11. Bölüm: Af

Beyza Alkoç

Baran’ın odasından çıkarken yanımıza aldığımız tek şey FELEN RESTAURANT kartıydı. Kartı ağabeyi olan müstakbel üvey babama vermesi için Aziz Ata’ya verdikten sonra kendimizi daha fazla riske atmamak için evden ayrıldık. Aziz Ata’nın arabasında, Berfu ile arka koltukta otururken Dünya Can sürücü koltuğunun yanındaki koltukta oturmuş şarkı seçmekle meşguldü.

“Neden ya?” dedi Berfu bir anda ve her birimizin aklındaki o soruyu sordu, “Neden yırtmış olabilir fotoğraflarımızı? Hepimiz varız o fotoğraflarda, herkes var.”

“Ağabeyime fotoğraflardan da bahsedeceğim,” dedi Aziz Ata, “Gerekirse evi bir kez daha arasınlar.”

“Belki de depresyona girmişti,” diye söze girdi Dünya Can, “Tamam biz böyle bir şey olsaydı anlardık filan ama hepimiz sınav stresinden derslerle boğuşuyorduk, Baran’ın depresyonunu kaçırmış olabilir miyiz?”

“Hayır,” dedim, “Siz kaçırmış olabilirsiniz ama ben kaçırmam.” Aziz Ata’nın arabanın aynasından göz ucuyla bana baktığını hissettim ve konuşmaya devam ettim, “Her gün beraberdik Baran’la. Evet son zamanlarda biraz gergindi ama depresyonda olsaydı bunu bilirdim.”

“Of!” dedi Berfu ve bunalarak yanındaki camı açtı, “Ateş bastı bana. Kolonya filan yok mu ya?”

“Torpidoda vardı.” dedi Dünya Can ve öne eğilip torpidoyu açtı.

“Sen de iyice yan koltuk prensesi oldun ama,” dedi Berfu, “Aziz’in arabasını ondan iyi biliyorsun!”

Sessizce gülümsedim. Dünya gözlerini devirirken elindeki mor lavanta kolonyasını Berfu’ya uzattı.

“Bu arada biz Dünya ile şurada ileride ineceğiz.” dedi Berfu eline döktüğü kolonyayı boynuna sürerken, “Okuldan bir arkadaşa uğrayacağız, resim malzemelerim onda kalmıştı, onları alacağım.”

“Götüreyim ben sizi.” dedi Aziz Ata, “Oradan devam ederiz birlikte.”

“Ha, yok yok. Hem biraz yürüyüp hava almış oluruz.” dedi Berfu, sonra bana döndü, “Gelmek ister misin?”

“Ben direkt eve gideyim.” dedim ve öne, Aziz’e yöneldim, “Ama sen beni de indir burada, hiç yolunu değiştirmekle uğraşma, ben de yürüyerek giderim.”

“Yolumu değiştirmemek için seni bu saatte burada bırakacağıma kendin inandın mı?” diye sordu Aziz Ata, derin bir nefes alıp arkama yaslandım.

Aziz arabayı kenara çekip Dünya ve Berfu’nun inmesini beklerken vedalaşmak ve ön koltuğa geçmek için ben de onlarla indim.

“Kızım salak mısın,” diye fısıldadı Berfu, “Baş başa kalsanıza işte, ne diye sen de ineyim diyorsun!”

“Ne baş başa kalması Berfu ya?”

Aramızda fısıldayarak ilerlettiğimiz konuşmaya üçüncü bir fısıltı kaynağı dahil oldu.

“Baş başa kalmak mı istemiyorsun?” diye fısıldadı Dünya, “Çocuk seninle deli gibi ilgileniyor Derin delirdin mi sen?”

“Hadi gidin!” dedim sessizce, “Kafayı yediniz siz iyice. Hadi.”

İkisine de hızlıca sarıldıktan sonra arabada, sürücü koltuğunun yanında yerini aldım. Aziz arabasını tekrar çalıştırırken yüzünde imalı bir gülümseme vardı.

