1.BÖLÜM : KALP VE EV.
.png)
GİRİŞ : Kehanet.
İskandinavların, İngilizlerin ve Türklerin bir araya gelerek yaptıkları tek şey... Norveç ve İskoçya’nın tam ortasında büyük ve güçlü bir ada ülkesi, Vegvisir Krallığı. Kraliyetin yüzlerce yıldır taşıdığı bu isim, Vegvisir, bir inanışa göre eski denizcilerinin fırtınalı havalarda yönlerini ilahi yardımlarla bulabilmek için kullandığı, mucizevi bir gücü olduğuna inanılan bir semboldür. Gücünü atalarının inançları doğrultusundan bu sembolden aldığına inanan krallık tam yedi yüz yıldır ayakta ve şimdi bir miladın en başında...
Yıl 1801. Yeni asrın ilk yılı, her şeyin başlangıcı.
Gecenin şafağa döndüğü ilk anlar yüzünü gösterirken bir bebek ağladı. Ebe kadın bebeği kollarının arasına aldı ve gözyaşları içinde başını kaldırdı. Titreyen dizlerine tutunarak ayağa kalktı ve kollarının arasındaki pembe yanaklı bu narin bebeği onu bekleyen koca adama, kralına uzattı.
“Bir kızınız oldu, majesteleri.” dedi heyecanla, “Prensesimiz doğdu.”
Orta yaşlarını çoktan geçmiş kral dört erkek çocuğun ardından hala bir kız bebek bekliyordu. Kızını kollarının arasında tuttuğunda sağ kolu, sarayın şifacısı ve kâhini her zaman olduğu gibi yanındaydı. Kral onu görünce susan bebeğin gözlerine bakarken kâhin öne doğru eğildi ve derin bir nefes aldı.
“Ne oldu Kâhin?” dedi Kral, “Söyle.”
Odayı derin bir sessizlik sardı. Kraliçe iki gündür çektiği sancılardan yorgun düşmüş, yarı baygındı. Krallığın sahip olduğu tüm iyi ebeler orada, kraliçenin ihtişamlı odasındaydı. Hizmetkarlar, ebeler, muhafızlar ve hatta az önce ağlayan bebek bile suskundu. Sanki herkes Kahin’in iki dudağının arasından çıkacak cümleyi bekliyordu. Kral sabırsızca başını kaldırdı, kollarındaki bebekle Kahin’e döndü.
Kahinin gözleri bebekten ayrılıp yere çevrildi ve başını salladı.
“Bu o, Majesteleri.” dedi, “Kehanetin bebeği. Tacın sizden sonraki sahibi ve krallığın tek kurtuluşu. Kalbin taşıyıcısı.”
Kral duyduğu cümleler karşısında kollarında tuttuğu bebeğin bir bebekten, onların biricik kızlarından daha fazlası olduğunu anladı. Sarayın gelmiş geçmiş her kahininin onlarca yıldır hükmettikleri bir kehanet vardı. Bir gün saraya bir prenses doğacak ve babasının ölümünün ardından tahta o geçecekti. Onun hükümdarlığı bu zamana kadarki tüm hükümdarlıklardan farklı olacaktı. O krallık boyunca kehanetle başa geçen ve tahtta en uzun oturan kraliçe olacaktı. Savaşların en büyüğünü yaşayacak, zaferlerin en büyüğünü tadacaktı.
Bu büyük kehaneti saraya ve krallığa miras bırakan tam yüz yıl önce tahtında ölen Kral Hermes’in kahiniydi. Yüz yıl boyunca her öngörüsü gerçekleşmiş, olacağını söylediği her şey olacağını söylediği yer ve zamanda olmuştu. Kehanet kahinin ölümünün ardından odasındaki sandıkta bulunan zarfın içindeki sararmış kağıtta yazıyordu. Kağıdın yanında iki değerli mücevher vardı. Birbirinin aynısı iki kolye... Altın ve gümüş renklerinin arasında sıkışıp kalmış birer “kalp.”
“Sevgili bu kehaneti bulan kişi,
Eğer bunu bulduysan ben ölmüşümdür, ne yazık. Bulduğun bu zarfı kralın huzurunda sarayın yeni kahinine teslim etmekten başka hiçbir şey yapmayı aklından bile geçirme. Söylediklerimi yapmadığın takdirde bu satırların ve kalbin gücü sana sonsuz acıyı yaşatacaktır.
Ellerinde tuttuğun bu kalp saraya ait ve sarayda olmak onun kaderi. Onu taşıyabilecek tek insan ise günü geldiğinde doğacak prensesin ta kendisi. Kalbin sahibi kolyeyi doğduğu an takmak ve ölene kadar çıkarmamakla yükümlü. O bu krallığın en uzun yaşayan hükümdarı olacak, o bu toprakların gördüğü en güçlü krallardan ve kraliçelerden güçlü olacak, o tarihin en büyük savaşını yaşayacak ve en büyük galibiyeti tadacak. Kalbin sahibi krallığın kaderidir. O yoksa krallık da yok. Eğer sahibi olmayan herhangi biri kalbin taşıyıcısı olmaya çalışırsa yaşamaya devam etmesi uzun sürmeyecek, kalbi birkaç saat içinde duracak ve buna kimse bir sebep bulamayacak.
İkinci kolyeye gelirsek, sevgili Kahin, o sana aittir. İkinci kolye ellerinde olduğu sürece kalbin taşıyıcısı olan prensesin nerede olduğunu, ve yaşayıp yaşamadığını hissedebileceksin.
Sevgili Majesteleri, tüm ışığım sizinle, yıldızlar sizi aydınlatsın.”
Kehanetin bulunduğu o günden beri kolye krallığın en önemli konularından biri haline gelmişti. Yalancı kahinlerin kalbin taşıyıcısı olduklarını iddia ettikleri üç kraldan doğma tam yedi prenses kehanetin uğursuzluğuyla hayatlarını kaybetmişti. Sarayın şimdiki kahini ise gelmiş geçmiş en başarılı kahinlerden biriydi ve ona göre kralın ellerinde tuttuğu bu bebek, kalbin sahibiydi...
