya bırakıp odama gittiğim akşam yemekleri geçirdim. Sevgisiz büyüdüm, meraksız, ilgisiz ve hatta umarsız.

Hayatım boyunca bana hissettirilen tek duygu başarısız ve işe yaramaz bir kız çocuğu olduğumdu. Görüntümün bile bir gelecek vadetmediğini hissettim, bunu bana onlar hissettirdi. Okula boşuna gidiyormuşum gibi hissettirildim. Bomboşmuşum gibi, boşuna yaşıyormuşum gibi, bana yazılan hiçbir kader yokmuş ama ben ısrarla hayata tutunmaya çalışıyormuşum gibi hissettirildim.

Annem ben on iki yaşıma gelene kadar saçlarımı hep kısacık kestirirdi. Bunun daha rahat olduğunu söylerdi ve ben hep saçlarımın uzunken nasıl göründüğünü merak ederdim. On iki yaşıma geldiğimde benimle bir konuşma yaptı, artık büyüdüğümü ve bana kendi ihtiyaçlarımla ilgilenmeye başlamam gerektiğini söyledi. Sonra yıllarca saçlarımı kestirmedim. Saçlarımın hafiften dalgalı olduğunu on üç yaşımda öğrendim. Okul toplantılarıma genelde gitmezlerdi, gerek görmezlerdi. Sanki okuyacaktım, sanki başarılı olacaktım. Onlar bunlara inanmazdı. Ben kimdim ki? Kumru kimdi? Gözlerinde bomboştum.

Önümde bir sayfa vardı. Ben o sayfada hayatın bana neler getirebileceğini görebiliyordum. Ailem ise önümdeki o sayfayı bomboş görüyordu. Dans etmeyi seviyordum. Geceleri yatağıma girdiğimde kafamdaki her üzüntüyü silip kendimi bir dans sahnesinde hayal ediyordum. Bu benim tutkumdu, bu benim hayalimdi, bu benim hedefimdi. Bazılarımız kırık çocuklar olarak büyütüldük, bir yanımız hep kırıldı. İçimizde bir yer hep hoyratça yere fırlatıldı, üstüne çıkılıp ezildi ve paramparça oldu. Bizim içimizi kırdılar, içimizi paramparça ettiler. Tuzla buz ettiler bizi.

Bir yılbaşı gecesi oturup hayallerimi yazdığım bir kağıt vardı. Dans etmek istediğimi, kendimi tüm dünyaya göstermek istediğimi, alkışlanmak istediğimi yazmıştım. O kağıdı ertesi gün çöp kutusunda buldum ve buna ağlamam gerekirken güldüm. Yırtılıp çöp kutusuna atılan benim hayallerim değildi, o sadece bir kağıttı. Hayallerim benim içimdeydi. Ondan sonra hayallerimi yazmayı bıraktım. Ondan sonra sadece duygularımı ve hislerimi yazmaya başladım. Geleceği kağıda dökmenin, hayallerimi kafamdan çıkarmamın bir önemi kalmadı. Ben sadece kimsem, neysem, ne hissediyor ne düşünüyorsam onu yazdım.

Büyüdüm ve büyüdükçe kendime hep bir yol buldum, kendime bir umut buldum. Kendimi haritasız, umutsuz bırakmadım. Ücretsiz dans kursları aradım. Ücretli kursların ücretlerini ödemek için okula giderken çalıştım, birikim yaptım. Saçlarımı uzattım. Her şeye rağmen hep güldüm, kağıdımı yırtıp çöpe attıkları gibi beni de atamayacaklardı. Bunu onlara göstermek istedim.

Ben bir gün bir karar verdim, önüme çıkan her zorluğa gülüp, kolaylaştırmaya yemin ettim. Kendimi üzmeyeceğime dair kendime bir söz verdim çünkü bu dünyada beni üzmeyecek tek insan bendim. Her birimiz birer kitabız aslında. Girişiyle, gelişmesiyle, sonucuyla, inişleri ve çıkışlarıyla birer kitap gibiyiz. Ben bomboş bir kitap olacaktım çünkü beni buna inandırmaya çalıştılar. Bir kitap değil, üzerine yazılıp çizilen bir defter olacaktı hayatım. Kimse bana inanmazken ben bir anlığına kendime inandım ve kendi hayatımı yeniden yazdım...