“Ne oldu?” dedim, “Neden gülümsüyorsun?” Ve bir anda gülümsemesinin sebebini anladım, “Ah,” dedim, “Konuşmalarımızı duydun. Boş ver onları. Saçmalıyorlar.”

“Aynen,” dedi imalı bir sesle, “Boş vereyim o zaman.”

Aziz arabadaki tüm camları açıp rüzgarı arabanın içine doldururken uçuşan saçlarımı zapt edebilmek için elimi saçlarıma götürdüm. Hava nemli nemli esiyordu, burnuma gelen her koku yazı hatırlatıyordu.

Kalp kırıcı bir şarkı çalıyordu radyoda.

“Umurumda değil bu yağmurlar,” diyordu,
“Ben çoktan sönmüş, donmuş bir mezar…
Sen bilmezsin.
Sen bilmezsin
Sen bilmezsin…”

“Bu şarkı kalbimi kırıyor.” dedim, “Ne zaman dinlesem böyle oluyor…”

“Değiştireyim.” dedi Aziz Ata, elini radyoya uzatıyordu ki uzanıp eline dokundum.

“Kalsın,” dedim, “Kırılsın kalbim. Bu da hayata dahil.”

Bana şöyle bir baktı, derin bir nefes aldı, ve hüzünle önüne döndü.

“Bazen,” dedi, “Bazen öyle şeyler söylüyorsun ki Derin… Nutkum tutuluyor.”

“Ne gibi şeyler?” diye sordum merakla.

“Böyle işte…” diye mırıldandı ve ekledi, “Anlatsana. Anlat bana.”

“Ne anlatayım?” diye sordum.

“Anlat işte.” dedi Aziz Ata, “Nasıl geçecek onu anlat.”

“Anlatayım ama… ne nasıl geçecek?”

“Nefes aldığımda boğazımda hissettiğim ukde,” dedi,  “Nasıl geçecek.”

Hüzünle gülümsedim ve yanıtladım onu, “Geçmeyecek ki.”

“Geçmeyecek mi?”

“Geçmeyecek.” dedim, “Öyle yaşayıp gideceğiz işte Aziz. Ukdeler de bize dahil zaten. Nasıl ki ellerimiz var, gözlerimiz var… Nasıl ki hayallerimiz var, o hayallerin kırılma ihtimali de bize dahil.”

“Peki ruhumuzdaki yamalar?” dedi.

“Onlar da öyle, onlar da dahil bize.”

“Ama benimkiler açılmış biraz,” dedi Aziz Ata gülümseyerek, “Hava alıyorlar.”

“Ne güzel işte, bırak hava alsınlar… Yoksa nasıl ferahlar ruhun?”

Elini uzattı, şarkıyı en başa aldı ve bu sefer şarkının sesini de açtı.

“O zaman kalbimizin kırılmasına…” dedi, “Kırılsın bakalım. Kırılabildiği kadar.”

Sokak sokak gezdik, tekrar tekrar dinledik. Baran’ın kaybının yanında artık bambaşka bir derdimiz vardı Aziz Ata ile ortak. Derdimiz aynıydı artık, korkularımız aynı.

“Ağabeyim ile konuştum,” dedi Aziz gözlerini yoldan ayırmadan, “Tartıştık baya.”

“Öyle mi?” dedim, “Gereksiz bir çabaya girmişsin. İş işten geçmiş artık.”

“Doğru,” dedi, “İş işten çoktan geçmiş… Yine de biri ona hesap sormalıydı, hatta onlara…”

“Ne dedi peki? Yanlışlıkla mı yapmışlar çocuğu?”

Aziz Ata yarım bir gülüşle bana baktı.

“O çok yanlışlıkla yapılacak bir şey değil sanki ya…” dedi.

Sinir bozukluğuyla gülümsedim ve Aziz Ata’nın konuşmaya devam etmesini bekledim.