Kolye bebeğin küçük, güçsüz boynuna yerleştirilirken anne ve babasının, Kral ve Kraliçenin kalplerinde derin bir korku vardı. Prenses kalbin gerçek taşıyıcısı değilse diğerleri gibi birkaç saat içerisinde hayatını kaybedecekti. Saatler geçmek bilmedi ama her şeye rağmen geçti. Bebek iyiydi, annesinin kendisini beslemesine izin veriyor ve bol bol uyuyordu. Saatler geçtikçe saraydaki heyecan artıyordu, Kral bir kutlama yemeği hazırlığı emri vermişti. Bebek yemeğe kadar yaşarsa kalbin gerçek sahibi olduğu tüm saraya ve halka ilan edilecekti.
Ve o an geldi. Halk tarafından “akşamı göremeyeceğine” inanılan bebek sarayın balkonunda, Kral’ın kollarındaydı. Akşam güneşi boynundaki kolyeye öyle güzel yansıyordu ki sanki herkes karanlıkta, o aydınlıktaydı.
Güneş kalbi selamlıyordu, kalp güneşi.
O gece sarayın ve halkın kutlama gecesiydi. Kral tüm halkına yemekler, meyveler ve içkiler dağıttı. Tüm saray kutlamalarda eğlenirken Kraliçe bebeği ile birlikte odasında dinleniyordu. Beşinci doğumunun böylesine uzun ve zorlu geçmesi onu çok yormuştu. Kendisini halsiz, hasta ve yorgun hissediyordu.
Kral gecenin ilerleyen saatlerinde oğulları ve kardeşleriyle eğlendiği sırada Kraliçe’nin hizmetkarlarından birinin salona koşmasıyla ters giden bir şeyler olduğunu anladı. Endişesini saraya göstermek istemediği için karısının odasına yürüyerek giden Kral izni olsa Kraliçe’nin odasına koşar adım gidecekti. Yaklaşık üç yüz elli adım ve yetmiş iki merdiven basamağı sonrasında karısının odasına ulaştı ve acı haberi o an aldı.
O gün Prenses’in doğum günü, Kraliçe’nin ölüm günüydü.
O gece sabaha kadar eğlenen halk, ertesi gün büyük bir yas gününe uyandı. Odadaki tüm hizmetkarların dışarı çıkması emrini veren çaresiz Kral çok sevdiği Kraliçesi’nin, biricik karısının ölü bedenini kollarının arasına almış ağlıyordu. O an Kraliçe’nin yastığının altından ucu görünen kağıt parçasını gördü. Uzanıp kağıdı ellerinin arasına aldı ve karısının ona bıraktığı son mektubu okudu.
“Ne yaparsın bilmiyorum, nasıl korursun, nasıl savunursun sonsuza kadar...
Emin olduğum tek bir şey var sevgilim,
Kâhinin avuçlarının arasındaki kalp bizim kızımızın kalbi
ve sen onu sonsuza kadar koruyacaksın.
Sana inanıyorum, güveniyorum ve seni seviyorum.
Sevgilerle.
Biricik eşin, Nalya.”
O gün krallığın kader günüydü. Kraliçe’nin uğruna öldüğü kızı, kalbin sahibi Prenses’in doğduğu, kehanetin başlangıç günüydü. O gün Prenses’in yıllar sonra bile asla kutlamayacağı, tüm gününü yas tutarak geçireceği, kendisini hediyeler beklemek yerine annesinin mezarında bulacağı gündü.
Prenses Sara kendi annesinin ölümüne doğmuştu ve kehanet şimdiden başlamıştı, onun yaşadığı dünyada başka bir kraliçenin varlığına yer yoktu.
-
(On Sekiz Yıl Sonra, 1819)
Sara her yıl olduğu gibi bu yıl da doğum günü sabahını biricik annesinin mezarında geçirmişti. İçini saran yas duygusu sade siyah elbisesi ve başına geçirdiği siyah peleriniyle tüm saray halkına yansıyordu. Bugün annesine menekşeler götürmüştü. Onunla hiçbir zaman uzun uzun konuşamazdı, yanına uğrar ve tek bir cümle kurardı.
“Ben geldim anne, hep geleceğim.” Sonra ne yapacağını bilemez, elleriyle toprağı okşar, bir süre toprağı izler ve kalkıp giderdi.
Prenses annesini hiç tanışmamıştı ama annesini çok iyi tanıyan yardımcılarından hep duyduğu bir şey vardı, o annesinin kopyasıydı. Aynı annesi gibi hırçın, onun gibi zeki ve onun gibi inatçıydı. Uzun koyu kestane saçları, dolgun yanakları, kırmızı dudakları ve her daim hüzünlü bakan gözleri annesinin ona en güzel mirasıydı. Ağabeylerine ve kuzenlerine göre genç yaşına rağmen oldukça içe kapanıktı. Yemeğini odasında yemeyi tercih eder, çoğunlukla okur ve yazardı.
“Majesteleri!” Sara ona seslenen yardımcısını duyduğunda annesinin mezarından ayrılmış, sarayın bahçesinde yürüyordu. Hava bugün en az kendisi kadar kasvetliydi. Başını çevirip pelerininin altından yardımcısına baktı.
“Söyle, Lara.” dedi.
“Odanıza dönmek zorundasınız. Kralın emri.”
“Bu da ne demek?” diye sordu Sara, kaşları çatılmıştı.
Babası ona kolay kolay emir vermezdi, hiçbir yanlışı olmayacağını bilir ve belki de bu sarayda en çok kızına güvenirdi.
“Bana öyle söylendi efendim. Üstelik...” Otuzlu yaşlardaki kadın konuşmakta tereddüt ediyor gibiydi, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu kesindi.
“Üstelik ne?” diye sordu Sara.
