10.Bölüm : Kırmızı Bisikletli Çocuk

Beyza Alkoç

*Dumanlar benden geliyor...*

Yağmur ben buraya taşındığımdan beri hiç durmuyordu. Sanki yanlış bir sokağına girmiştim kaderimin, gitmemem gereken bir yerine ilerliyordum hayatımın. Olmayacak bir hayalin peşine düşmek üzere gibiydim, sanki incinmeye doğru yol alıyordum. Ya da bambaşka bir açıyla bakmalı ve şöyle düşünmeliydim. Yağmur bu zamana kadar geçirdiğim yirmi yılı silip süpürmek için yağıyordu, silip süpürülsün ki yeniden başlayabileyim diye...

“Uyuyor mu?” diye sordum sessizce, Efe’nin misafir odasının kapısında durmuş gözyaşları içinde Efe’nin gözlerine bakıyordum. Başını salladı.

“Uyuyor...”

“Senden korkmadı mı? Nasıl geldi?” diye sorduğumda Efe acı içinde gülümsedi.

“Onu babasından kurtaran kim olursa olsun korkmadan gelirdi... Sen de öyle yapmaz mıydın?” Acı içinde başımı salladım.

“Hadi gel, uzaktan bak ona...” Sonra odanın kapısını sessizce araladı. Korka korka başımı uzattım. Misafir odasının tekli yatağında küçücük kalmış bir kız çocuğu girdi görüş alanıma. Şok içinde baktım yüzüne, vücuduna, kollarındaki morluklara, bacaklarındaki kızarıklıklara, yanağındaki yara izine. Efe çığlık atacağımı anlayıp eliyle ağzımı kapattı.

“Odama gel, sakin ol! Onu korkutamayız Mine, lütfen sakin ol!” Efe beni kolumdan tutup kendi odasına götürdüğü an kendimi dizlerimin üstünde yerde buldum. Efe yere eğilip bana sıkı sıkı sarılırken ağzımı onun omzuna kapatmış bağırmalarımı bastırmaya çalışarak ağlıyordum.

“Sakin ol... Geçti... Sakin ol...” Efe kulağıma melodi gibi gelen sesiyle beni sakinleştirmeye çalışırken yaşadıklarım bir bir gözlerimin önünden geçti. Canımın her bir yanışı, ağlamalarımın her bir duyulmayışı, kendi kendimi teselli edişlerim, yaşadıklarıma anlam veremeyişlerim... Hepsi gözümün önünden geçti. İçim dışıma çıkarcasına ağlayarak geçirdiğim on dakikanın sonunda başımı Efe’nin omzundan kaldırıp gözlerine baktım. Ellerini uzatıp gözyaşlarını sildi.

“Onu kurtardın...” diye mırıldandım gözyaşları içinde. Efe’nin sol gözünden bir damla yaş aktığında öfkesini gözlerinden okuyabiliyordum.

“Ben de bu haldeydim, yara bere içindeydim. Her yanım morluklarla doluydu, küçücük bedenim o kadar yorgundu ki konuşmaya halim yoktu. Çok dua ederdim şu kapıdan biri girse de beni kurtarsa diye. Sen o kapıdan girdin, onu kurtardın.” Tir tir titriyordum, ona karşı o kadar büyük bir minnet duygusu hissediyordum ki neredeyse ellerini öpecektim.

“Seni de kurtardım.” diye mırıldandı, “Küçük Mine o evden yaralı, üzgün ve korkmuş bir halde gitti, sonra büyüdü, bunları atlattığını sandı. Oysa küçüklüğünün yaralı ruhu hala o evdeydi Mine, orada sıkışıp kalmış kurtarılmayı bekliyordu. Kardeşinle beraber seni de aldım oradan. Ben oraya seni de kurtarmaya gittim. Seni de kurtardım...” Gözlerinin içine bakarken tüm vücudum titriyordu.

“Tutsaktın.” dedi, “Yaşadığın her bir gün tutsaktın. Hep bir yanın eksik hissediyordun, değil mi? Ne yaşarsan yaşa tatmin olmuyordun, ne yaşarsan yaşa mutlu olmuyordun, ne yaşarsan yaşa içinde hep bir acı vardı. Değil mi?”

“Evet... Çok derinde, anlam veremediğim bir acı.”

“Kendini hiçbir zaman özgür hissedemedin, değil mi?”

“Hissedemedim... Hiçbir zaman.”

“Hep hayal ettin... O adam sana senden güçlü olduğunu hissettirirken hep içeriye biri girsin de ona ondan daha güçlü birilerinin de olduğunu göstersin istedin. Hep bunu hayal ettin, değil mi?”

“Evet...” dedim ağlamam bir krize dönmek üzereyken.