“İhtiras işte.” dedi, “Kapılıp gitmişler birbirlerine. Pişman mı? Pişman. Hata olduğunu kabul ediyor mu? Ediyor. Ama artık dönüşü de yok çıkışı da.”

“Yok tabi,” dedim, “Bebek var ortada. Sen amca oluyorsun ben abla.”

Kurduğum cümleye ben bile inanamıyordum.

“Of,” dedim, “Şu kurduğum cümleye bak ya. Yüz kere tekrar etsem ancak inanırım. Resmen bir bebek geliyor hayatlarımıza. Beşik, bebek bezi, mama filan olacak evde… Bir de yabancı bir adam!”

Aziz sıkıntılı bir nefes aldı.

“Sen gelip benimle yaşasana.” dedi bir anda ciddi bir sesle.

Kendimi tutamayıp güldüm.

“Harika plan,” dedim, “Hatta bebek de bizimle yaşasın. Ne dersin?”

“Sevinirdim biliyor musun?” dedi Aziz Ata, “En azından iki aptalla yaşamak zorunda kalmazdı. Sabaha kadar uyutmakla uğraşırdık onu, sonra ben sabah okula giderdim, sen bebekle kalırdın…”

“Hayırdır ben okula gitmiyor muyum?” dedim gülerek, “Senin hayalinde ben kazanamıyorum galiba üniversiteyi.”

Bu sırada çoktan kapıya kadar gelmiş, evin önünde durmuş, arabanın içinde konuşmaya devam ediyorduk.

“Doğru,” dedi, “O zaman bebeği de okula götürmek zorunda kalırdık.”

“Bu durumda aynı okulda olmamız gerekir.” dedim gülerek, “Bir senin dersine girerdi bir benim. Ders aralarında da kampüsün bahçesinde buluşur altını değiştirirdik bebeğin…”

Aziz kendini tutamayıp büyük bir kahkaha attı.

“Yemekhanede biberonla besliyoruz filan.” dedi, “Bir de kart çıkartırız bebeğe, girişteki turnikelerden rahatça geçsin diye.”

“Kartta bebeğin vesikalık fotoğrafı filan…” dedim gülerek, “Zaten birkaç yıla üniversite okuyacak hale gelir bizimle gide gele…”

Absürt hayallerimiz ve gülüşlerimizin ardından kısa bir sessizlik oldu. Arabanın yanan dörtlülerinden gelen tik tak seslerinden ve çalışan motorun sesinden başka bir şey yoktu kulaklarımızda.

“Olan oldu artık,” dedi Aziz Ata, “Sanırım kabullenmekten başka şansımız yok. Fakat…” dedi ve devam ederken konuşma tarzı daha sahiplenici, daha kararlı bir hale büründü,

“Fakat bu çarpık ilişkinin içinde ne ailemin, ne de senin zarar görmeni istiyorum Derin. Hiçbir şeyi içine atma, ne olursa bana anlat, ne olursun. Hiçbir şeyi kendine saklama. Ne zaman ihtiyacın olursa bir ‘Alo.’ demene bakar, ben anında buradayım.” dedi.

Sonra durdu, başıyla arkamızda kalan evi gösterdi ve devam etti üstüne basa basa.

“Sen bana bir alo de,” dedi, “Kapındayım…”

Minnetle başımı salladım.

“Teşekkür ederim.” dedim, “Teşekkür ederim Aziz…”

“Bizi öyle bir şeyin içine sürüklediler ki,” dedi, “Artık bir aradayız.”

Gülümsedim.

“Bebek için…” diye fısıldadım, “Onun için bir arada olmak zorundayız, sonsuza kadar…”

“Sonsuzumuza kadar.” diye düzeltti Aziz Ata, “Dünyanın sonunu boş ver, ben kendi sonuma ve kendi sonsuzluğuma bakarım. Ama evet,” dedi, “Birlikteyiz artık. Sonsuzumuza kadar.”