“Bize siz majestelerinin önemli eşyalarını toplamamız söylendi efendim. Sanırım bir yolculuğa çıkacaksınız.” Kadın nefes nefeseydi, sarayın en üst katından buraya koşa koşa gelmişti. Sara kadına şaşkınlıkla baktı. Yolculuk da nereden çıkmıştı?
“Yolculuk mu?” diye sordu hayretler içerisinde, “Gidip onunla konuşacağım.”
Sara sarayın girişine yönelirken yardımcısı da onun adımlarına yetişmek için koşar adım ilerliyordu.
“Fakat kendisi çok öfkeli görünüyordu, odanıza gitmenizi emretti...” Sara cevap bile vermedi.
Hızla saraya girdi ve siyah pelerininin başlığını çıkarıp merdivenleri bir bir çıktı. Yardımcısı da peşindeydi, kadın artık yorgunluktan bayılmak üzereydi ama Prenses’in her anında yanında olmak zorundaydı, yani bayılamazdı.
Kralın çalışma odasına ulaştıklarında Sara başını kaldırıp kapıdaki muhafızlardan birinin yüzüne baktı. Başıyla kapıyı işaret etti.
“Üzgünüm Majesteleri, içeriye kimseyi, sizi bile almamam için tembihlendim.”
Sara muhafızların kendisine asla dokunamayacaklarını biliyordu. Duyduğu cümleler umursamadı, onlara doğru yürüdü ve kapıyı açıp içeri girdi. Babası öfkeyle kapıya döndüğünde kızı çoktan içerideydi. Yardımcısını bile kapıda bırakmış, hiçbir şeyi umursamadan içeri girmişti.
“Sara!”
“Baba.”
Aralarında hiçbir zaman klasik bir Kral – Prenses ilişkisi olmamıştı, onlar her zaman bambaşka bir yüzyıldan gelen bir “baba kız” gibiydiler.
“Sana odana gitmeni emretmiştim, üstelik içeri alınmamanı da emretmiştim!” dedi kapıdaki muhafızlara duyurmak için sesini yükselterek.
Sara babasının çalışma masasının önünde durmuş umursamazca ve aynı zamanda neler olup bittiğinin merakıyla etrafına bakınıyordu. Babası her zamanki ihtişamlı kıyafetleriyle masasında oturmuştu. Masanın üzerinde sararmış ve yıpranmış bir harita vardı. Masanın sağ tarafında ayakta dikilen iki uzun ve geniş omuzlu adamın kıyafetleri şövalye olduklarını hemen ele veriyordu.
“Odama gideceğim,” dedi Sara, “Ama bilmek istiyorum.”
Babasının ne kadar gergin bir gün geçirdiği her halinden belliydi, gözleri kızarmış, göz altı torbaları belirginleşmişti. Sara babasını böyle görünce durumun ciddi olduğuna hemen ikna oldu.
“Ne bilmek istiyorsun?”
“Yolculuğa çıkacakmışım.” Sara endişeyle konuştu, “Beni nereye neden gideceğimi bilmeden öylece dışarı atacak değilsin, değil mi?”
“Seni dışarı atmıyorum Sara!” dedi babası öfkeyle, Kral kendisini iyi hissetmiyordu, başını ellerinin arasına aldı ve alnını ovdu.
“Şifacıyı çağırmamı ister misiniz, Majesteleri?” diye sordu şövalyelerden biri, diğerine göre daha kısa boylu ve daha genç görünen. Üzerlerindeki gümüş rengi savaş kıyafetleriyle asla zarar görmez gibi duruyorlardı. En azından Sara o an onları süzerken öyle düşündü.
“Hayır, hayır, Beyler. İyiyim.” Kral sakinleşmeye çalışarak Sara’ya döndü, başını salladı. Kızını o kadar seviyordu ki ona karşı asla bir hükümdar tavrına bürünemiyordu, yelkenlerini suya indirdi ve anlatmaya başladı.
“Savaş geliyor.” dedi Kral.
Sara tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Eli istemsizce boynundaki kolyeye, kolyenin ucundaki kalbe gitti. Kendini ne zaman kötü hissetse kalbi tutardı, sanki o kalp içinde annesinin sonsuz sevgisini taşıyordu.
“Büyük yıkım olacak Sara.” dedi hüzünle, “Tek istedikleri sensin, kalbin sahibi.”
“Ben mi?” diye sordu Sara, hayretler içinde. Kral başını salladı.
“Kral Noyan seni kraliçesi yapmak istiyor. Kolyenin sahibi olarak o krallığın başında olduğun sürece yenilmez olacaklarını sanıyorlar.”
“Bu da ne demek? Benimle evlenmek mi istiyor! Adam seksen beş yaşında!” Kral başıyla onayladı.
“İşte bu yüzden seni buradan göndermek zorundayım Sara. Sana zarar gelmesi bu toprakların felaketi olur.”
“Peki ama nereye?”
“Seni büyük halan Helda’nın yanına, adanın saraya en uzak yerine göndereceğim Sara... Savaş bitene kadar senin için en güvenli yer orası.”
Oda bir süreliğine sessizleşti. Kulaklara gelen tek ses Sara’nın ağlamamak için aldığı o derin ve titrek nefesin sesiydi.
“Peki ya sen?” dedi Sara titreyen dudaklarıyla, eli hala kalbindeydi. “Ağabeylerim? Kuzenlerim?”
“Biz burada kalıp savaşmak zorundayız. Bunu biliyorsun.” Kral derin bir nefes aldı, “Sana en iyi şövalyelerimi veriyorum. Hazar ve kardeşi Atlas.”
Sara başını çevirip masanın yanında duran iki adama baktı. İkisi de krala olan saygılarından yere bakıyorlardı. İkisinin de elleri arkalarında birleşmiş, uzun boylu olanın sağ elinin üzerindeki kesik net bir şekilde göze çarpıyordu. O Hazar olmalıydı, Sara’nın henüz göremediği yüz hatları kabaca daha olgun duruyordu. Atlas ise Sara ile aynı yaşlarda olmalıydı. Birbirlerine o kadar benzemiyorlardı ki kardeş oldukları asla anlaşılmıyordu. Hazar’ın koyu kahverengi saçları vardı, Atlas’ın saçları ise koyu sarıydı. Hazar esmere yakınken Atlas resmen bembeyazdı. Sara iki şövalyeyi dehşet içinde süzdükten sonra korkuyla babasına döndü. Bu gerçekten oluyor muydu?