Unutma bunu, kendi hayatımı yeniden yazdım.

Kendi kendimi yazdım. Kendi ellerimle.

Kendi hayatını kendi ellerinle yeniden yazmaya var mısın? Sana bunu nasıl yapacağını öğreteceğim, birlikte silecek ve birlikte yazacağız.

Dokuzuncu evden onuncu eve gidiş yolu çok sessiz ve sakindi. Kafam bu düşüncelerle doluydu. Kendi kendimi yiyip bitirdiğim bir mücadele vardı içimde. Buraya geldiğimden ve burada bu insanlarla kaldığımdan beri yukarıdaki hayatımın bana ne kadar kötü hissettirdiğini çok daha iyi fark ediyordum. Bu insanlar benimle konuşmak istiyordu, beni önemsiyordu. Karnımın ağrıması onlara bir şey ifade ediyordu. Sanki yukarıda yoktum ve burada vardım. Sanki yukarıda kaybolup burada bulunmuştum.

“Ya senin canın mı sıkkın?” diye sordu Nisan. Yan yana yürüyorduk. Bugün hepimizin canı sıkkın gibiydi, hepimiz sessizdik.

İçerisi giderek soğuyor, aydınlatma giderek kötüleşiyordu. Artık her saniye yorgun, hasta ve üşümüş hissediyorduk. Dokuzuncu evden çıkıp onuncu eve gitmemiz ile birinci evden çıkıp ikinci eve gitmemiz aynı şey değildi. Platform giderek kötüleşiyordu. Kıyafetlerimizi değiştirmek için iki evi birden geçmeyi bile bekleyemezdik. Islanıyor ve çamura bulanıyorduk.

“Galiba hepimizin canı sıkkın.” dedim sessizce.

“Haklı olarak.” diye mırıldandı Eren, “İlerledikçe işler karışacak gibi. Buradan çıkamayacağımızdan bile korkuyorum.” dedi endişeyle.

Gözlerim Uraz’a kaydı. Çamura bata çıka yürüyordu ve elindeki şemsiyeden yüzü bile görünmüyordu. Karanlık her yanımızı sarıyor gibiydi. Yukarıdan sallanan kablolar ve damlayan su damlaları korkunçtu.

“Neden geriye dönüp giriş kapısından çıkmadık ki?” diye sordu Bulut.

“Biz içeri girdikten sonra o kapıyı yok edeceklerini söylediler.” diye açıkladı Uraz.

“Doğru,” diye araya girdi Eren, “Yani kapı sadece görüntüde var. Üzeri platformun tavanının devamı.”

“Yine de neden oradan çıkamıyoruz?” diye sordu Nisan.

“İçerisi yukarıdan su alıyor.” dedim, “Ve tüm elektrik sistemi üzerimizde. Her an bir şey olabilir, olmaması mucize. O yüzden yukarıya dokunmak istemiyorlar. Tek güvenli yol çıkıştaki şifreli kapı. Tabi oraya ulaşabilirsek...” dedim sessizce.

“Onuncu ev göründü.” dedi Eren. Bu seferki duyurusu diğerlerinden farklıydı, coşkudan ve heyecandan uzaktı. Artık ev görmek istemiyorduk, artık gerçek evlerimize dönmek istiyorduk. Bir evim olmasa bile artık kendime gerçek bir ev bulmak istiyordum.

“Bir dakika, bir dakika...” dedi önden giden Eren şaşkınlıkla, “Bu ev neden diğerlerinden daha küçük? Ve daha farklı?” Hepimiz merakla ve endişeyle başımızı kaldırdığımızda karşımızda gördüğümüz evin diğer evlerin yarısı kadar bile olmadığını fark ettik.

“Bu da ne şimdi?” diye sordum korkuyla.

“Bekleyin, gidip bakayım.” Uraz yağmurluğunun kapüşonunu kafasına geçirip hızlanırken peşinden gidiyorduk. Onu tek başına yollayacak değildik ve Uraz o kadar hızlanmıştı ki bunun farkında bile değildi. Uraz elindeki şemsiyeyi evin kapısına bırakıp içeri girerken ona seslendim.

