1. Bölüm: Mavi
Ben Derin Mavi Sezer. On yedi yaşımın son günlerinde içinde olmayı hiç de dilemediğim bir meselenin içindeyim. En yakın arkadaşlarımdan biri, çocukluk arkadaşım Baran Bağcı tam bir aydır ortada yok ve en son görüldüğü benim yanım… Baran en son burada, okulumuzun büyük siyah kapısının önünde benimle tartışırken görüldü. Doğru duydunuz, benimle tartışırken…
Ve sonra puf… Bir anda ortadan kayboluverdi.
Tartışma konumuz bana göre çok basitti aslında. Son üç yıldır birlikte bir okul dergisi çıkarıyorduk, “MÜREKKEP.” Ve tartışmamızın sebebi biz mezun olduktan sonra dergiyi devredeceğimiz öğrenci grupları hakkında bir anlaşmaya varamamamızdı.
Bana kalırsa her şey çok basitti, sorunsuzdu. Fakat dışarıdan görünen tablo bambaşkaydı. Diğerlerine göre Baran benimle gürültülü bir tartışma yaşadıktan hemen sonra ortadan kaybolmuş ve bir daha da kimse tarafından görülmemişti…
Okulda pek de sevilen biri değildim ve artık birilerinin gözünde çocukluk arkadaşımın ortadan kaybolmasının sebebiydim…
Oysa bir gün ortaya çıkacak gerçek herkesin inandığından o kadar başkaydı ki kimse tüm bu olan bitenin evimin duvarında asılı eski bir fotoğraf çerçevesine bağlanacağını asla tahmin edemezdi… Ben bile.
1.BÖLÜM : MAVİ.
Sınıf soğuk. Camdan içeri yansıyan güneş ışıkları bu büyük dersliğin içinde beklediğini bulamıyor, kaybolup gidiyor. Her yer gri, her yer kasvetli. Koca sınıfın ortasında tek başımayım. Kendi sıramda oturmuş uzun siyah saçlarımın altına sakladığım kulaklıklarımdan çalan şarkıyı dinliyor, “Ve o veda sana hediyem olsun, beni unutama.” diyen şarkının sözleri içime işlerken ister istemez onu düşünüyorum. Baran’ı.
Bugünün tarihi 22 Mart. Baran’ın kaybolmasının üzerinden tam bir ay geçti. Onu en son gördüğüm tarih 22 Şubat’tı. Yine burada, bu okulun duvarlarının arasındaydık. Koridor boyunca tartışarak ilerlemiş, okulun kapısına ulaştığımızda ise tartışmamız alevlenmişti.
“Bencilsin Derin,” demişti bana, “Kendinden başka kimsenin fikirleri umurunda değil.”
Ona umursamazca bakmıştım, “Aynen öyle,” demiştim, “Kendimden başka kimsenin fikirleri umurumda değil Baran. Ha, ayrıca… benim bencil olduğumu düşünüyor olman da umurumda değil.”
Biz tartışırken yanımızdan geçip giden bütün öğrencilerin gözleri üzerimizdeydi.
“İyi, senin aptallığınla daha fazla uğraşamayacağım. Her arkadaşlığın belli bir süresi var dediklerinde hiç ihtimal vermemiştim ama doğruymuş, bizimkinin süresi bitti. Hoşça kal Mavi. Kendine iyi bak… Ya da ne yaparsan yap.”
Geniş kapı, zil sesi, gelip geçen insanların gürültüleri, uğultulu konuşmalar ve hepsinin ortasında bir noktada aklımda yankılanıp duran o cümle, “Hoşça kal Mavi.”
“Hoşça kal Mavi.”
Canımı nasıl yakacağını o kadar iyi biliyordu ki ben artık onun için “Mavi”ydim. İsmim Derin Mavi, Derin annemin seçimi, Mavi ise babamın. Herkes bana doğduğum günden beri “Derin” diye seslenirken bana “Mavi” diye seslenen tek kişi babamdı. Ve onun bana seslendiğini duymayalı on yıldan fazla olmuştu.
Ben uzun zamandır Derin’dim, Mavi benim acılarımın rengiydi çünkü bana her zaman babamı hatırlatıyordu.
Bir ay öncesinin anılarından sıyrılıp günüme döndüm, ben sıramda oturmuş müzik dinlemeye ve önümdeki deftere yazmaya devam ederken teneffüsten dönenler bir bir yanımdan geçiyor, sıralarına yerleşiyorlardı. Kulaklıklarımdaki son ses müziğe rağmen birilerinin hakkımda konuştuklarını hisseder gibi oldum. Onlara fark ettirmeden telefonumun sesini kıstım ve etrafımdaki konuşmaları dinlemeye başladım.