“Yanınızda onların seçtiği beş yetenekli şövalye daha olacak. Yalnızca önemli eşyalarını alacaksın Sara, çünkü yolculuğunuzu at üzerinde yapacaksınız.”
“Ben...” dedi ve sustu Sara, ne diyeceğini bilemiyordu.
“Artık hazırlanman lazım.” dedi babası, “Yoksa güneş batana kadar yeterince yol alamayacaksınız.”
“Peki benim burada kalmam savaş için daha iyi değil mi?” diye sordu Sara çaresizce, “Kolyenin sahibi benim! Ben buradaysam topraklarımız koruma altında!”
“O öyle değil güzel kızım...” dedi Kral çaresizce, “Sen hala bir prensessin, kehanetin gerçekleşmesi için önce benim ölmem ve senin kraliçe olman gerekiyor. Lütfen artık daha fazla soru sorma. Git ve hazırlan. Yolculuk boyunca kolyeni asla boynundan çıkarmayacaksın, bunu unutma. Ve siz de unutmayın.” dedi Kral iki şövalyesine dönerek.
“Kalp bize Sara’nın yerini ve nasıl olduğunu gösterebilecek tek güç. Kolye prensesin boynundan asla çıkmayacak.” Şövalyeler başlarını salladı.
Kral ayağa kalkıp birkaç ağır adım attı ve Sara’nın yanı başında durdu. Kral kızını kolları ile sardığında Sara kendini ağlamamak için zorluyordu. Sarılmaları kısa ve hızlıydı, ikisi de çok zamanları olmadığını biliyordu. Ayrıldıklarında Kral şövalyelerden uzun boylu olana döndü ve ona son cümlelerini kurdu.
“Kızımı sana emanet ediyorum Hazar. Fakat sen yalnızca onun, prensesin değil kalbin de koruyucususun, unutma. Sen artık bir Kalp Muhafızısın.”
Şövalyeler saray için olmazsa olmazlardandı. Hazar ve kardeşi Atlas çocukluklarından beri birer şövalye olmak için yetiştirilmişlerdi ve Hazar’ın yönettiği elli kişilik birincil şövalye ekibinin ismi “Saray Muhafızları”ydı.
Saray Muhafızları sarayın kapıları ardında, onların çok gerisinde kalacaktı. Birileri Saray Muhafızı olmaya devam edecekti elbette ama Hazar artık yalnızca bir Kalp Muhafızıydı. Artık onun tek görevi inatçı bir kızı ve onun kalpli kolyesini korumaktı...
-
1.Bölüm : Kalp ve Ev.
*Bu kalp benim sarayımdı.*
(Sara’nın Anlatımıyla)
Hava rüzgarlıydı, içim dingin. Ben karşıma çıkan her şeyi önce sorgulayan, sonra çabucak kabullenen biriydim. O gün güneş batmaya bile yeltenmeden yola çıktık. Babam, ağabeylerim ve kuzenlerimle vedalaşabilmek için yalnızca birkaç dakikam vardı. Onlara sıkı sıkı sarıldım, döneceğime söz verdim.
Yardımcım elinde benim için hazırladığı bohça ile beni şövalyelerle buluşacağım noktaya götürürken bizi saray muhafızları koruyordu.
“Lütfen kendinize dikkat edin, Majesteleri.” Elindeki bohçayı zar zor taşıyan Lara’nın gözleri yaşlıydı.
“Ağlama lütfen.” dedim ve gülümsemeye çalıştım, “Ben dönene kadar pek bir işin olmayacak, dinlenmene bak!”
O ise oldukça üzgün görünüyordu.
“Sizin yardımcınız olmak benim için bir iş değildi, bu benim hayatımdı, Majesteleri.”
“O zaman sana ben dönene kadar dinlenmeni emrediyorum.” dedim gülümseyerek, “Bana yokluğumda dinlenerek yardımcı olabilirsin.”
Şövalyeler birkaç adım ötemizdeydi. Tam yedi şövalye ve yedi siyah at yola çıkmaya hazır bir halde bizi bekliyorlardı. Hazar ve Atlas’ı kısaca tanımış olmama rağmen diğer beş kişiyi hayatımda hiç görmemiştim. Hepsi oldukça güçlü görünüyorlardı. Babam bana en güçlü şövalyelerini verdiğini söylerken ciddi olmalıydı. Sarayın su kaynağı olan büyük tatlı su gölünün yanı başında durduğumuzda Lara elindeki bohçayı Atlas’a uzattı. Ben ise bir cümle kurmasını bekleyerek Atlas’ın ağabeyi Hazar’a döndüm.
Giydiği gümüş rengi zırh takımının üzerine geçirdiği siyah pelerininin tonu üzerimdeki pelerinin rengi ile aynıydı. İkimiz de simsiyahtık. Bana baktığında siyah gözlerindeki ciddiyeti ve memnuniyetsizliği görebiliyordum. Saraydaki görevinden ayrılıp benim peşime takılıvermekten hoşnut olmadığını tahmin etmek güç değildi ama o bir askerdi, o bir şövalyeydi, görev her zaman görevdi ve bunu yapmaktan başka çaresi olmadığını biliyordu.
“Yola çıkmaya hazırız, Majesteleri.” Bu şövalye Hazar’ın bana kurduğu ilk cümleydi. Onu başımla onayladım.
Arayan gözlerle etrafıma bakındım ve hemen sonra az önce fark ettiğim bir detayı bir kez daha anımsadım. Yedi at ve yedi şövalye...
“Benim atım nerede?” diye sordum merakla. Cevap Hazar’dan geldi.
“Atınız yok, Majesteleri.”