“Bekle,” dedim, “İçeri girme, tehlikeli olabilir! İçerinin ışıkları bile yanmıyor.”

“Karanlıktan korksaydım yerin altına inmezdim.” dedi, “Siz dışarıda bekleyin.”

“Öyleyse biz de korkmuyoruz.” diyerek merdivenlere bir adım attım. Diğerleri de peşimden gelirken Uraz’ın peşi sıra kapıdan geçip içeri girdim.

“Burası da neresi?” dedim şaşkınlıkla, “Burası bir ev değil?”

“Bu da ne?” dedi Nisan endişeyle.

Beşimiz yan yana durmuş bu karanlık odanın içine bakıyorduk. Hiçbir şeyi tam olarak göremesek de yuvarlak masayı, süslü mimariyi, duvardaki döşemeleri ve bar masasını görebiliyorduk.

“Burası bir yeri anımsatıyor...” dedi Bulut kaşlarını çatarak.

“Antik bir balo salonu gibi.” diye mırıldandım.

“Aynen öyle.” dedi Uraz duvardaki işlemelerden birine dokunurken. Sonra hoparlörlerden o tanıdık ses duyuldu.

“Burası sizin balo salonunuzdu.” dedi Taylan’ın sesi, “Adımlarınızın bulunduğu bu nokta platformun tam yarı noktası. Eğer bu teknik kaza olmasaydı ve siz de diğer ülkelerin yarışmacı grupları gibi sorunsuz yarışabilseydiniz yarışmanın bu bölümünde yolu yarılamanızın kutlamasını yapacaktınız. Yukarıdaki avizeler çalışıyor olacaktı.” dedi aynı anda başlarımızı yukarı kaldırıp o muhteşem tarihi avizelere baktığımızda.

“Her biriniz için ayrı kıyafetler seçmiştik. Her birinizin birer giyinme odası vardı. Yarışma boyunca siyah giymenize rağmen yolu yarılama kutlamanızda çok şık olmanızı istemiştik. İçkileriniz hazırdı, kuru meyveleriniz, kuruyemişleriniz, paketli atıştırmalıklarınız sizi bekliyordu, çalacak müzikler seçilmişti. Burada sadece yolu yarılamanızı kutlayacaktınız. Yolu yarıladınız ama artık kutlamak isteyeceğinizi sanmıyorum. Çok üzgünüm çocuklar. Ben sadece çok üzgünüm...”

Gözlerim balo salonunun içinde dolaşırken masalardaki şamdanları gördüm. Mumları hiç yakılmamış bir halde içlerindeydi. Yuvarlak masanın tam karşısında duran konsolda büyük bir pikap ve bir sürü plak vardı. Sadece bir anlığına gözlerimi kapattım ve her şey yolunda gitseydi olabilecekleri hayal ettim. Güzelce giyinecek, yolu yarılamamızı kutlayacağımız yemeğimizi yiyecek, biraz içecek ve dans edecektik. Sonra gözlerimi açtım ve başımı öne eğip kendimi baştan aşağı süzdüm. Çamur içindeydim, sırılsıklamdım, her tarafım çiziklerle ve yaralarla doluydu. Sessizce güldüm. O an Uraz’ın güldüğümü duyup bana baktığını gördüm ve başımı ona çevirdim.

Gözlerime baka baka Taylan’a bir cevap verdi.

“Belki de kutlamak istiyoruzdur.” dedi gözlerime bakmayı sürdürürken.

“Bu halde mi?” diye sordum. Yüzümde bile çamur olduğuna emindim.

“Bu halde.” dedi sessizce.

“Elimiz kolumuz, her yanımız çamur.” dedim bir kez daha.

“Yine de kutlamaya değer.” dedi.

İçimde tuhaf bir his belirdi. Sanki onu bu karara iten benim gözlerimin içine bakmak olmuştu. Hayata dair yaşadığım hayal kırıklığının aynısını bu yarışmaya dair de yaşamış olmam onu biraz olsun her şeyden sıyrılıp burada kalmaya ve kutlama yapmaya itmişti.