“Artık ondan daha güçlü birilerinin de olduğunu biliyor. Ona dedim ki, ‘Mine’nin sana selamı var, kız kardeşini almaya geldim.’ Senin için gittiğimi biliyor, yalnız olmadığını biliyor, yaptıklarının cezasız kalmayacağını biliyor. Artık özgürsün Mine. Ruhun artık o evde değil. Burada... 26 numaralı bu binada. Ruhun sen neredeysen orada...”

“Ben...” dedim güçsüz bir sesle, “Hayatımda ilk defa kendimi bu kadar özgür ve bu kadar tamamlanmış hissediyorum. Sana nasıl teşekkür edeceğimi bile bilmiyorum.”

“Mutlu olman benim için en büyük teşekkür.” Ona sıkıca sarıldım. Dakikalarca sarıldık. Her nefes alış ve verişimde biraz daha rahatlıyordum.

“Onu uyandırmalı mıyız?” diye sordum gözyaşlarımı silerken.

“Kahvaltı yapmalıyız.” dedi Efe. Ayağa kalktı ve bana elini uzattı, “Hadi...” Elini tutup ayağa kalktım.

“O aç mıdır?” diye sordum endişeyle.

“Kahvaltısını yapıp öyle uyudu, merak etme. Bırakalım da o uyandığı zaman yanımıza gelsin, biz uyandırmayalım.”

Sonra birlikte balkona geçtik. Efe’nin karşısına oturduğumda etrafımda dönen dünyanın gerçekliğini kaybetmiştim. Gözlerimi kapatmış çocukluğumu düşünüyordum. Oradaydım, o evdeydim ve biri gelip beni kurtarsın diye dua ediyordum. Sonra gözlerimi açtım, Efe’nin gözlerini gördüm ve bu gözlerin bana ne kadar tanıdık geldiğini düşündüm.

“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Efe.

“O evde uyuduğum her an rüyalarımda hep bir süper kahraman görürdüm, peleriniyle gelip beni oradan kurtaran bir süper kahraman... Rüyalarım hep o oturma odasında ağladığım an başlıyordu, sonra kapı açılıyordu, biri gelip beni o cehennemden alıp kurtarıyordu. Çok garip, ama o süper kahramanın gözleri senin gözlerine çok benziyordu.” Efe gözlerime uzun uzun baktı.

“Çok isterdim...” dedi gururuna yediremediği bir şeyler hissettiğini belli eden o ses tonuyla, gözlerini kaçırdı.

“Ne isterdin?” diye sordum.

“O günlerde orada belirip seni oradan alıp götürmeyi... Çok isterdim Mine.”

“Çok küçüktün...” dedim acı içinde gülümserken.

“Sen de çok küçüktün. Sen o yaşta tüm bunları yaşayabildiysen ben de bisikletimle gelip seni oradan kurtarabilirdim.”

“Keşke...” diye mırıldandım güçsüzce, hayatımda ilk defa kendimi bu kadar zayıf hissediyordum, söylediklerime ben bile inanamıyordum ama konuşmaya devam ediyordum, “Keşke gelip beni kurtarabilseydin...” Efe dolu gözleriyle burnunu çekerek başını havaya kaldırdı, gözlerini kapattı.

“Beni kimse kurtarmadı, bugüne kadar... Hayatımda ilk defa bugün kurtarılmış hissettim. O günlerde gelip beni oradan alıp götürmeni çok isterdim. Fakat yaşanması gerekiyormuş, yaşandı. Yıllar sonra geldin ve beni aldın oradan.”  Efe uzun uzun gözlerime baktı.

“Kendimi çok suçlu hissediyorum.” dedi. Kaşlarımı çattım.

“Neden?” dedim gülümsemeye çalışarak, “Senin ne suçun var?”

“Babanın evine gittiğimde fark ettim ki benim çocukluğum da senin evinin beş sokak ötesinde geçmiş... Beş sokak ötemde bunlar olmuş, duymamışım, duymamışız...”

“Birilerinin yan evlerinde, alt katlarında, üst katlarında neler oluyor... Duymuyorlar. Duymazdan geliyorlar. Takma kafana Efe, yaşanması gerekiyordu ve yaşandı. Bu kadar. Başka hiçbir cümleye gerek yok. Hayatım boyunca kendime bunu söyleyip durdum. Yaşanması gerekiyordu ve yaşandı... Geçmişi değiştiremeyiz.”

“Belki de değiştirebiliriz.” dedi. Kaşlarımı çattım.

“Nasıl?”

“Gözlerini kapat...”

“Ne?” dedim şaşkınlıkla, “Neden?”

“Ufak bir hayal oyunu oynayacağız. Hadi, kapat gözlerini.” Tereddüt ederek geçirdiğim birkaç saniyeden sonra kabullendim ve gözlerimi kapattım.