“Ben yürüyerek mi geleceğim?” Sorum geride kalan genç şövalyelerden ikisini güldürürken Hazar başını çevirip onlara uyarı veren bir bakış attı. Gülüşmeler hemen soldu.
Diğerlerine göre o kadar uzun ve geniş kalıyordu ki ondan çekinmeleri oldukça mantıklı bir hareketti. Oysa benim aklım hala atımdaydı.
Hazar yutkundu ve sakin kalmaya çalışır gibi derin bir nefes aldı. Burnunu çekip sorumu cevapladı.
“Majesteleri sizin benim atımda olmanızı emrettiler, efendim.”
“Peki sen neyle geleceksin?” diye sordum, “Sen mi yürüyeceksin?”
Geride kalan şövalyelerin birinden daha gülme sesi geldi. Bu sefer gülen Atlas’tı, Hazar’ın erkek kardeşi. Hiçbir uyarıya gerek olmadan gülüşünü sonlandırdı ve boğazını temizleyip toparlandı. Hazar ise oldukça gergin görünüyordu. Aslında ne olduğunun farkına çoktan varmıştım. Babam at binme yeteneğimin olduğuna hiçbir zaman inanmamıştı ve belli ki tüm o yolu şövalyesinin atında gitmemi istiyordu. Hazar hem bu denli gergin olup hem de benimle saygı çerçevesinde konuşmaya nasıl devam edeceğini sorguluyor gibiydi.
“İzniniz olursa atımı sizinle paylaşmak isterim Majesteleri. Böylece daha hızlı hareket edebiliriz.” Çenesi gerginlikten kasılmıştı. Siyah gözleri gözlerimin içine baktı ve ciddi bir ses tonuyla bir cümle daha ekledi,
“Savaş yaklaşıyor. Pek vaktimiz yok gibi.”
Bu cümle arkasındaki genç şövalyelerin uygunsuz gülüşlerine verdiği uyarı bakışları gibiydi. Bu da bir uyarıydı ve bu uyarı banaydı. Biraz daha uzatırsam gün batmaya başlayacak ve günü burada geçirmek zorunda kalacaktık, ve belki de bu krallığın sonu olacaktı. Pes edip Lara’ya döndüm, ona başımla sarayı işaret ettim.
“Saraya dön, Lara. Gidişimi izlemene gerek yok.”
“Ama... Efendim...”
“Saraya dön dedim, Lara. Saraydan gidişimi hiç izlemedin, şimdi de izlemeyeceksin. Ve ben her zaman olduğu gibi geri döneceğim.” Gözleri hüzünlüydü ama boyun eğmekten başka çaresi yoktu.
“Nasıl isterseniz efendim. Lütfen kendinize dikkat edin.”
Lara saray muhafızlarıyla saraya doğru ilerlerken Hazar çoktan atının başına geçmişti. Bir elini atının başına koyup bir elini bana uzattı. O eli tutacağımı ve o ata bineceğimi biliyordum. İnat etmenin hiçbir manası yoktu.
Başımı çevirip birkaç saniyeliğine ardımda kalan saraya baktım. Ardımda annemi, babamı, kardeşlerimi, ve tüm ailemi bırakıyordum. Buraya bir daha ne zaman döneceğimi bilmiyordum ama bir gün elbet dönecektim, gözlerimi kapattım ve döndüğümde bir harabeyle karşılaşmamayı diledim.
“Gidelim.” diye mırıldandım.
Ayaklarım toprakta bir adım attıktan sonra elim Hazar’ın elini tuttu. Elini tuttuğum an fark ettiğim ilk şey elindeki nasırlar oldu. Bu gerçek bir savaşçının eliydi. Elinden aldığım kuvvetle ayağımı atın eyerinden sarkan gümüş pedallardan birine yasladım ve kendimi atın üzerine attım.
“İyi misiniz?” diye sordu.
“İyiyim.”
“Yerleşebildiniz mi?” Eli hala elimi tutuyordu. Sanki düşmeyeceğimden emin olmak istiyor gibiydi. Başımı salladım.
“Babam sana at binmem konusunda ne anlattı bilmiyorum ama sandığın kadar kötü değilim.” dedim.
Cümlem onu güldürmedi bile. Elimi bıraktı ve bir ayağını pedala yaslayıp atın üzerine çıktı. Harika, şimdi de arkamdaydı. Kollarını iki yanımdan uzatıp atın dizginlerini tuttu ve bana hiçbir şey söylemeden şövalyelerine seslendi.
“Atlas, Boray ve Deha, siz önden gidin. Diğerleri, siz arkamdan gelin.”
“Anlaşıldı!” Cevap Atlas’tan geldi. En azından ikisinin daha ismini öğrenmiştim ama hangi isim hangisine aitti bilmiyordum.
“Diğerlerinin ismi ne peki?” diye sordum sessizce. Hazar’ın başını çevirmesiyle yüzünün saçlarıma değdiğini hissettim.
“Efendim?” diye sordu.
“Diğerlerinin isimleri... Arkamızdan gelecek olanların.” dedim, “Bir süre boyunca sizinle yolda olacağım, en azından isimlerinizi bileyim.”
Hazar sıkıntılı bir nefes aldı. Bu yolculuktan şimdiden sıkılmışa benziyordu, ben de çok eğlenmiyordum zaten.
“Poyraz, Meran ve Somer.” dedi kısaca.
“Peki hangisi hangisi?” diye sordum.
Kısa bir sessizlik oldu. Bir savaşçıyı kendimle sohbet etmeye zorluyordum resmen. Peki sohbet etmezsek haftalarca sürebilecek bu yol nasıl geçerdi? Üstelik savaşçılar sohbet edemez diye bir kural mı vardı? Ben öyle bir kural koymamıştım, babamın koyduğunu da sanmıyordum.
“Önümüzdekiler sırasıyla Atlas, Boray ve Deha.” dedi, başını arkasına çevirip bir saniye kadar baktıktan sonra devam etti, “Arkamızdakiler sırasıyla Meran, Somer ve Poyraz.”
“Peki,” dedim, “Anladım.”