Bu konuşma Aziz Ata ile aramızda oluşan yepyeni bir bağın kurdelesini kestiğimiz bir konuşmaydı adeta. Bizi birbirimize sonsuza kadar bağlayacak bir bebek olacaktı hayatlarımızda. Artık her daim birlikteydik, yan yana olamasak bile. Ve onun gözlerinin ardındaki sahiplenici adamı görmek bana huzur vermişti o gece.

Arabadan inip eve girdiğimde annemin çoktan uyuduğunu düşünsem de yanılmıştım. Salonda karanlığın içinde oturmuş televizyon ekranının güçsüz ışığının karşısında beni bekliyordu.

“İyi geceler,” diye mırıldandım kapıdan hızlı bir bakış atarak, “Ben odama çıkıyorum.”

“Derin!” diye seslendiğini duydum annemin, “Neredeydin!”

“Arkadaşlarımlaydım, Mahperi Abla’ya söylemiştim. Berfu ve Dünya ile…”

“Aziz Ata da şoförlüğünüzü mü yaptı?” diye sordu bir anda. Soran gözlerle baktığımda başı ile pencereyi gösterdi, “Arabasını gördüm.”

“Evet,” dedim gözlerimi devirerek, “O da vardı yanımızda. Yeterliyse odama çıkıyorum şimdi.”

Tam merdivenlere doğru yönelmiştim ki annem üzerindeki sabahlıkla ayaklandı.

“Derin, bekle!” Bana doğru geliyordu ki bir anda ufak bir feryatla durdu, “Ah!” dedi ve bir elini başına, bir elini karnına götürdü.

Telaşla salona daldım.

“Anne!” dedim korkuyla, ne yapacağımı bilemeyerek kollarını tuttum ve içeriye seslendim, “Mahperi Abla!”

“İyiyim, iyiyim…” dedi annem halsizce, “Başım döndü. Normal ama. Merak etme.”

“Gel şuraya, otur anne.” Kollarını daha sıkı tuttum ve onu koltuğa doğru yönlendirdim.

O sırada Mahperi Abla’nın elinde bir şişe kolonya ile içeri girdiğini gördüm.

“Ay!” dedi, “Ne oldu Zeren Hanım?”

“Su!” dedim, “Bu sefer sadece su!”

Mahperi Abla koşturarak içeri giderken annem koltukta ve nefes nefeseydi.

“Korkma,” dedi, “Sana hamileyken de oluyordu sık sık.”

Durumu ne kadar iyi görünmese de onunla ilgileniyor olmam annemi mutlu etmiş gibiydi. Elini uzatıp koluma koydu.

“Kızım benim…” dedi, “Güzel yavrum…”

Mahperi Abla elindeki bir bardak suyu koşa koşa getirip anneme uzattığında annem bana hüzünle bakıyordu. Bardağı aldım ve annemin ağzına götürdüm.

“İç hadi.” dedim.

“Doktoru arayayım mı Zeren Hanım?” diye sordu Mahperi Abla telaşla.

“Yok yok,” dedi annem, “Endişelenmeyin. İyiyim, bir şey yok. Ama sen bana bir bitki çayı yaparsan iyi olur Mahperi. Ihlamur filan. Biraz hasta olacak gibiyim…”

“Tamam tamam, hemen!”

Mahperi Abla mutfağa dönerken annem daha iyi görünüyordu.

Nefes alışverişleri normale dönmüş, yüzünün rengi yerine gelmişti.

“İyisin, değil mi?” diye sordum endişeyle.

“İyiyim, iyiyim yavrum. Fiziksel olarak iyiyim yani. Ama ruhsal olarak iyi olabilmek için sudan, kolonyadan ve bitki çaylarından fazlasına ihtiyacım var…”

“Neye?” diye sordum anlamazdan gelerek.

“Sana kızım.” dedi, “Sana ihtiyacım var.”

Huzursuz bir nefes aldım ve ellerimi üzerinden çekip saçlarımı kulaklarımın arkasına attım.

“Buradayım işte anne,” dedim, “Evdeyim. Daha ne yapayım?”