“Kanka öyle deme,” diyordu bir erkek sesi, sesi biraz daha kıstığımda kimin konuştuğunu anladım, konuşan Yiğit’ti, Baran’ın benden bağımsız arkadaşlarından biri. Benimse hiç muhattap olmadığım bir tip.
“Kanka öyle deme, herkesten her şey beklenir. En son görüldüğünde kimin yanındaydı, kiminle tartışıyordu herkes biliyor. Polisin bile ilk sorguladığı kişinin kim olduğunu duyduk.”
Evet, hedef bendim. Başımı kaldırıp yan sırama yaslanmış benim hakkımda konuşan beş kişinin yüzlerine doğru nefretle baktım. Kulaklıklarımı çıkardığımda onlar da bana bakıyordu. Bu sınıftaki kimseyle yıldızım barışamamıştı bir türlü, belki de haklıydım.
“Eee,” dedim soğukkanlı bir vurguyla, “Açık açık söylesene ismimi. Baran en son benim yanımda görüldü, üstelik tartışıyorduk, polisin ilk sorguladığı kişi de ben oldum, evet.” Yiğit huysuz bir bakışla söze girdi.
“İsmini söylememe bile gerek yok ama çok istiyorsan söyleyeyim, Mavi.”
“İsmim Derin.” diye düzelttim onu.
Son bir ayımın bir kabustan farksız geçmesi sebebiyle duyduğum, gördüğüm her şey tahammül sınırlarımı daha da zorluyordu. Oturduğum sırada ayağa kalkıp Yiğit’e öfkeyle baktım.
“İsmim Derin ve Baran benim de arkadaşım. Sizin beni suçlayıp suçlamamanız umurumda bile değil. Sen…” dedim ve öfkeyle devam ettim, “İnsanlara iftira atmadan önce geçen sene bu kızın cüzdanını sırt çantasından nasıl çaldığının hesabını ver…”
“Ne?” dedi başımla gösterdiğim sarışın. Alya ilçenin en zengin ailelerinden birinin kızıydı. Geçen sene bir beden eğitimi dersi sonrası cüzdanının çalındığını söyleyip ortalığı ayağa kaldırmıştı ve Alya’nın cüzdanını çalanın Yiğit olduğunu kendi gözleriyle gören tek kişi bendim.
Oysa o zamanlar acımıştım ona. Ailesinin durumunu bildiğim için bir anlık bir hata yaptığını düşünmüştüm, sesimi çıkarmaya gönlüm razı olmamıştı. Ama madem savaş istiyordu, savaşırdık.
“Ne cüzdanı?” dedi Yiğit hırsla.
“Tahminim tuttu.” dedi sınıftan bir başka ses.
Arka planda Hilal Yiğit’e, Yiğit bana hesap sorarken ve diğerleri ortalığı sakinleştirmeye çalışırken ben rahat bir tavırla eşyalarımı topluyordum. Çantamı güzelce yerleştirip kulaklıklarımı da kulaklarıma taktım ve kaosu arkamda bırakıp sınıftan çıktım.
Tanıdığım ve tanımadığım öğrencilerin arasından geçip kütüphaneye doğru ilerledim. Son sınıf öğrencisi olduğumuz için bazı derslere test çözebilmek için katılmama hakkımız vardı. Sınıfta yaşananlar beni bunalttığı an kalkıp çıkmak bulabildiğim tek yoldu. Kütüphaneye doğru ilerliyordum ki bir el kolumu sıkıca tuttu. Kaşlarımı çatarak arkamı döndüğüm an yanımda öfkeyle biten Yiğit’i gördüm.
“Bir saniye, bir saniye,” dedim o bana bağırmaya devam ederken, “Müzik dinliyorum, duymuyorum. Sesini kısayım da öyle bağır bağıracaksan.”
Sanırım bu tavrım onu daha da öfkelendirmiş olacak ki ben telefonumu çıkarıp yavaş yavaş müziğin sesini kısarken o öfkeden kıpkırmızı olmuş bağırmaya devam ediyordu. Müzik sesi kısıldıkça onun sesi yükseliyordu ve artık onu duyuyordum.
“Baran’a kim bilir ne yaptın, sıra bana mı geldi? Bana iftira atmanın da bir bedeli olacak ama! Bunu unutmayacağım, müdüre gitmekle kalmayacağım, hakkında iftiradan suç duyurusunda bulunacağım!”
Harika, artık okulda bir düşmanım vardı. Yiğit upuzun boyuyla önümde durmuş bana bağırıp duruyor, kontrolünü giderek kaybediyordu.