“Tamam ama nasıl olacak?” diye sordu Bulut.

“Masadaki şamdanlardaki mumları yakacağız.” diye söze girdi Uraz, “Biraz atıştıracak, biraz içecek, bir plak seçip müzik dinleyecek ve bizim için planlanan bu akşamı yaşayacağız.”

“Kıyafetler, ayakkabılar, makyaj malzemeleri... Hepsi sizin.” diye araya girdi Taylan, “Tabi, eğer kutlamak isterseniz...”

“Hazırlanacak mıyız?” diye sordu Nisan heyecanla.

Bu elbette ki onu fazlasıyla heyecanlandırmıştı. Güzel kıyafetler, makyaj malzemeleri, ayakkabılar... Her şey onun mutlu olması için tasarlanmış gibiydi. Aslında her şeyden öte bu fikir beni de fazlasıyla heyecanlandırmıştı. Balo salonu o kadar güzel dizayn edilmişti ki burada uzun uzun vakit geçirmek istiyordum.  

“O kadar vakit kaybedemeyiz.” dedim her şeye rağmen. Uraz’ın tekrar bana baktığını fark ettim.

“Kaybedebiliriz.” dedi. Bu sefer de yüzümdeki heyecanı görmüş gibiydi, “Kaybettiğimiz tek şey vakit olsun.” diye devam etti.

Yutkundum ve başımı yuvarlak masaya doğru çevirip masadaki mumlara baktım. Buranın beni bu kadar heyecanlandırması normal miydi? O kadar ilham dolu bir yerdi ki müzik dinlemek ve dans etmek istiyordum.

“Öyleyse gidip giyinme odalarımıza bakalım.” dedi Eren. Nisan heyecanla Eren’i takip ederken Taylan’ın sesini duydum.

“Sanırım kalıyorsunuz. İyi eğlenceler çocuklar.”

Hoparlördeki ses susarken Eren ve Nisan gitmişti, odada sadece Uraz, Bulut ve ben kalmıştık.

“Sanırım kalıyoruz.” diye tekrar etti Bulut sessizce, “Gidip hazırlanayım.” Yanımızdan yavaş adımlarla ayrılırken başımı Uraz’a çevirdim.

“Bunu neden yapıyoruz?” diye sordum, “Bir an önce çıkmak istemiyor musun Uraz?”

“Çıkmak istiyorum.” dedi, “Ve kalmak da istiyorum.” diye devam etti.

“İyi ama neden?” Bana doğru döndü ve gözlerini gözlerime çevirdi.

“Hazırlanma vakti, 889.” dedi.

“Bana cevap vermeyecek misin Uraz?”

“Belki sonra.” dedi. Başımı salladım.

“Öyleyse hazırlanalım.” dedim.

Birlikte Bulut, Eren ve Nisan’ın girdiği koridora girdik. Onlar çoktan bahsedilen giyinme odalarına girmişti. Uraz ve benim odalarım yan yanaydı.

“Görüşürüz.” diye mırıldanarak kendi odamın kapısını açtım.

“Görüşmek üzere 889.”

Odaya girdiğimde hiçbir şeyi incelemeden önce duş almam gerektiğinin farkındaydım. Her yanım çamur içindeydi. Önce hızlı bir duş alıp saçlarımı kuruladım ve banyodan bornozla çıktım. Yazın bir kenara, bu karanlıkta aldığım ilk duştu. Çünkü ışıklar asla yanmıyordu. Odaya döndüğümde makyaj masasındaki mumları gördüm ve hızla ilerleyip yanlarında duran kibritlerle onları yaktım ve odayı biraz olsun aydınlattım. Odanın tam ortasında yeşil ikili bir koltuk vardı. Koltuğun hemen yanında ayaklı bir askılık vardı. Askılıkta birbirinden güzel üç elbise asılıydı. Elbiselerin altında ise üç çift ayakkabı vardı. Makyaj masası makyaj malzemeleriyle doluydu ve masadaki takı askısında asılı birkaç kolye, bileklik ve küpeler vardı.