“Buradasın ama yanımda değilsin Derin.” dedi annem.

“Ne yapayım anne? Adam evliyken çocuk yapmışsın ondan, şimdi de evleniyorsun. Ne yapayım? Bravo mu diyeyim, ödül mü vereyim? Alkışlayayım mı sizi?”

“Tabi ki hayır kızım, tabi ki hayır. Ben utanmıyorum mu sanıyorsun? Oldu işte, yaptım bir hata. Tüm hayatımı sana iyi bir örnek olmaya adadım ama olmadı işte, hata yaptım ve yanılttım seni. Seni de yanılttım kendimi de. Ama buradan dönemiyorum artık Derin. Yemin ederim çok pişman oldum, çok dua ettim Allah belamı versin diye, yanlış yaptığımın farkındayım ama şimdi bu hatayı telafi edebilmemin tek yolu bu evliliği yapmak ve sana da kardeşine de iyi bir hayat sunmaya çalışmak…”

“Tamam, senin evlenmene itiraz eden yok ki zaten. Üstelik itiraz etsem ne değişecek anne? Sen düğün tarihini bile belirlemişsin. Evlen, doğur ve yeni ailenle mutlu ol işte. Bir şey demiyorum ki sana!”

“Ama sen mutsuzsun…” dedi annem gözyaşları içinde, “Ben senin en güzel yılını mahvettim belki de.”

“En güzel yılım sence bu mu anne? En yakın arkadaşımın kaybolduğu yıl.”

“Öyle demek istemediğimi biliyorsun Derin! Üniversiteye gireceksin ve benim sana yaşattığıma bak… Kahroluyorum her gün, geceleri uyuyamıyorum düşünmekten ama artık başka bir çarem yok, beni de anla. Babasız mı büyüteyim bu bebeği?”

“Beni büyüttün.” diye mırıldandım hüzünle.

“Senin iyiliğin için yaptım.” dedi annem, “Seni babanın zulmünden kaçırdım. İkimize sıfırdan bir hayat kurmak için dişimi tırnağıma taktım ben Derin. Koskoca bir hayat inşa ettim bize. Tüm bunları senin için yaptım ve sen benim kızımsın, canımsın sen benim, ne yaparsan yap yanındayım ben senin. Her hatanda yanındayım. Şimdi senden beklediğim de bu. Evet ben çok kötü bir şey yaptım Derin ama çok da pişman oldum. Fakat bu bebek için ve kalbimdeki aşk için tek bir seçeneğim var… Deha ile evlenmek. Lütfen nefret etme benden Derin. Çünkü sen bana böyle bakarken, böyle davranırken ben her gün içten içe ölüyorum. Lütfen…” dedi annem ve kollarını açtı hüngür hüngür ağlarken.

“Lütfen sarıl bana, boş bırakma şu kolların arasını güzel kızım… Yalvarıyorum sana…”

Çaresizdim. Aslında her şey çok netti. Artık yalnızca tek bir yol vardı, bu evlilik yaşanacaktı ve o bebek dünyaya gelecekti. Olan olmuştu artık, eksilen eksilmiş, sıfırlanan sıfırlanmıştı. Benim ne değiştirebileceğim bir şey vardı ne de karşımda pişmanlığını anlatıp bana yalvaran anneme karşı besleyebileceğim bir nefretim. Tutamadım kendimi, sarıldım ona.

Artık bir akışın içindeydim. Annemi affetmiş, onun gerçeğini kabullenmiştim. Geriye kalan tek şey 11 Temmuz’daki düğüne ve yeni hayatımıza hazırlanmaktı.

(1 Temmuz)

(Düğüne 10 Gün Kala)

Kendimi çok çabuk bir değişimin içinde buldum. Akış beni dalgalı bir denizden aldı, sakin sulara götürdü. Her şey çok hızlı ilerledi. Kendimi o geceden birkaç gün sonra evimizin salonunda annemin gelinlik provasının ortasında günlerdir görüşmediğim Aziz Ata ile mesajlaşırken buldum.