“Kanka gel buraya ya!” diye seslendi arkadan gelen arkadaşlarından biri.
“Bırak beni!” Yiğit arkadaşının kolundan kurtulup bana doğru bir adım attı.
“Bak kızım,” dedi parmağını bana doğru sallayarak, ben ise onu umursamazca izlemeye devam ediyordum, “Sanma ki cinsiyetlerimiz farklı diye sana karşı kibar olurum… Evini de biliyorum, annenin iş yerini de. İstediğim saat çıkar gelirim, istediğim kapıdan da camdan da girerim…”
Bir yandan üzerime doğru yürüyor, bir yandan parmağını sallıyor, bir yandan beni tehdit ediyordu. Korkmuyor olmama rağmen yaşadığım bu anın beni geçmişe götürmesi beni bir anlığına bulunduğum andan alıkoyuverdi. Bana doğru sallanan bu parmak, bu tehditkar konuşmalar ve bu öfke bir anda babama dönüşüverdi sanki. Farkında olmadan bir anlığına titreyip kendime gelmeye çalıştığımda yabancı bir ses doldurdu kulaklarımı.
“Ne yapıyorsun ulan sen?” Bir el Yiğit’i kolundan tuttuğu gibi sertçe çekip benden uzaklaştırdı.
Ben ne olduğunu, ne yaşadığımı bile anlamlandıramazken çocukluğumdaki kötü anılarıma dönen zihnim yüzünden donup kalmıştım. Yiğit’i karşımdan çekip alan öfkeli sesin sahibi uzun boylu, koyu kumral saçlı, hafif kirli sakallı ve ela gözlüydü. Üzerindeki mandarin yaka siyah gömlek ve siyah kot ceket ile öğrenci olmadığı her halinden belliydi. Yine de yüz hatları da sesi de çok yabancı gelmiyordu.
“Sen kimsin!” dedi Yiğit öfkeyle, “Sen kimin kolunu çekiyorsun, kime ulan diyorsun?”
“Asıl sen kimsin?” dedi karşısındaki genç adam, “Kızı köşeye sıkıştırmış tehdit ediyorsun, parmağını sallıyorsun. Ne sanıyorsun ulan sen kendini? Evine girerim, camdan da girerim, kapıdan da girerim ne demek? Bekle ama sen.”
Elini ceketinin cebine götürdü. Cebinden çıkardığı son model telefonundan birkaç şey tuşlayıp bir yeri aradı ve telefonu kulağına koydu. Açılmasını beklerken bir yandan Yiğit’in kolunu tutuyor, bir yandan da göz ucuyla bana bakıyordu.
“İyi misin sen?” diye sorduğu an duvara yaslandığımı, korkmuş gibi köşeye sindiğimi fark ettim. Kendime gelip başımı salladım.
“İyiyim…”
“Alo,” dedi telefona doğru, “Abi ben okuldayım… Diplomamın aslını almaya geldim de burada bir olaya şahit oldum. Ekip gönderir misin? Aynen. Bir erkek öğrenci bir kız öğrenciyi köşeye sıkıştırmış tehdit ediyordu, ben müdahale ettim. Anlatırım detaylarını.”
Telefonu kapatıp ekranda bir şeylerle uğraşırken yanımızdan geçip giden herkesin gözleri yine bizim üzerimizdeydi. Bizim dersliğimize doğru ilerleyen Biyoloji öğretmenimiz Fulya Özkan bizi koridorda görüp de bir terslik olduğunu anlayınca çatık kaşlarla bir bana, bir de Yiğit ve yanındaki yabancıya baktı.
Fulya Hocanın bizden birine neler olup bittiğini sormasını beklerken onun dudaklarından ne Yiğit’in ne de benim ismim çıktı. Seslendiği isim bambaşkaydı.
“Aziz Ata.” dedi sorgulayan bir ses tonuyla.
“Hocam!” Bakışlarım şaşkınlıkla Yiğit’in yanındaki siyah gömlekli genç adama kaydı. İsmi buydu, Aziz Ata. Peki kimdi de öğretmenler tarafından bile tanınıyordu?
“Ne oluyor çocuğum seni geçen sene mezun etmedik mi biz?” Fulya Hoca gülerek konuştuktan sonra kaşlarını çatıp bana döndü.
“Sen iyi misin Derin? Neden sınıfta değilsiniz?”
Ben henüz söze girememişken Yiğit konuşmaya başladı.
“Hocam, sınıfa dönmek istiyorum ama bu arkadaş izin vermiyor, kolumu da bırakmıyor gördüğünüz gibi.”