Tereddütle elbiselere dokundum. Biri bordo, biri turkuaz, biri beyazdı. Bunlar her mağazada gördüğümüz modern elbiseler gibi değildi. Her biri sanki 1950’lerden fırlamış gibiydi. Hepsi retroydu. Annemin gençlik fotoğraflarındaki elbiseler gibiydi ve her birinin elde işlendiği o kadar belliydi ki hayran olmamak mümkün değildi. Tam on dakikamı bu üç elbiseye bakarak geçirdikten sonra karar veremeyeceğimi anladım, aptalca bir cesaretle ve nedensizce odamdan çıktım. Üzerimde bornoz ile kendimi koridorda buldum. Uraz’ın odasının kapısını tıklattım ve aceleyle konuştum.

“Uraz sakın kapıyı açma.” İçeriden anında bir cevap geldi.

“Kapıyı çalıp ‘Açma.’ mı diyorsun yani?”

“Evet, açma. Sadece soruma cevap ver. Üç tane elbisem var. Bordo, turkuaz ve beyaz. Sence hangisini giymeliyim? Böyle şeyleri asla beceremem...”

“Nasıl şeyleri asla beceremezsin?” diye sordu merakla.

“Böyle kızsal şeyleri. Elbiseler, ayakkabılar, makyaj, saç...”

Uraz’ın güldüğüne emindim. Kısa bir sessizliğin sonunda cevap verdi.

“Beyaz giy,” dedi, “Kumrular gibi...”

Kapıda birkaç saniyeliğine kalakaldım. Her şeyi bu kadar etkileyici bir şekilde dile getirmek zorunda mıydı?

“Teşekkür ederim.” dedim sessizce.

Cevabını bile beklemeden odama döndüm. Beyaz elbiseyi askıdan indirdim. Dantelli kollarıyla, önlük yakasını andıran işlemeli yakasıyla o kadar nostaljikti ki bir rüya gibiydi. Esmer tenim ve elbisenin beyazı buluştuklarında ortaya çıkan zıtlık beni heyecanlandırıyordu. Koyu saçlarım beyaz elbisenin üzerine dökülürken arkamdaki eski moda düğmeleri yavaş yavaş kapattım. Ayağıma bir çift beyaz babet geçirdim. Topuklu ayakkabı giymek istemiyordum.

Makyaj masasına oturup aynaya baktım. Gerçekten kumrular gibi olmuş muydum? Çok beyaz ve çok nostaljiktim. Bu elbiseyle kendimi yüzlerce yıl önceden kalmış gibi görünen bu balo salonuna ait hissediyordum. Makyaj yapmayı becerebileceğimden emin değildim. Nisan’ın birkaç oda ötede porselen makyaj yaptığına emindim. Kendi kendime güldüm. Yüzüme biraz allık, biraz ruj ve far sürdüm.

“Yeterli.” diye mırıldandım.

Yeni kurumuş hafif dalgalı saçlarımı salık bıraktım ve sadece arkaya doğru bir tokayla tutturdum. Kulaklarıma birer inci küpe taktım. Bileğime inci bir bileklik geçirdim. Tam o an masada incilerden oluşturulmuş bir de kolye olduğunu gördüm. Onu da boynuma geçirdim ve kendime baktım.

Hazırdım. Her şeyimle bembeyazdım. Kumrular gibi...

Odamın kapının çaldığını duydum. Ayağa kalkıp kapıyı açtım ve karşımda Uraz’ı gördüm. Simsiyah takım elbisesinin içindeki beyaz gömleğinin bronz tenine yarattığı zıtlık o kadar çekici görünüyordu ki bir süreliğine hayranlıkla onu izledim. O ise daha çok şokta gibiydi.

“Nasıl olmuşum?” diye sordum.

“Harika.” dedi arkadan gelen bir ses. Bu ses Bulut’a aitti, “Bir sanat eseri gibisin.”

O an gözlerim Uraz’ın gözlerine kaydı. Öfkelendiğini görebiliyordum.

“Teşekkürler.” diye mırıldandım ve Uraz’a bakmaya devam ederek sordum, “Nasıl olmuşum?”

Bulut soruyu ona sormadığımı fark edince bozularak dönüp salona doğru yürüdü.

“Kumrular gibi...” dedi Uraz hayranlıkla.