“Selam,” yazmıştı bana, “Ufak bir durum güncellemesi. Restoran kartını ağabeyime verdim, Musa Hoca’ya da anlattım. Ev için tekrar arama kararı çıkmış bu arada, fotoğrafları alacaklar. Ve son olarak… Günlerdir görüşmüyoruz, bugün sana uğramak istiyorum. Olur mu?”

“Olur.” Yazdım, “Akşam görüşelim istersen, şimdi bilmek ister misin bilmiyorum ama annemin gelinlik provasındayım.”

“Harika,” yazdı Aziz Ata ve alaycı mesajlarına devam etti, “Daha iyi bir haber alamazdım bugün.”

Güldüm ve telefonu cebime atıp anneme baktım. Salonun ortasında durmuş atölyesinde çalışan asistanlarına üzerindeki gelinlikle ilgili yönlendirmeler yapıyordu. Gelinliğinin uzun tülden kolları vardı ve düz sade bir elbise gibi uzanıyor olması sebebiyle fazlasıyla nazik görünüyordu. Abartılı bir şey giymek istememişti.

“Eteği nasıl sence?” diye sordu bana, “Biraz daha kısalsa mı?”

“Bence böyle gayet iyi.”

“Çok sürünmüyor mu yerde?”

“Biraz daha kısaltırsanız bu sefer yere değmeyecek bile anne.” diye mırıldandım, “Ama kolları çok az daha kısalabilir, en azından parmakların görünsün.”

Belli ki önümüzdeki on gün boyunca ev her gün böyle olacaktı. Birileri gelinlik için gelip gidiyordu, birileri düğün organizasyonu için. Üstelik düğünden sonra bir aylığına da balayına gideceklerdi. Neyse ki beni de yanlarında götürmek için ısrar etseler de kararıma saygı duydular ve bir ay boyunca evde tek kalarak kafa dinlememe müsaade ettiler. Bu yeni hayatıma hazırlanabilmem için büyük bir fırsat olacaktı.

Düğün annemin atölyesinin bahçesinde, Konfeti Atölye’nin büyük bahçesinde yapılacaktı. Bahçeye tülden yapılma beyaz el örmesi şemsiyeler kurulacaktı.

Ferforje masalar ve sandalyeler bembeyaz olacaktı. Çiçekler, peçeteler, düğüne dair her detay beyaz olacaktı. Ve artık olay akışının içine öyle çok dahildim de annem gelinlik provasına devam ederken düğün organizasyonu için gelenlerle görüşmeyi bile ben yapıyordum.

Yemeklerden içeceklere, müziklerden çatal bıçak takımlarına kadar birlikte karar vermiştik.

Annemin düğününün organizasyonuna yardımcı olacağım hiç aklıma gelir miydi? Sanmam.

Saatler sonra günün işleri nihayet bittiğinde annem atölyedeki işlerini halledebilmek için evden gittiğinde ben salondaki büyük koltukta uzanmış televizyona bakınıyordum. Gözlerim bir yandan da bahçedeki büyük camdaydı çünkü Aziz Ata’nın her an kapıda belirebileceğini biliyordum. Günlerdir görüşmüyorduk ve bir anda beni görmek istemişti?

Üzerimde keten kumaştan yapılmış mavi yazlık elbisem ile Aziz gelene kadar saçlarım bozulmasın diye robotik bir uzanışla televizyon izlemeye çalışırken bir arabanın kapıda durduğunu fark ettim. Merakla kalkıp kapıyı açtığımda Aziz Ata’nın arabadan indiğini gördüm. Beni görünce gülümsedi ve bana doğru yürümeye başladı.

“Selam.” dedi.

“Selam.” dedim, “Bahçede oturmak ister misin?”

“Aslında…” diye mırıldandı Aziz Ata, “Oturmak isterim ama sana bir misafir getirdim.”