Aziz Ata denen çocuk gülerek başını kaldırdı ve Yiğit’e “Yanlış kişiyle uğraşıyorsun.” der gibi baktı ve konuşmaya başladı,
“Hocam arkadaşın benimle bir işi var. Az önce kızı köşeye sıkıştırmış tehdit ediyordu da kendisi… Ağabeyimi aradım. Bir sorgulasınlar da aklı başına gelsin.”
Fulya Hoca Yiğit’e kınayan bakışlarla döndü.
“Oğlum son senen bu ya! Yakacak mısın diplomanı? Niye uğraşıyorsun arkadaşınla? Derin, sen iyisin değil mi?”
“Ben iyiyim.” dedim bir kez daha.
“Tamam, o zaman ben rica ediyorum Aziz,” diye söze girdi Fulya Hoca, “Bunca yıllık öğretmenin olarak… Unutulsun mevzu. Çocuğun da senesi yanmasın.”
“Hocam,” dedi Aziz Ata öfkeyle “Kızı evine gelirim, kapıdan da camdan da girerim diye tehdit ediyordu.”
“Tamam da yavrum, yansın mı senesi çocuğun? Derin de iyiymiş bak, şikayetçi de olmaz zaten. Kapansın mevzu.”
Gözler bana döndü. Hem Yiğit, hem Fulya Hoca hem de Aziz Ata denen çocuk bana bakarken kendi kendime düşündüm. Annem benim bu hayatta tanıdığım en güçlü insandı. Beni babamın zulmünden çekip götürdüğü o gün, 15 Şubat 2012 hala dün gibi aklımdayken onun kızı olarak ne yapmalıydım? Annem olsa ne yapardı?
“Ben…” diye mırıldandım ve az önce beni zayıf görüp tehdit eden Yiğit’in korku dolu gözlerinin içine baktım. Dudaklarımı araladım ve kendimden emin bir sesle verdim yanıtını, “Şikayetçiyim.” dedim.
Ve sonra, her şey bir konfetinin patlaması gibi gürültülü ve hızlı oldu. Önce okul müdürünün odasında bir süre misafir edildik. Sonra polis ekipleri gelip Yiğit’i araçlarına alırken benim de şikayetçi olarak gelmem istendi. Öğrendiğim kadarıyla Aziz Ata bizim lisenin mezunlarındandı. Geçen sene mezun olmuştu, şimdi ise Boğaziçi
Üniversitesi Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisiydi. Asıl önemli detay ise Aziz Ata’nın az önce aradığı ağabeyinin İstanbul İl Emniyet Müdürü Deha Yener olmasıydı.
Karakola gidene kadar kimseyle konuşmadım. Ben bir polis arabasında iki polis ile baş başayken, Yiğit bir diğer polis arabasındaydı. Aziz Ata ise şahit olarak ifade vermek için kendi arabası ile bizi takip ediyordu.
Karakola geldiğimde ifade vermek için önce ailelerimizin de oraya gelmesi istendi, Yiğit’in babası ve benim annem aranırken biz de bekleme salonunun ayrı köşelerinde tutuluyorduk. Kulaklıklarımı takmış telefonumda gezinirken Aziz Ata’nın bana yaklaştığını gördüm. Elindeki karton bardağı bana uzattı.
“Sana çay getirdim.” dedi, “Ha, bir de kimliğin…” dedi, “Fotokopisini çekip geri verdiler.”
Elindeki bardağı aldığım sırada elinde tuttuğu kimliğime bakıyordu.
“Derin Mavi.” dedi, “Güzelmiş ismin. Hangisini kullanıyorsun?”
“Derin.” diye mırıldandım. Kimliğimi tam bana uzatıyordu ki kaşlarını çattı.
“25 Mart.” dedi, “Doğum gününe üç gün kalmış. Şimdiden kutlu olsun.”
“Teşekkürler.” diye mırıldandım. O söyleyene kadar doğum günümün yaklaştığının farkında bile değildim.
Üç gün sonra on sekizinci yaşıma giriyordum ve şu an karakoldaydım. On yediye harika bir veda… Muhteşem bir kapanış.
“Bu arada ben Aziz Ata.” dedi elini uzatarak, “Pek iyi bir tanışma olmadı ama… Memnun oldum.” Güldü.
“Ben de memnun oldum.” diye mırıldandım, bana uzattığı elini tuttum ve hafifçe sıktım.