İçeriden müzik eşliğinde Eren ve Nisan’ın kıkırdama sesleri geliyordu.

“Hazırlanmam uzun mu sürdü? Onlar eğlenmeye başlamışlar gibi.”

“Onlar içeri geceli yarım saat kadar oldu. Sarhoş olmuş bile olabilirler.”

“Sen?” dedim.

“Ben ne?” diye sordu.

“Sen neden bu kadar geç hazırlandın?”

“Geç hazırlanmadım. Ben bayadır hazırım.”

“O zaman neden içeri geçmedin?” dedim şaşkınlıkla, “O kadar zamandır ne yapıyorsun?”

“Bekliyordum.” dedi ve ekledi, “Seni...”

Beni bekliyor olmasına o kadar inanamamıştım ki cevap bile verememiştim. Öylece salak bir ifadeyle yüzüne bakıyordum. Yüzünde tuhaf bir heyecan vardı. Neredeyse elleri titreyecekti.

“Gidelim mi?” diye sordu.

“Gidelim.” dedim.

Belki koluna girmeliydim, belki onunla temas halinde olmalıydım ama hiçbir şey yapmadım. Sadece yanında yürüdüm. Koridoru geçip salona ulaştığımızda ışıkları yanıp sönen, yarı karanlık ve buz gibi bir balo salonunun mumlarla aydınlatılıp, bir çalan bir kesilen bir müzikle nasıl canlanabileceğini gördüm.

Eren ve Nisan ellerinde birer şarap kadehi ile kahkahalarla dans ederken arkada çalan şarkı aslında hiç de dans edilecek bir şarkı değildi. Aslında durum gerçekten tuhaftı, arkada Sezen Aksu’nun bir dinleyeni on kez ağlatacak Tükeneceğiz şarkısı çalıyordu ama onların keyifle yaptıkları bu dans sanki neşeli bir şarkı duyuyorlar gibiydi.

“Onlar da bizim duyduğumuz şarkıyı mı duyuyorlar?” diye sordum merakla.

“Herhangi bir şey duyduklarını sanmıyorum.” diye açıkladı Uraz.

Birlikte masaya geçtiğimizde masada oturan Bulut’a başımla selam verdim. Kendisini yalnız hissetmesini istemiyordum, onu dışlıyor gibi olmak istemiyordum.

“Şarap içer misiniz?” diye sordu Bulut elindeki şarap şişesiyle.

Kadehimi onu uzattım. Kadehimi elimden alıp doldurdu ve bana geri uzattı. Sonra Uraz’a döndü. Uraz hiçbir şey söylemeden kadehini Bulut’a uzattı. Bulut Uraz’a da şarap koyarken bunun bir barış bayrağı olduğunu hissettim. Bulut da biz gelene kadar birkaç kadeh içmiş gibiydi. Uraz’dan farklı olarak kahverengi bir takım giymişti. Eren ise lacivert bir takım giyip daha sempatik olmayı tercih etmişti. Nisan her zamanki gibiydi, pembe seçeceğini biliyordum ve öyle de olmuştu.

“Daha neşeli bir şey yok mu ya?” diyerek ayağa kalktı Bulut. Plakları karıştırırken çalan şarkıdan daha da hüzünlü bir şarkı buldu.

“Buldum,” dedi, “Cem Adrian’dan Beni Hatırladın Mı’yı dinleyelim mi?”

“Fazla neşeli olmaz mı?” diye sordu Uraz.

“Biraz mutluluğu hak ettik bence. Fazla neşeden zarar gelmez.” diyerek plağı pikaba yerleştirdi ve Eren ile Nisan’a katıldı. Gayet mutlulardı. Ortada durmuş kahkahalarla salınıyorlardı.

“Bu seviyeye kaç kadeh sonra geliriz?” diye sordum merakla.

“Sarhoş olmak mı istiyorsun?” dedi Uraz.

“Evet. Beş kadeh içsem böyle olurum sanırım.” diyerek heyecanla elimdeki kadehi kafama diktim.