Sanırım sussam daha iyi olacaktı. Konuşmak pek de fayda etmiyordu. Saraydan yola çıkalı dakikalar olmuştu. Sık ağaçlı göl kenarı yolunu geçtikten ve ovaya ulaştıktan sonra artık hızlanma zamanımızın geldiğini biliyordum.
“Hızlanalım.” diye seslendi Hazar.
Atlar dizginlerinden ve sahiplerinden aldıkları emirle hızlanırken saçlarımın uçuşmaya başladığını fark ettim, dikkatlice kıpırdanıp pelerinimin başlığını başıma geçirdim. Bu ovanın dört bir yanında anılarım vardı. At binmeyi öğrendiğim yer burasıydı, babamın ihtiyar atının dizginlerini kaybettikten sonra düşüp her yanımı incittiğim nokta tam birkaç adım ötemizdeydi. Buradaki çocukluk koşuşturmalarım, kahkahalarım ve gözyaşlarım bu ovanın her yerindeydi.
Hazar ve şövalyeleri atları o kadar hızlı kullanıyor ve o kadar kolay yönlendiriyorlardı ki bir süre sonra yola bile bakamamaya başlamıştım. Başımın döndüğünü hissediyordum ve yola gözlerim kapalı devam etmemin en iyisi olacağına emindim. Başım Hazar’ın kalbiyle aynı hizadaydı, sabit tutmak için bu kadar çaba harcamak yerine başımı kolayca göğsüne yaslayabilir ve uyuyabilirdim. Yine de en mantıklısı başımı bir yabancının göğsüne yaslamak değil, sağa sola düşmesine izin vermekti.
Millerce yol gittik, gözlerim hep kapalıydı. Zaman zaman uyuduğumun farkındaydım. Sarsıntılarla uyanıyor, birkaç saniye sonra geri uyuyordum fakat kulağıma gelen sakin konuşmaları duyduğumda sarsıntılar oldukça yavaşlamıştı.
“Yeterince uzaklaşmış gibiyiz. Göl bulmuşken tekrar aramayalım.” Yavaş yavaş gözlerimi açtım.
Uyurken son sürat dört nala koşan at şimdi yavaş yavaş yürüyordu. Kulaklarım sessizliğin içinde duyulan at adımlarının sesleriyle doldu. Uzaklardan bir yerden kuş sesleri geliyordu ve ben artık gerçekten yorgun hissediyordum.
“Bu kuş sesleri tanıdık mı?” diye sordu şövalyelerden biri, “Vahşi bir tür olmasın.”
“Daha önce çok duydum, başıma bir şey gelmedi. Vahşi olduğunu sanmam.” diye yanıtladı bir diğeri.
Havanın karanlığından anladığım kadarıyla saatlerce yol gitmiştik ve ben tüm yol boyunca başım öne eğik bir halde uyumuştum. Boynum öyle çok ağrıyordu ki tam şu an sarayda olup şifacının bana bir karışım hazırlamasından daha fazla isteyebileceğim hiçbir şey yoktu.
“Burası iyi,” dedi Hazar, “Ağaçlar sık. Bir hareket olursa kolay duyarız.”
“Burada mı uyuyacağız?” diye sordum ve doğrulup etrafa bakındım.
Küçük bir gölün hemen yanındaki sık ağaçların arasında uyumaktan bahsediyorlardı ve sanırım bunu kabullenmekten başka çarem yoktu.
“Beğenmediyseniz biraz ileriye gidelim.” dedi Hazar, oldukça ciddi konuşmasına rağmen sesindeki alaycı tonu net bir şekilde duyabiliyordum. İleride buradan farklı bir şey yoktu, her yer aynıydı ve evet, burada uyuyacaktık.
Cevabımı beklemeden atın dizginlerini çekip durmasını sağladı ve aşağı atlayıp bana elini uzattı. Ona atın üzerinden bakarken içimdeki inatçı dürtüler bana atı da alıp buradan kaçıp gitmemi fısıldıyordu.
“Hayır,” dedim inadıma yenilmemeye çalışarak, “Burası gayet iyi görünüyor.”
Bana uzattığı eli tuttum ve pedallara basarak aşağı atladım. Hazar elimi bıraktıktan sonra üstümü başımı silkeledim ve eşyalarımı bulmak için meraklı gözlerle etrafa bakındım.
“Deha, hemen bir ateş yakın da balıkları pişirmeye başlayalım. Tabi balık tutabilirseniz.” Hazar şövalyelerine emirler vermeye başladığı sırada ben atını ağaca bağlamakla meşgul olan Atlas’a doğru yürüyordum. Ona doğru yürüdüğümü görür görmez beni başıyla selamladı.
“Buyurun, Majesteleri.”
“Eşyalarımı sen almıştın.” diye mırıldandım.
“Ah, tabi. Eyere bağlamıştım.” Uzanıp Lara’nın benim için hazırladığı bohçayı bağladığı ipleri çözdü ve elindeki bana uzattı.
“Teşekkürler,” dedim, ve çekinerek etrafa bakındım, sonra nasıl söyleyeceğimi bilemediğim o cümleyi kurmak için çabaladım, “Peki ben... şey... şeyimi... nerede yapabilirim?”
Bu sabaha kadar saçlarımı bile yardımcılarım tararken hayatım boyunca böyle bir cümle kuracağımı hiç düşünmezdim. Atlas elini kaldırdı.
“Hazar,” diye seslendi, “Majestelerini özel işleri sebebiyle biraz uzağa götürebilir miyim?”
Hazar ateş yakmakla uğraşan Deha’nın yanından uzaklaşıp bize doğru yürüdü ve başıyla gölü gösterdi.
“Sen balık tutmalarına yardım et. Ben götürürüm.” Atlas başını sallayıp yanımızdan uzaklaştığı sırada sorgulamadan Hazar’la birlikte yürümeye başlamıştım ve NEDENSE utandığımı hissediyordum.
“Çok uzaklaşmamalıyız. Şu ağacın arkasını kullanabilirsiniz, ben sizi burada bekliyorum.”