O güne dair hatırladığım son birkaç şeyden biri bu andı. Sonrası hızlı bir jenerik akışı gibi aktı gitti. Aziz Ata ile tanışmam, annemin telaşla gelmesi, ifademin alınması, şikayetçi olduğuma dair birkaç belge imzalamam ve oradan çıkışımız…
Annemin yüzünde korkuyu görebiliyordum. Bana karşı hissettiği kaybetme korkusu ve benim herhangi biri tarafından incitilme ihtimalim birleşince onu içten içe delirtmişti. Karakola gelip de beni gördüğü ilk ana kadar kendi kendini nasıl da yiyip bitirdiğini yüzündeki ifadeden görebilmiştim.
Biz onunla öyle zor şeyler yaşamış, öyle büyük bir karmaşadan kaçmıştık ki nasıl anlatırsam anlatayım az kalacaktı. Benim için onunla yaşadığımız her şeyin özeti, ilk duyuşta ne kadar anlamsız gelirse gelsin bir tabak pilavdı ama. Bir büyük tabak, tereyağlı pilav…
(15 Şubat 2012, Ankara)
(Yazarın Anlatımıyla)
Altı yaşındaki küçük Derin yemek masasında oturmuş, annesinin masaya hazırladığı meze tabaklarını taşımasını izlerken yere değmeyen ayaklarını sallandırıyordu. Karşısında oturan ve bir yandan telefonuna bakıp bir yandan yemek bekleyen babası ise her zamanki gibi gergin görünüyordu.
“Mavi.” dedi, babası Şerif Sezer ona her zaman ikinci ismi ile seslenirdi, “Sallayıp durma şu ayaklarını.”
Küçük derin üzülerek durdu, ayakları sallanmayı bıraktı ama bu sefer de elindeki kaşıkla yavaş yavaş masaya vurup kısık sesle bir müzik yapmaya başladı. Henüz bir çocuktu, ilgisini çeken her şeye yöneliyordu fakat karşısındaki adamın hiçbir gürültüye, hiçbir kıpırtıya tahammülü yoktu. Annesi Zeren ise bir süredir ağrısını çektiği bel fıtığının en zor günlerinden birini yaşarken elinde iki tabak pilav ile sızı içinde masaya döndü. Birini kızının önüne, birini ise kocasının önüne bıraktı.
“Mavi yapma şu sesi.” diye uyardı babası, “Ayağın dursa elin durmuyor ya.”
Fakat adamın son cümlesi küçük kızı nedense güldürdü, bunun kızgınlıkla söylenmiş bir cümle olduğunu anlamamıştı, babasının komik bir cümle kurduğunu düşünerek gülmüş ve elindeki kaşıkla müzik yapmaya devam etmişti. Adam bir hışımla doğrulup kızın elindeki kaşığı aldı ve kızın yüzüne doğru fırlattı.
“Yapma dedim sana!” Şerif Sezer’in öfkeli sesi tüm evde yankılandığında Derin şoktaydı.
Adam öfkeliydi, hiddetliydi ama o an o evin dört duvarının arasında belki de ilk defa ondan daha öfkeli biri vardı.
Derin’in annesi, Zeren Sezer…
Derin şaşkındı, donakalmıştı adeta. Annesi de olduğu yerde kalmış, masanın bir adım ötesinde kocasının çaprazında öylece durmuş gözlerini ayırmadan kızının babasına bakıyordu. Titremeye başlayan elleri hayra alamet değildi. Gözlerinden birinin seğirdiğini hissetti. İçine attığı her şey bir anda patlayacak gibiydi.
Adam öfkesini az önce fırlattığı kaşıktan çıkarmış, biraz olsun rahatlamıştı. Sandalyesine oturup kendi kaşığını eline aldı ve önünde duran bir tabak pilava yöneldi. Anne kız savaş öncesi sessizliği ile kıpırdayamazken adam bir kaşık pilav aldı tabaktan, pilavı ağzına götürdüğü gibi çiğnerken söylenmeye başladı.
“Tuzsuz olmuş bu da. Annesi ne ki kızı ne olsun.”
İşte bu cümle Zeren Sezer için bardağı taşıran son damlaydı. Kontrolünü kaybettiğini hissetti. Hızlıca iki küçük adım attı ve adamın kafasını iki eliyle birden tutup bir anda önündeki bir tabak pilavın içine sokuverdi.
“Bir de böyle dene,” dedi, “Belki seversin.”
Derin gözlerine inanamıyordu. Az önce suratına doğru kaşık fırlatan babasının suratı şimdi bir tabak pilavın içindeydi. Şok içinde annesine baktı. Annesi dolu gözlerle ve kıpkırmızı olmuş bir yüzle hınç içinde Derin’e doğru yürüdü, onu elinden tuttuğu gibi sandalyesinden kaldırıp kapıya doğru çekiştirdi.