“Şimdi bana çocukluğunda hiç unutamadığın bir anı anlat... Kendini orada hayal et. Her ayrıntısını kafanda düşle...” Derin bir nefes aldım ve kendimi kocaman bir acının ortasında buldum.

“Oradayım, oturma odasında, o bana vuruyor, ben ağlıyorum. Bağırıyorum, yardım istiyorum. Yalvarıyorum... Sonra dışarıdan birilerinin sesi geliyor, ‘Yangın var!’ diye bağırıyor insanlar. Babam beni bırakıyor, koşarak dışarı çıkıyor. Kendi çocuğunu döven bir adam dışarıdan gelen ‘Yangın var!’ sesini duyup yardım etmeye koşuyor. Peşinden gidiyorum. Bütün sokak dışarıda, hepsi yanan boş bir gece konduyu söndürmeye çalışıyor. Olan biteni şaşkınlıkla izliyorum. Komşularımızdan birinin yanına gidiyorum ve diyorum ki ‘Benim de mi böyle demem gerekiyordu?’ Anlamıyor. Ne saçmaladığımı sorarak beni azarlıyor. Ona diyorum ki, ‘Yardım istemem, bağırmam, ağlamam yeterli değil mi? Bana yardım etmeniz için ‘Yangın var!’ diye bağırmam mı gerekiyordu? Sonra çok sevgili komşumuz bana kızıyor, ‘Ev cayır cayır yanıyor, üstünden yükselen dumanları görmüyor musun? Ne saçmalıyorsun sen?’ Sonra elindeki bir kova su ile koşa koşa eve doğru ilerliyor. Arkasından halsizce mırıldanıyorum, ‘Dumanlar benden geliyor...’ diyorum. İçimin yandığını hissediyorum, içimdeki yangını hissediyorum, üzerimden çıkan dumanları sadece ben görüyorum. Bütün mahalleli boş bir yangını söndürmeye çalışırken içinde bütün dünyayı yakmaya yetecek kadar büyük bir yangını barındıran küçücük bir çocuk olarak ben halsizce eve dönüyorum. Oturma odasında oturuyorum, babamın gelip beni dövmeye devam etmesini bekliyorum. Ağlıyorum. Bağırıyorum, ‘Dumanlar benden geliyor.’ diyorum, sayıklıyorum... Kimse yardım etmiyor. Kimse benim yangınımı söndürmüyor.”

Efe’den uzunca bir süre ses çıkmadı. Gözlerimi açtığımda kıpkırmızı olmuş yüzünü gördüm. Ter içinde kalmıştı, çaresizce balkonun içinde oradan oraya dolanıyordu. Yumruk yaptığı elleri bile kıpkırmızıydı.

“Gözlerini kapat...” diye mırıldandı, kalın sesi çatallı çıkıyordu.

“Tamam...” dedim sessizce. Gözlerimi kapattım.

“Tam oradasın,” dedi Efe, “Oturma odasında oturmuş sayıklıyorsun. Korkuyorsun... Kapı açılıyor, içeriye girenin o adam olduğunu sanıyorsun. Korkarak kendi kollarının arasına gömülüyorsun. Sonra biri ellerini tutuyor.” dedi ve ellerimi tuttu.

“Efe bunlar gerçek değil...” dedim gözyaşları içinde, “Kimse gelip ellerimi tutmadı işte.”

“Hayal et Mine... Sadece hayal et... Biri geliyor, ellerini tutuyor. Tam olarak böyle, seni kaldırıyor. Gelen benim, ellerini tutup seni kaldıran benim, hayal et...” Sonra beni ellerimden sıkıca tutup ayağa kaldırdı.

“Efe...” dedim itiraz etmek için. Oysa o pes etmeden devam ediyordu.

“Birlikte kapıya çıkıyoruz. İkimiz de küçücük birer çocuğuz. Ben kırmızı bisikletimle seni kurtarmaya gelmişim. Bisikletim kapıda, seni önüme alıyorum ve birlikte bisikletime binip uzaklaşıyoruz... Rüzgar saçlarımızı uçuruyor, hayal et... Hava o kadar güzel esiyor ki serinlediğini hissediyorsun, sonra bir deniz kenarında duruyoruz. Bisikletimden iniyoruz. Ayaklarımızı denize sokuyoruz. İçinin yangını bir anda sönüyor. Gerisi yok Mine, çocukluğun orada bitiyor ve kendini bugünde buluyorsun. Çocukluğuna dair aklında kalan tek hatıra bu olsun, olmaz mı?” Gözyaşları içinde gözlerimi açtım, gülümsemeye çalıştım.

“Neden?” dedim çaresizce.

“Ne neden?” diye sorduğunda ikimiz de benim geçmişimin gerçekliğiyle mahvolmuş bir haldeydik.