“Öyle mi?” dedim soran gözlerle, merakla arabaya baktığımda içinde hiç beklemediğim birini, hiç beklemediğim bir yüzü gördüm.

Aziz Ata’nın annesini.

“Aslında bu buluşmayı annem istedi,” dedi Aziz, “Günlerdir söylüyordu, sana karşı ne kadar mahcup hissettiğini anlatıp duruyordu. Mecbur kaldım. Ben getirmesem kendisi gelecekti.”

Ne diyeceğimi bilemedim, “Peki.” diyebildim sadece, “Buyurun. Ben içeriye söyleyeyim, bize çay getirsinler.”

Bu emrivaki beni öfkelendirse de kadının ne kadar mahcup olduğunu buradan bile görebiliyordum, üstelik buraya kadar gelmişlerdi, kovacak halim yoktu.

“Mahperi Abla,” diye seslendim kapıdan, “Bahçeye üç fincan çay getirebilir misin acaba?”

“Hemen Derin’im!”

Boğazımı temizleyerek kapıyı kapattım ve derin bir nefes alıp onlara döndüm. Aziz’in annesi arabadan inmiş, bana doğru yürüyordu. Gözlerine bakmak yerine elimle masayı gösterip onu masaya davet ettim.

“Buyurun,” dedim, “Çay istedim ama başka bir şey içerseniz söyleyebilirim.”

“Yok,” dedi kadın, “Sana söylediklerimden sonra çay ikram etmen bile çok mahcup eder beni kızım. Oturabilir miyim?”

“Tabi ki.” dedim.

Aziz Ata’nın gözlerinin annesinin üzerinde olduğunu fark ettim, sanki her an yanlış bir şey söyleyebilirmiş de Aziz onu zapt etmek istiyormuş gibi görünüyordu.

“Çiçekleriniz ne güzelmiş…” dedi kadın etrafına bakınırken.

“Evet,” dedim, “Annem zevklidir peyzaj konusunda.”

Başını salladı. Kadın tam söze girecekti ki Mahperi Abla elinde bir tepki ile kapıya çıkınca susmak zorunda kaldı.

“Hoş geldiniz,” dedi Mahperi Abla, masaya üç fincan çay bir tabak da kurabiye bıraktı.

Aziz Ata “Teşekkürler abla.” diyerek tepsiyi Mahperi Ablanın elinden alıp masaya koyarken bahçede gergin bir sessizlik vardı. Mahperi Abla da soran gözlerle bana bakıyordu, kaş göz yaparak “Ben sana sonra anlatırım.” gibi bir şeyler söylemeye çalıştığımı anlayınca başını sallayarak içeri geçti.

“Evet anne,” dedi Aziz Ata boğazını temizleyerek, “Seni dinliyoruz.”

Kadın çayından bir yudum aldı ve bana döndü.

“Seninle güzel bir tanışma yaşayamadık Derin’ciğim,” dedi bana, “Ben her şeye en baştan başlayalım istiyorum. Asu ben, Asu Yener. Aziz Ata ve Deha’nın annesiyim. Bir de Neva’nın…” dedi hüzünlü bir iç çekişle.

Neva Aziz Ata’nın o doğmadan önce ölen ablasıydı. Ben de bu gerçeği yeni öğrenmiştim aslında ama bu gerçek onların tüm hayatıydı.

“Başınız sağ olsun,” diye mırıldandım, “Ben de yeni öğrendim sayılır.”

“Sağ ol kızım.” dedi Asu Yener, “Aziz Ata sana zaten hikayemizi anlatmış. Ama tabi kibar çocuk, annem o olaydan sonra kafayı yedi diyememiştir…”

Aziz Ata derin bir iç çekerken ben ne diyeceğimi bilemeyerek önüme döndüm ama Asu Yener gülümsüyordu.