Şerif Sezer olduğu yerde öylece kalakalmış, başını tabaktan kaldırıp yüzüne yapışan pirinç taneleriyle şoka girmişti. O şokunu atlatıp hareket bile edemeden karısı çantasını, montlarını ve botlarını alıp kızı ile birlikte evden çıkmış, kapıyı da adamın üzerine kilitleyivermişti.
“Anne!” dedi Derin korkuyla, “Babam çok kötü kızacak bize!”
Annesi nefes nefese eğildi ve Derin’in botlarını giydirmeye başladı.
“Merak etme,” dedi annesi, “O bize bir daha asla yaklaşamayacak…”
Derin ve annesi o gece 15 Şubat 2012 gecesi evi terk etti. Kendilerine yeni bir hayat kurmak için sahip oldukları tek sermaye annesinin kolundaki iki bilezik, kulağındaki küçük altın küpeler ve bir alyanstı. Kadın gözünü bile kırpmadan sattı hepsini. Önce kısa bir süre Mersin’de, annesinin eski bir arkadaşının yanında kaldılar, oradan da İstanbul’a, annesinin çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği eski bir siteye taşındılar. Derin’in babası Şerif Sezer korktuklarının aksine onlara hiçbir zaman ulaşmaya çalışmadı. Boşanmaları anlaşmalı bir şekilde gerçekleşti, adam ondan sonra kızını bile görmek istemedi. Annesi ömrü boyunca hep bekar kalırken babası aldıkları bir duyuma göre boşanmadan yalnızca bir yıl sonra evlendi.
Annesinin söylediğine göre babasının onlar boşandıktan bir yıl sonra evlendiği mavi gözlü kadın evlilikleri boyunca zaten hep hayatlarındaydı. Üstelik hikayelerinin en acı verici yanı da babasının Derin isminin yanına eklemek istediği “Mavi” adının o kadının gözlerinin renginden geliyor olmasıydı…
Derin ve annesinin İstanbul’da yaşadıkları süre boyunca Zeren bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyordu. Sonra bir gün evine bir dikiş makinesi aldı, yalnızca birkaç ay sonra küçük bir terzi dükkanı açtı ve yıllar sonra, Derin ortaokulun son senesindeyken Zeren Aldan kendi moda atölyesini kurup tasarım elbiselerini satışa çıkardı.
Atölyesinin ismini ise ona ilk büyük parasını kazandıran elbise tasarımından ilham alarak seçti. “KONFETİ.” Uzun, siyah saten bir elbisenin üzerine işlediği renkli konfetiler ve “Sizi yürüyen bir kutlama gibi gösterecek.” tanıtımı ile KONFETİ uluslararası bir moda yarışmasında yılın en yaratıcı elbise tasarımı olarak seçildi ve Zeren Aldan o gün itibari ile büyük moda dünyasına adını altın harflerle yazdırdı. Derin annesinin ünlü bir modacıya dönüşmesini hep gururla, heyecanla ve hayranlıkla izledi. İşte bu yüzden Mavi ismini hiç sevmedi. O hep Derin’di. Zeren’in kızı Derin…
25 MART 2024, İSTANBUL
(Derin’in Anlatımıyla)
Haykıracak Nefesim şarkısının Lin Pesto tarafından yorumlanmış versiyonu KONFETİ ATÖLYE’nin büyük kış bahçesinde yankılanırken elimde bir bardak nar suyu ile kalabalığın arasında salınıyordum. Üzerimde mavi bir saten elbise, saçlarım her zamanki gibi salık ve kâküllerim kaşlarımın hemen üzerinde.
Bugün benim on sekizinci yaş günüm. Ve bu geçirdiğim en kötü doğum günüm…
Kimse en yakın arkadaşı bir aydan fazlaca bir süredir ortalarda yokken ve bir kayıp vakası olarak her yerde aranıyorken doğum gününü kutlamak istemez, değil mi? Oysa annem bana takıntı boyutunda düşkün olması sebebiyle kafam kopsa bile on sekizinci yaşımı kutlamam gerektiğine inanıyor. Neyse ki çok büyük ve samimiyetsiz bir kalabalık yerine yalnızca kendi yakın arkadaşlarını, birkaç akrabamızı ve birkaç çocukluk arkadaşımı davet etmekle yetinmiş.