“Neden hayatına giren bir yabancının hayatından öylece geçip gidişini izlemek yerine onu mutlu etmeye çalışıyorsun?” Efe derin bir nefes aldı kıpkırmızı olmuş yüzünü kaldırdı ve yüzüme baktı.

“Çünkü birilerine yardım etmem için ‘Yangın var.’ diye bağırmalarına gerek duymuyorum. Birinin üzerinden dumanlar yükseliyorsa, ben bunu görebiliyorum.”

“Ne demek bu? İçimdeki acıyı en başından beri biliyor muydun?” Efe gözlerini gözlerime dikti ve uzun uzun baktı.

“Biliyordum Mine... Seni gördüğüm ilk an gözüme çarpan ilk şey gözlerindeki hüzündü. Onu çözmek istedim, her şeyi öğrenmek istedim, yardım etmek istedim...” Ona hayranlıkla baktım. Böylesine güzel bir ruhla tanışmak bu hayatta bir insanın karşısına çıkabilecek nadir şanslardan biriydi. Gerçek olamayacak kadar güzel bir ruhu vardı. Dışarıya ne kadar soğuk ve sert görünürse görünsün içi o kadar sıcaktı. Ağlamam dindiğinde, nefeslerin sakinleştiğinde arkama yaslanmış çayımdan bir yudum alıyordum. Efe de karşımda oturmuş kahve içerek kendine gelmeye çalışıyordu.

“Söylesene, bu dumanlar beni ne zaman bırakıp gider Efe?” diye sordum dışarıdaki yağmur şiddetini arttırırken. Efe sessizce yüzümü izledi. Sonra başını çevirip dışarıya baktı.

“Hiçbir zaman.” diye mırıldandı... Sonra sessizce ekledi, “Belki de dumanlarla yaşamayı öğrenmeliyiz.”

“Puslu yaşamayı öğrenmeliyiz diyorsun yani...” Başını salladı.

“Aynen öyle diyorum. Peki hala öğrenmedin mi?” diye sordu. Gülümsedim.

“Öğrenmeyi bıraktım, öğretici olabilecek noktadayım.”

“Bana da öğretmek ister misin?” diye sordu arkasına yaslanırken. Gözleri gözlerime derin derin bakıyordu.

“Çok isterim Kırmızı Bisikletli Çocuk...”

O gün orada uzun uzun sohbet ettik. O gün aramızda bambaşka bir bağın doğduğu gündü. Efe Duran ve ben bu hayatta ne olurduk bilmiyordum ama onunla çok iyi birer dost olacağımızı adım gibi biliyordum. Tüm bu güç gösterilerinin, parıl parıl bir yaşantının altında Efe’nin içinde de bir sürü rengarenk acı olduğunu biliyordum. Hiçbir şeyin dışarıdan göründüğü kadar parlak olmadığını gözlerinden okuyabiliyordum. O bugün beni bambaşka bir hatırayla tanıştırmıştı, çocukluğumda yaşandığına inanmak istediğim yepyeni bir hatırayla. Sanki yaşanmış da ben unutmuşum gibi bağlanmıştım o hatıraya. Kırmızı bisikletli bir çocuğun gelip beni kurtardığını düşlemek benim bu hayattaki tek kurtuluş yolumdu. Geçmişim beni belli etmesem de içten içe parça parça ederken şimdi kendimi bütünleşmiş hissediyordum. Karanlıklardan çekilip alınmış, sırılsıklamken kurulanmış, donarken ısıtılmış, yapayalnızken sarıp sarmalanmış hissediyordum.

“Efe...” diye mırıldandım çayımın dibinde kalan son yudumu aldıktan sonra.

“Efendim Mine?”

“Senden bir şey isteyebilir miyim?” diye sordum hayatımın en cesur kararını vererek.

“Benden her şeyi isteyebilirsin.” diye mırıldandı. Derin bir nefes aldım. Bir an bile tereddüt etmeden konuşmaya başladım.

“Beni oraya götürür müsün?”

“Nereye?”

“Oraya...” Anlamıştı, açıklamama gerek yoktu. Oraya gitmek, çocukluğum ile yüzleşmek zorundaydım. Bu benim kurtuluşumun son adımıydı. Efe birkaç saniye gözlerime baktı, bendeki cesareti görüp emin olmak istiyordu.

“Tamam...” dedi, “Üst sokakta teyzem oturuyor. Ece’ye bakması için onu çağırayım ve çıkalım. Olur mu?” Başımı salladım.

“Olur...”

Hayatım beklemediğim bir yöne doğru ilerlerken yepyeni bir perdenin açıldığını hissediyordum. Yıllardır karanlıkta kalmış evimin perdeleri açılmış ve güneş ışığıyla tanışmıştım. Dumanlar benden yükseliyor olabilirdi, ama artık yanmıyordum.