“Tamam,” dedim, “Hemen gelirim. İşim kısa.”
Neden işimin kısa olduğunu söyleyerek yalnızca “çişim” olduğunu belirtme ihtiyacı hissetmiştim ki? Böyle bir detaya ne gerek vardı? Hazar cevap bile vermeden ellerini arkasında birleştirip beni beklemeye başladı. Sonrası daha da kötüydü. Orman gecenin bu vaktinde o kadar sessizdi ki Hazar’ın duyabileceği tek ses maalesef benim yere süzülen idrarımın sesiydi. Evet, tamam, kendimi artık bir prenses gibi hissetmiyordum.
“Gidebiliriz.” İşimi hallettikten sonra Hazar’ın yanına döndüğümde çok büyük bir kabahat işlemişim gibi görünüyordum.
Yanaklarımın kıpkırmızı olduğuna emindim. O ise bunlara o kadar alışıktı ki az önce yaşadıklarımız ona hiçbir şey ifade etmiyor olmalıydı.
Diğerlerinin yanına döndüğümüzde ateşi çoktan yakmışlardı. Üzerimdeki uzun siyah yas elbisesi ve elimdeki beyaz saten bohça ile bu ortama o kadar yabancı görünüyordum ki üzerimden buram buram “Benim burada ne işim var?” sesleri yükseliyor gibiydi. Oysa her şey benim ve topraklarımızın iyiliği içindi. Bunu bu yolculukta kendime sık sık hatırlatmalıydım. Başka çarem yoktu.
“Size uyumanız için bir yer hazırladım, Majesteleri.” Benimle konuşan kızıl saçlı on altı on yedi yaşlarındaki şövalye Poyraz’dı. Benim için ateşe en yakın ağaç gövdesinin hemen altına bir örtü sermişti, “Yemek hazır olana kadar dinlenmek istersiniz diye düşündüm.” diyerek ekledi.
“Teşekkür ederim.”
Başımı sallayarak eteklerimi tuttum ve dikkatlice yerdeki kahverengi uyku tulumunun içine girdim. Poyraz yanımdan ayrılıp göle doğru yürürken Hazar’ın yanı başımda dikildiğini gördüm. Hepsi tatlı su gölünün başında mızrakla balık tutmakla meşguldü, yanımda yalnızca Hazar kalmıştı.
“Bu gece buradayız.” diye söze girdi, “Hava aydınlanmaya başladığı an kalkıp yola çıkacağız. Yarın gece yolumuz Kral’ın, yani babanızın bir dostunun evine çıkacak.”
“Yani yarın gece ormanda uyumayacak mıyız?” diye sordum anlık bir heyecanla. Hazar’ın yerinde olsam bu tepkime gülerdim, kendimi tutamazdım. Oysa o gayet ciddi görünmeye devam ediyordu.
“Hayır Majesteleri, yarın gece ormanda uyumayacağız. Yolumuzun üzerinde krallığın dostlarına rastladıkça evlerinde konaklayabileceğiz. Fakat bu gece ormanda uyuyacağımız son gece olmayacak. Daha çok gecemizi ormanda geçireceğiz. Kendinizi buna hazırlasanız iyi olur.” Başımı salladım ve gözlerimi ondan ayırıp önümde yanan ateşe çevirdim. Bir süre sessizce ateşi izledikten sonra başımı kaldırıp Hazar’a döndüm.
“Şövalye...” diye mırıldandım.
“Buyurun Majesteleri.” Bana kalın kaşlarını çatarak baktığında göz bebeklerinin büyüdüğünü fark ettim. Kemikli yüz hatları onu her an gerginmiş gösteriyordu.
“Burada olmak istemediğini biliyorum,” dedim sessizce, “Ve inan bana ben de burada olmak istemiyorum. Elimde olsa diğerleri gibi orada kalmayı ve savaşmayı seçerdim. Ya da ölmeyi.” Sonra elim boynumdaki kolyeye, kalbe gitti, “Oysa elimde değil...” diye ekledim.
“Ben görev adamıyım.” dedi Hazar, “Elime kılıç aldığım ilk an babanıza yemin ettim ben, onun emirleri benim için yemindir. Bana sarayı korumamı emretti korudum, kendisini korumamı emretti korudum ve şimdi sizi korumak için görevlendirildim, bu bana emredildi Prenses, ben buna yemin ettim. Sizin canınız uğruna kendi canımı bile verebileceğimden emin olabilirsiniz.”
“Buna eminim.” dedim, “Teşekkür ederim.”
Başımı tekrar ateşe çevirdim. Ateşi izledikçe gözlerim kapanıyordu. Dudaklarım rüzgardan kurumuştu, boğazımın yandığını hissediyordum. Lara’nın benim için hazırladığı eşyalara bakmaya halim bile yoktu.
“Çocuklara bakıp geliyorum.” dedi Hazar, “Haber vermeden hiçbir yere gitmeyin. Yerinizden bile kalkmayın.”
“Zaten uyuyacağım.” diye mırıldandım. Ayaklarımı uzatıp uyku tulumunun içine iyice yerleştiğim sırada Hazar’ın bana bir örtü uzattığını gördüm.
“Üzerinizi örtmek istersiniz, gece serin olacak.” Ben örtüyü ellerinden aldıktan sonra bir cümle daha kurdu, “Yemek hazır olunca sizi uyandırırım.”
“Beni uyandırmana gerek yok şövalye. Ben yemeyeceğim.”
Koyu gözleri bir kez daha bana döndü. O sırada gölden neşeli bir sesin yükseldiğini duydum, şövalyelerden biri diğerine “TUTTUĞUM BALIĞIN BÜYÜKLÜĞÜNE BAK! BALIĞIN BOYU SENİNKİNDEN UZUN!” diyordu.