Çocukluk arkadaşları demişken…
Berfu kızıl dalgalı saçlarıyla hemen yanımda ayakta dikiliyor. Dünya ise kış bahçesinin camına yaslanmış elindeki kokteyli yudumluyor. Berfu, Dünya Can, ben ve Baran… Ben annemle İstanbul’da yaşadığımız siteye taşındıktan sonra başlayan arkadaşlığımız tam on yıl boyunca devam etmiş, Baran’ın ortadan kaybolması ile aramızdaki bütün dengeler de bir anda bozuluvermişti.
Dünya ve Berfu aynı okula giderken, Baran ile de ben aynı okula gidiyorduk. Şimdi on yıl boyunca yan yana durmuş bu dört kişiden biri eksikti ve hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacak gibiydi.
“Beren teyzelere çok ayıp oldu…” dedi Berfu üzülerek, “Baran’ın yokluğunda yapmasaydınız keşke bunu…”
Başımı salladım.
“Anneme anlatamadım.” dedim, “Bana bağımlı, biliyorsunuz…”
“Baran’dan hala ses çıkmaması çok ilginç değil mi?” diye söze girdi Dünya, “Polis kaç haftadır onu arıyor, ben artık başına bir şey geldiğini düşünmeye başladım.”
Berfu’nun soran gözlerle başını bana çevirdiğini hissedince ben de ona baktım.
“Şu söylenti…” diye mırıldandı, “Bize de geldi. Güya siz tartışmışsınız ve ondan sonra kaybolmuş filan… Sen üzülme diye hiç sormadım ama. Tartıştınız mı o gün?”
Berfu’ya sessizce bakarken o an hiç beklemediğim bir şey gördüm gözlerinde. Şüphe… Aslında konuşacaktım, tartışmamızın sebebini anlatacak, onlarla dertleşecek ve hatta üç gün önce okulda başıma gelen olayı anlatacaktım. Ama Berfu’nun gözlerindeki şüphe kalbimi öyle büyük bir huzursuzluk hissi ile doldurdu ki başımı önüme çevirdim.
“Ben…” dedim, “Birazdan gelirim.”
Elimdeki nar suyunu ortadaki büyük masaya bıraktım ve uçan balonların arasından geçip atölyeye girdim. Burnumu çeke çeke geçtim içerideki masaların ve sandalyelerin arasından, elbisemin eteğini tuta tuta ilerleyip hızlıca kot ceketimi ve çantamı alıp atölyenin büyük kapısından çıktım. Evimiz buraya çok yakındı, ayağımdaki babet ayakkabılarla hızlıca yürüdüm ve beş dakikalık bir yürüyüşün sonunda büyük müstakil evimizin bahçesine ulaştım. Bahçeden hızlıca geçip kapıyı açtım ve kendimi merdivenlere attım. Basamakları koşar adım çıktıktan sonra nihayet odamdaydım.
“Partiye de on sekiz yaşıma da…” Odamın kapısını kapatıp gözyaşları içinde okkalı bir küfür savurduktan sonra yatağıma kıvrıldım.
Uzun saten elbisem ve kot ceketimle bir cenin gibi kıvrılıp ağlamaya başladım.
“Neredesin ya?” dedim hıçkırıklarımın arasından, “Aptal Baran… Neredesin?”
Ona öyle çok ihtiyacım vardı ki… Onun kaybını bile onunla dertleşmek istiyordu ruhum. Onu nasıl bulabileceğimi bile ona sormak istiyordum. Yaşananları anlatmak, kendimi ona dinletmek istiyordum. Ona sarılmak, bana nasıl da iyi geldiğini hatırlamak istiyordum.
Orada yarım saat boyunca uzandım. Partiye geri dönmemeye karar vermişti. Nasıl olsa pastanın mumlarını üflemiş, gelenlere görünmüştüm ve artık bana ihtiyaçları yoktu. Kalkıp üzerimi değiştirdim, siyah tayt üzerine mavi bir kapüşonlu giydim ve akan makyajımı bir ıslak mendil yardımıyla silip çalışma masamın başına geçtim.