Beş kadeh sürmedi. İkinci kadehin ortasına geldiğimde sebepsiz yere gülmeye başlamıştım. Uraz ben ikinci kadehe gelene kadar çoktan birkaç kadeh şarap içmişti. Benim gülme krizlerim başlarken Eren, Nisan ve Bulut’un neşeli halinden eser kalmamıştı. Onlar duygusal bir moda girerken ben onların yirmi dakika önceki hali gibiydim. Resmen geriden geliyordum. Alkol Uraz’a şimdilik pek etki etmiyor gibiydi. Vücudunun alışık olmadığı bir şey var mıydı? Bulut kravatını çıkarmış elini masaya koymuş ve başını eline yaslamış boşluğa bakıyordu. Nisan ve Eren de aynı haldeydi. Ben ise gülüp duruyordum.

“Kız beni her gece aldatıyor.” dedi Bulut.

“Nereden haber alıyorsun?” diye sordum şok içinde.

“Rüyalarında.” diye açıkladı Uraz.

“Rüyalarında ondan haber mi alıyorsun? Bunu nasıl yapabiliyorsun!” dedi Nisan şaşkınlıkla. İlk defa çok mantıklı konuşuyor gibi geliyordu. Merakla Bulut’a baktık.

“Sadece görüyorum.” dedi, “Haber filan almıyorum.”

“Sanırım bu gece iki Nisan’ımız var.” dedi Eren gülerek.

“Ne? Hani nerede?” diye sordum merakla.

“Sana diyor.” dedi Uraz.

“Nesin sen? Tercümanım mı?” diye sordum kaşlarımı çatarak. Uraz gülerken araya Eren girdi.

“Türkçe profesörü.” diye ekledi.

“Aynen öyle,” dedim, “Ben sanki dediklerinizi anlamıyormuşum gibi... O kadar karmaşıksın ki bir tek seni anlamıyorum.” dedim Uraz’a dönüp zar zor konuşarak.

“Gel dans edelim.” dedi, “Başka türlü zapt edilemeyeceksin sanırım.”

Ayağa kalkıp bana elini uzattı. Başımı kaldırıp tereddütle ona baktım.

“Hadi biz de.” dedi Eren. Elini Nisan’a uzatıp onu salonun ortasına götürürken ben hala tereddütle Uraz’a bakıyordum.

“Susayım diye mi dans etmek istiyorsun?” diye sordum alıngan bir tavırla. Bir yandan normalde böyle biri olmadığımın ve tüm bunların alkol sebebiyle olduğunun farkındaydım.

“Konuşmak için dans etmek istiyorum.” dedi.

“Konuşmak için mi?”

“Hadi. Tut elimi de dans edelim.”

Elim uzandı ve Uraz’ın kocaman elinin arasında kaybolup gitti. Elimi tutup beni dansa kaldırışı o kadar belli belirsizdi ki sanki bir anlığına masa silindi, herkes ve her şey silindi. Bölük pörçük hatırladığım tek şey arkadaki klasik müzikti, bu bir vals müziğiydi. Yavaş ve sakin. Huzur verici ve aynı zamanda melankolik. Uraz ellerini belime doladığında ne yapacağımı bilemiyordum. Yürürken bir anda yürümeyi unutmuş gibiydim. Konuşurken bir anda nasıl konuşulacağını unutmuş gibiydim. Öylece duruyordum.

“Kolların...” dedi yardımcı olmak ister gibi, “Boynuma...”

Kollarımı boynuna doladım ve yavaş yavaş dans etmeye başladık.

“Ne konuşmak istiyorsun?” dedim merakla.

“Sorularını cevaplamak istiyorum.” dedi, “Merak ettiğin her şeyi sor.”

“Bulut’tan neden nefret ediyorsun?” diye sordum merakla.

“Nefret etmiyorum.”

“Peki neden nefret ediyorsun?” Uraz güldü ve tekrar etti.

“Nefret etmiyorum.”

“O zaman problem ne?”

“Bulut haklı.” dedi Uraz, “Sen bir sanat eserisin. Her sanat eseri bir müzede korunur, saklanır, güvenliği sağlanır ve var oluşu boyunca o müzede kalır. Sen korunması gereken o sanat eserisin ve ben senin içinde bulunduğun, korunduğun, saklandığın, güvenliğini sağlayan o müze olmak istiyorum. Yanına kimsenin yaklaşamayacağı o müze...”