“Şaka bir yana, Neva’nın kaybı beni dağıttı Derin’ciğim. Yıllardır hastaneye yatar çıkarım, dönem dönem dengesizleşirim, ne dediğimi bile bilmem bazen. Depresyonum yıllardır geçmek bilmedi. Ara ara kendime dönsem de bir harabeden fazlası değilim ben. Son zamanlarda yaşananları da biliyorsun, eminim seni de bizi etkilediği kadar etkilemiştir. Benim bir gelinim vardı, iki de torunum. Şimdi araya böyle bir ilişki girince… Dengem iyice şaştı benim.”

“Sizi anlıyorum.” diye mırıldandım, “Benim dengem de bozuldu, aynı şeyleri yaşıyoruz.”

“Ha işte,” dedi kadın, “Demem o ki o gün de seni Aziz Ata’nın evinde görünce tansiyonum iyice çıktı, zaten ilaçlarla kendime gelmişim, ne dediğimin bile bilincinde değildim. Ama sonradan utandım tabi söylediklerim için. Ben anneleriyim çocuklarımın, sahipleri değilim. Bu böyle olduysa ya kaybedeceğim Deha’yı ya da anneni de kabulleneceğim. Bu sebeple ben Zeren Hanım’ı kabullenmeyi seçtim ama bu süreçte olan sana oldu yavrum. En büyük ayıbı sana yaptım ben o cümleyi kurarak. Aklı başında bir kadın olsam özür dilemeye bile gelmezdim, yüzüm olmazdı ama anlattığım gibi işte, zaten aklım başımda değil ki benim…”

Titrek bir nefes aldım. Şu on sekiz yıllık ömrümde ne çok kişiyi affetmek zorunda kalmıştım, ne çok kişi kendisini affettirmek zorunda kalacağı izler bırakmıştı hayatıma.

Karşımdaki kadının durumu gerçekten iyi değildi. Dengesi çok uzun yıllar önce şaşmış, bilinci çok zaman önce bulanıklaşmıştı. Benim ona söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu.

“Sorun değil Asu Hanım,” diye mırıldandım, “Sizi anlıyorum. O cümleyi bilinçli bir halde kurmadığınıza da inanıyorum.”

“Ah yavrum,” dedi Asu Hanım, “Aziz’imin anlattığı kadar varmışsın.”

Gözlerim merakla Aziz Ata’ya kaydığında annesi konuşmaya devam ediyordu.

“Çok naif demişti senin için, çok dürüst, çok güzel…”

Utanarak başımı eğdim. Aziz Ata ise annesine artık susması için gülerek kurabiye tabağını uzatıyordu. Biraz daha konuşursa Aziz’in evde benim hakkımda söylediği her şeyi duyacaktım galiba.

“O kadar rahatladım ki Derin.” dedi kadın dolu gözlerle gülümseyerek, sonra bir anda kendini tutamadı ve uzanıp bana sarıldı sıkıca.

Ne yapacağımı bilemedim önce, ellerim şaşkınlıkla havada kaldı. Gözlerim ise Asu Yener’in omzunun arkasından Aziz Ata’nın gözlerine bakıyordu. Aziz bana karşı mahcuptu, annesini durdurmak için ayağa kalkıyordu ki kollarım bir anda annesini sardı.

“Kızım da yaşasaydı da böyle sarılsaydım ona…” dedi bana gözyaşları içinde sarılırken, “Belki sen de manevi kızım olursun benim.”

Aziz Ata bile bizi izlerken duygulanmıştı.

Kollarının arasından ayrılıp hüzünle baktım Asu Yener’in bana sevgi ile bakan gözlerine. Sevgiyi gerçekten gördüm o bir çift yorgun gözde.

Fakat gün gelecekti o şimdi bana sevgiyle bakan o bir çift göz nefretle bakacaktı bana.

Nefretle bakacaktı ve en acısı bu değildi.

Gün gelecekti ve ben hak verecektim bana bakan gözlerin ardındaki nefrete…

İşte en acısı da bu olacaktı…

Birileri bir gün benden nefret edecekti, ve sonuna kadar haklı olacaklardı…

Sonuna kadar.

Ya da…

Sonsuzuma kadar…