Üniversite sınavına yalnızca üç ay kalmıştı ve son bir ayımı hayatı yeterince boşlayarak geçirmiştim zaten. Bugün de Baran için ağladığıma göre artık diğer görevlerime dönebilirdim…
Bir süre konu tekrarı yapıp test çözdükten sonra yere eğilip sırt çantamdan okul defterlerimden birini çıkardım. Defteri çıkarırken çantamdaki dergi gözüme çarptı. Bu, bizim Baran’la lisenin başından beri birlikte hazırlayıp çıkardığımız okul dergimiz MÜREKKEP’in son sayısıydı ve bundan bir ay önce o malum gün yaşadığımız tartışmanın konusu da biz mezun olduktan sonra bu dergiyi kime devredeceğimizdi aslında. Hüzünle eğilip derginin son sayısını ellerimin arasına aldım ve masaya, önüme koydum. Bu dergi tam bir aydır çantamda benimle birlikte okula gidip geliyordu. Baran kaybolduğundan beri ne çantamdan çıkarmıştım, ne de kapağını açmıştım ama o an bir şey oldu…
Dergi ellerimin arasına gelmek istedi sanki. Önüme gelmek ve açılmak istedi… Gözlerim önce derginin kapağında gezindi. Yukarıdaki kocaman MÜREKKEP yazısının hemen altında “Sıra dışı bir okul dergisi!” yazıyordu. Hüzünle güldüm, bu başlığı ararken de çok tartışmıştık.
Altta ise derginin içerik başlıkları birkaç sembolün arasına sıkıştırılmıştı.
“Bu ayın en başarılı öğrencileri kim oldu?”
“Bu ayın en çalışkan okul kulübü açıklandı!”
“Okul magazinde bu hafta…”
“Bu ayın en sevilen branşları listesi sayfa otuz ikide!”
Başlıkların üzerinde uzun uzun gezdi gözlerim. Sonra parmaklarım usulca kapağını açtı derginin. Sayfaları bir bir çevirdim, hepsini ağır ağır okudum, bunları hazırladığımız o günleri anımsamaya çalıştım… Bir sonraki sayfada hissettiğim tokluk ile kaşlarımı çatarak sayfayı çevirdiğimde ince not defterimin derginin arasında kaldığını fark ettim. Söylenerek not defterimi çıkarıp derginin yanına koyuyordum ki defterin içindeki bir sayfanın köşesinin kıvrıldığını fark ettim.
“Ben sayfaları kıvırmam ki…” dedim kendi kendime, şaşkın bir fısıltı ile.
Sonra merakla kıvrılan o sayfayı açtı ellerim ve önüme düşen iki kelime yüzüme çarpan o kaşık gibi sarstı beni. Donakaldım o iki kelimenin, yedi harfin karşısında.
“BUL BENİ.” Yazıyordu not defterimin boş sayfasında, büyük harflerle ve kalın siyah bir tahta kalemi ile.
“BUL BENİ.”
“Bu…” dedi iç sesim, “Bu Baran’ın yazısı…”
Karşımda duran el yazısı Baran’dan başkasına ait değildi ve bana yazılan bu iki kelimenin verdiği mesaj ise hem çok net, hem de çok karmaşıktı… Bir aydır ortada olmayan çocukluk arkadaşım belki gitmeden hemen önce, belki de ortadan kaybolduktan sonra gizlice bir not bırakmıştı bana. Onu bulmamı istiyordu. Başımı kaldırıp korkuyla etrafıma bakındım. Biri benimle dalga geçiyor olabilir miydi? Oysa Baran’ın yazısı taklit edilemeyecek kadar kendine hastı. Odanın içinde bir elim belimde bir elim ağzımda dolaşıp durdum ve sonunda kimsenin benimle dalga geçmediğine, bu yazının kesinlikle Baran’a ait olduğuna kanaat getirdim.
Yaptığım tek çıkarım ise şuydu, Baran bir sebeple ve birileri tarafından ortadan kaybolacağını ön görmüştü ve her nedense onu bulabilecek tek kişinin ben olduğuma inanıyordu. Bana detaylı açıklama yapıp yardım isteyecek vakti yoktu ve bu sebeple yalnızca bu iki kelimeyi yazmıştı bana.
“BUL BENİ.”
Kafa karışıklığım ve çaresizliğim giderek artıp beni iyice çıkmaza sürüklerken vermem gereken bir karar vardı. Onun kaybını zamana bırakıp kendi hayatıma mı odaklanacaktım yoksa bu notu dikkate alıp hayatımı Baran’ı bulmak için önüme serip kendimi bu kaybı çözmeye mi adayacaktım?
Karar vermem uzun sürdü… Odamın uzun ve geniş penceresinin önünde uzun uzun ayakta durdum, tülün arkasından karmakarışık bir zihinle etrafı izledim ve akşamın ilerleyen saatlerinde nihayet bir karar verdim.
Bugün benim on sekizinci yaşımın ilk günüydü ve ben belki de Baran’ın bana tartıştığımız o gün söylediği gibi “bencilin tekiydim.” Fakat şimdi belki de hayatımda ilk defa kendimden bir başkasını düşünmemin gerçek zamanı gelmişti.
O bana birlikte geçen on yılımızın hatırına “Bul beni.” demişti ve ben… Onu bulacaktım.