“Acıkmamış olmanız imkansız,” dedi Hazar, “Sabahtan beri yoldayız. Yoksa balık mı yemek istemiyorsunuz? Sevmiyor musunuz?” Şövalyelerin tuttukları balıklarla ilgili yaptıkları şakalar ormanda yankılanırken Hazar beni sorguluyordu. Bana sorularını sorduktan sonra başını kaldırdı ve onlara seslendi.
“Kapayın çenenizi. Bizi kolayca bulsunlar diye mi bağırıyorsunuz?” Cevap gecikmedi.
“Özür dileriz patron!”
İletişimleri o kadar iyiydi ki birbirlerine gücenme sınırını çoktan aşmışlardı. Konuşmalar sessizleşince başımı kaldırıp bir kez daha Hazar’a döndüm.
“Balıktan pek hoşlandığım söylenemez ama aç da değilim. Uyusam daha iyi olur.” Bir yandan konuşuyor bir yandan üzerimi örtüyordum. Ve elbette, fazlasıyla açtım ama balık açlıktan öleceğimi bilsem bile tercih etmeyeceğim bir seçenekti. Aslında şövalyeler saraydan çıkarken büyük bir bohça dolusu yiyecek hazırlatmışlardı fakat günün kötülüğüne yakışır şekilde yola çıkarken yiyecek dolu bohçayı almayı unutmuşlardı. Harika, değil mi?
“Peki,” dedi Hazar, “Öyleyse sabah görüşürüz.” Başımı salladım ve cevap vermeden yerime tamamen yerleştim.
Ormandaki sineklerden ve böceklerden korunmak umuduyla üzerimdeki örtüyü saçlarıma kadar çektim. Örtünün altında gözlerimi açtım ve boynumdan sarkan kolyeme dokundum. Derin bir nefes aldım.
“Geçecek,” diye fısıldadım kendi kendime, “Geçecek ve eve döneceğiz...”
Kendimi hiç olmadığım kadar yalnız, hiç olmadığım kadar yabancı hissediyordum. Sanki toprakta yetişmeyen bir bitkiydim ama toprağa ekilmiştim ve büyümeyi bekliyordum. Yolun zor olacağının farkındaydım ama hava, açlık veya yorgunluk tarafından değil de içime düşen hüzün tarafından çarpılacağımı hiç düşünmemiştim. Annemden, babamdan, kardeşlerimden ve evimden uzaklaştıkça güçsüzleştiğimi hissediyordum. Belki de bu gerçek bir kraliçe olmaya giden yolda asıl mücadele etmem gereken şeydi, belki bu da benim büyük savaşımdı.
“Majesteleri...” Uykuya dalalı ne kadar olduğunu bilmiyordum, tam olarak hangi düşüncemin hangi noktasında uyuduğumu da hatırlamıyordum ama bu ses Hazar’ın sesiydi. Gözlerimi aralayıp korkuyla başımdaki örtüyü çektim.
“Şövalye?” Hazar hemen yanıma bir örtü sermiş ve oturmuştu.
“Korkuttum mu?” diye sordu, “Korkmayın. Burada güvendesiniz.”
Şövalyeler hala balık tutuyordu, ateşteki odunlar da havanın rengi de aynıydı. Uyuyalı çok olmasa gerekti. Telaşla etrafıma bakındıktan sonra ona döndüm, kendime gelmeye başladığım an bana elini uzattığını gördüm. Büyük, nasırlı ellerinde iki tane kırmızı elma tutuyordu.
“Bunlar ne?” diye sordum uykudan yeni uyanmış halimle.
“Yalnızca bunları bulabildim,” dedi, “Şanslısınız. Normalde buralarda pek meyve ağacı olmaz ama bunlar size getirilmek için dallarından bekliyorlar gibiydi.”
Gözlerimi kırpıştırarak kendime gelmeye çalıştım. Bir şövalyeye, bir elindeki kırmızı elmalara baktım ve kendimi tutamayıp gülümsedim.
“Teşekkür ederim.” dedim gülümseyerek, “İşte gerçekten sevdiğim bir şey.”
“Biliyordum.” diye yanıtladı Hazar.
“Biliyor muydun?”
“Sizi bahçede elma toplarken görmüştüm.”
Uzanıp elindeki elmalardan birini aldım ve birini ona bıraktım. O ise uzandı ve diğer elmayı da örtümün üzerine bıraktı. Ben elmamdan ilk ısırığımı alırken şövalyeler gölden dönüyorlardı. Ellerinde o kadar çok balık vardı ki bunların hepsini nasıl yiyeceklerini düşündüm.
“Aferin,” dedi Hazar, “Balık sayısını giderek arttırıyorsunuz.”
Onlar kendi aralarında atışırken ben elma yiyor, onları dinliyor ve ateşi izliyordum. Örtünün altına girdiğim ilk an kendimi ne kadar yalnız hissettiğimi hatırladım, oysa şimdi burada oturmuş elma yiyordum... Evimde olduğu gibi.
Yalnızca parmaklarımın arasında tuttuğum bir kırmızı elma bile bana evimi hatırlatıp iyi hissettirebiliyordu, işte o an eve döneceğim o gün için heyecanlanmaya başladım. Sarayın bahçesine girer girmez soluğu elma ağaçlarımın yanında alacaktım ve ağacın elmaları o gün tüm halkın olacaktı.
Elmamı yedikten sonra diğerini sabaha bırakarak yerime uzandım, iki elimi üst üste koyup boynumdaki kolyeye götürdüm ve kolyeme anneme sarılır gibi sarıldım.
“İyi geceler Majesteleri.” diye bir ses geldi dışarıdan, konuşan Atlas’tı. Kendi kendime gülümsedim.
“İyi geceler.” diye mırıldandım.
“Size de iyi geceler, Majesteleri!” Bu sefer aynı iyi geceler dileği bir çok ağızdan çıktı. Şimdi kendimi çok daha güvende hissediyordum.
Ellerim hala kolyemdeydi. Bu kalp benim sarayımdı ve yanımda olduğu sürece ben her zaman iyi olacaktım. Zira kalbin sahibi bendim ve dört bir yanım onlarla çevriliydi. Kalp Muhafızlarıyla...