“Sen sarhoş musun?” diye sordum merakla ve şaşkınlıkla, “Çünkü ben sarhoşum ve söylediklerin hiç de inandırıcı gelmiyor.”

“Sarhoşum.” dedi Uraz gülümseyerek, “Ama sen söylediklerime yine de inan. Tamam mı?”

“Tamam.” dedim. Uraz’ın elleri belimden kollarıma uzandı.

“Üşümüşsün.” dedi endişeyle, “Kolların buz gibi.”

Ceketini çıkarıp omuzlarıma yerleştirdi. Uraz’ın teninin sıcaklığı ceketinden vücuduma ulaşırken titrediğimi fark ettim. Başımı kaldırıp ona baktım.

“Çatının her yerinden su damlıyor, farkındasın değil mi?” diye sordum.

“Her şeyin farkındayım 889.”

Yeni kuruttuğum saçlarım şimdiden ıslanmıştı. Burası buz gibiydi, her birimizin kıyafetleri nemliydi ve kör kütük sarhoştuk.

“Yıkık dökük bir balo salonunda sırılsıklam ve kör kütük sarhoş dans ettiğimizi unutmayalım, tamam mı?” dedim dolu gözlerimle.

“Her saniyesini aklıma kazıdım.” dedi Uraz, “Unutmam mümkün mü?”

Biz öylece dans etmeye devam ederken hoparlörlerden Taylan’ın sesini duyduk.

“Çocuklar, eğer biraz daha orada kalırsanız her biriniz hasta olacaksınız. Lütfen artık yola devam edin, onuncu eve geçin ve ısınmaya çalışıp dinlenin.”

“Sus artık hoparlör adam!” diye bağırdım gülerek.

Masada ağlayan Bulut’un bile güldüğünü duydum. Her birimiz gülüyor olmamıza rağmen haklı olduğunu biliyorduk. Gözlerimizi zar zor açarak birbirimize baktık.

“Sanırım diğer eve gitmemiz gerekiyor.” dedi Uraz.

“Ama çok sarhoşuz.” dedi Eren gülerek.

“Gitmezsek hem çok sarhoş hem de çok hasta olacağız.” Uraz’ın cevabı o kadar mantıklıydı ki hak vermek zorundaydık.

“O zaman yürüyelim.” dedi Bulut ayağa kalkarak. Elinde bir şişe şarapla kapıya doğru ilerledi.

“Tutun bana.” dedi sendelediğimi gören Uraz.

Birlikte bahçeye inerken anladığım şey buradaki en zor yolculuğumuzu şimdi yapacağımızdı. Balo salonundan onuncu eve doğru yürüyeceğimiz yol o kadar zor, o kadar imkansız görünüyordu ki neredeyse merdivenlere kıvrılıp uyumak istiyordum. Sonra kendi kendime eski inancımı hatırlattım.

“Zorlaştırma, kolaylaştır.” diye geçirdim içimden.

Bu gece hayata dair büyük bir sihir öğrenmiştim. Az önce çıktığımız o balo salonu berbattı. Su alan duvarların bozulan motiflerine hayranlıkla bakmıştım. Soğuğun ortasında kısa elbisemle oturmuş ve mutlu olmaya devam etmiştim. Karanlıkta dans etmiş, dünyanın en hüzünlü şarkılarından bile eğlenilebileceğini öğrenmiştim.

Hayat bizim onu gördüğümüz gibiydi.

Hayatlarımız belki yıkıktı, döküktü, kırıktı ama biz güzel görürsek güzeldi.

O an anladım ki hayat sihrini yalnızca kaybolanlara gösterirdi. Biz kaybolanlardık, enkaz altında kalanlardık ve hayatın sihri ile tanışanlardık. Kirlenmek, üşümek, düşe kalka ilerlemek de güzeldi.

Ben 889, buradayım. Enkaz altında. Üzerine yıkılan hayatının içinden gelen o vals müziğini duyuyor musun?

İçinde yanıp sönen o ürkek ışığı görüyor musun? Yoksa beni hala duymuyor musun?